iki yana sarkık, sanki ait oldukları vücutlardan ayrılmış gibi sarkık kollar...
şöyle uzaktan baktınız mı, bu üzgün insanların maçtan değil cenazeden döndüklerini zannederdiniz. bir topluluk ki -onbindi belki, belki de 15 bin kişiydi - bir kişi değil, her biri bir kişilerini kaybetmişcesine perişan... böyle bir matem seli halinde dolmabahçe’den ağır ağır dört yana dağıldılar. fenerbahçelilerdi bunlar...
...ve neş'eli yüzler. sevinçten açılmış ağızlar. bir başka sel de onları dağılacakları yerlere götürüyordu. galatasaray'lılar, beşiktaşlılar, bir neş'e kafilesi halinde, matemlilere değerek, lâfla dokunarak yürüyorlardı. maçın iki ucu gidiyordu ve üzgün çehrelilerden konuşabilenler kısa, kesik lâflar ediyorlardı; «yazık, yazık oldu.»
fenerbahçe taraftarları dövünebildikleri kadar dövünebilirler. ama hiç kimsenin inkâr edemeyeceği gerçek şudur:fenerbahçe
mithatpaşa stadında futbol oynadı. yaralanan, fenerbahçenin hakkı olan galibiyetidir. futbolu aslâ.
gerçekten sarı - lâciverttiler ezeli rakipleri karşısında bir şampiyon adayı olarak, bu sahalarda gösterebilecekleri futbolun en iyisini, en muhteşemini ortaya koydular. şenol'un şutuna bülent'in ayağı çarptı. şerefin şutuna kale direkleri çarptı, ogün'ün vuruşuna baraj çarptı... bunlar, bu olacak goller olmamışsa, bunda, futbol denen oyunda, şans denen bir şeyin varlığını kabul etmek, doğru olur. niçin cesaretle konuşmayalım. galatasaray golü attığı âna kadar, kalesini bir alev makinesi gibi saran ezeli rakibi karşısında sahadan silinmiş, çözülmüş ve tribünlerdeki insanlar «fenerbahçe bu oyunla dört, beş yapar» demişlerdir. ama galatasaray beraberliği sağlayınca, hava değişmiş ve tam 65 dakika sahada görünmeyen bir yığın sarı - kırmızılı formalı delikanlının, lideri sarsan hamlelere kalktığı görülmüştür.
herhalde bu maçın sonunda söylenecek en kestirme söz fenerbahçe'nin netice olarak değilse bile, futbol olarak net bir galibiyet kazandığı olacaktır.
büyük maç ne zamandır ki ilk defa şânına lâyık bir oyunla donatılıyor ve daha ilk dakikada tarık'ın yıldırım hızıyla inişini şükrü serinkanlı bir çıkışla durduruyordu. oyun başlayalı henüz iki dakika olmamışken, bir de bakıyorduk ki, aydın fırlıyor ve amansız takipçisi candemir'den sıyrılarak ogün’e hazırlıyordu. ogün yetişse, diyordu çok kimse.
4. dakikada yine ogün, ziya’nın ortasına fırlıyor ve kafa şutunu içeriye gönderirken doğan da kafasını kullanıyordu. kaliteli bir fener - galatasaray maçı oynanıyordu sahada. ve ogün bu defa da aydın’ın pasına yetişemedi. iki açığıyla saldıran fenerbahçe ortada şenol’un fevkalâde düzgün ve akıllı hareketleriyle rakibini zorluyor. birol’un birbiri arkasından biçimli pasları alkış üzerine alkış topluyordu. fenerbahçe fırtınası tam 25 dakika devam etti ve aydın, birol'la, ogünun önüne düşürdükleri topu çok yakın mesafeden bülent'in kalesine plâseleyiverdi. hem de sağ ayağıyla. fenerbahçe zorladığı kaleyi açmış, ikinci bir sayı aramaya başlamıştı. aslında buna fırtına devam ediyor, demek gerekirdi. galatasaray ise tam bir panik içerisindeydi. buna rağmen bahri ve tarık -metin henüz ortada yoktu- arada bir âni parlayışlarla karşı kaleye baskınlar yapıyorlardı. devre, fenerbahçe'nin sıkıştığı bir sırada bitecek ve ikinci yarı başladığı zaman da oyunun temposundan bir şey kaybetmediği görülecekti. iyi oyun oluyor ve galatasaray peşpeşe savuşturduğu gol tehlikelerinden ve ziya’nın kale ağzındaki şütünun direklere çarpışından sonra turan’ın yumuşak bir şandeliyle beraberliği sağlıyordu. hâzım ileri çıkmış, yetişememişti buna. bize göre gafil avlanmış sayılırdı yaz... şimdi galatasaray vardı sahada. fenerbahçe beraberliğe razı olmuştu âdeta. sonra bu fırtına da dindi ve yine sarı - lâcivertli takım başa geçti.
binbir pozisyonu, birbirinden güzel hareketleriyle cidden şahâne bir ezeli rekabet maçı seyretmiştik. yazık olan; bu maçın iki renksiz golle bitişiydi. meselâ; şenol'un, aydın’ın, candemir'e bir tur bindirerek yaptığı ortaya yapıştırdığı şut, bülent'in ayaklarına değil de, filelere çarpsa, bu girmeyen gol dünkü büyük oyunun golü olurdu.