gençlerliler 6- antalyalılar 2 24 oca 2013 genclerbirligi.org.tr
iş gezileri nedeni ile kendi deyimiyle tribüncülükte devamsızlıktan kalan ahmet bey, web sitemizde taraftarımızın ve destekçilerimizin maç yazılarına yer verdiğimizi görünce kaleme sarılmış. bizler de ahmet bey’in yazısını yayınlamaktan ve bizlere vermiş olduğu destekten ötürü mutluluk duyuyoruz.
ahmet öztürk
maçtan bir gün önce gittim antalya’ya. hani neredeyse bütün lig takımları kışın bahar havası alırız diye antalya ve civarı otellere yerleşmişti ama gazetelerden okuduklarımıza ve @kirmizikara’dan duyduğumuza göre havalar pek de iyi gitmemişti. hele gençlerbirliği’nin son bir antrenman görüntüsü yansıdı ki gazetelere tam şenlik; futbolcular nişan, düğün hadi en hareketlisi balo için hazırlanmış, desenli halılarla, aynalarla, asma tavanlarla tefriş edilmiş bir otel salonunda çalışmıştı.
antalya’da uzun yıllar görmediğim üniversiteden bir arkadaşımın evinde kaldım. akşam o kadar ısrar ettim ki şu vedat milör’ün memleketin en iyi lokantası seçtiği yedi mehmetler’de yiyelim diye, ama dinlemedi beni. arkadaşım antalya’nın artık yerlisi sayılabilecek bir ailenin çocuğuydu. oteldi, pansiyondu, derici dükkanıydı bir çok iş kolunda çalışmış, bu hizmetlerden birinde karşılaştığı ukraynalı bir turistle evlenip, kısa sürede çok yol almış ve üç çocuk babası olmuştu. yenge hanımın mutfaktaki maharetleriyle övünüyor ve yedi mehmetler’in kebapları yerine belli ki besleyiciliğine çok inandığı o rusların meşhur çorbası “borç”dan yememi istiyordu. haliyle kıramadım. lakin bence bu çorba bir mutfak şaheseri olamaz, anladığım kadarıyla yenge hanım o gün buzdolabında bulduğu sebze ve etleri suya atıp haşlamıştı. havuç, patates, pancar benim seçebildiklerim. bir de yemeye başlamadan önce önüme koydukları kremadan çorbaya karıştırmamı istediler. çorba diye tarhanadan başka bir şey bilmeyen benim için ilginç bir tecrübe oldu velhasıl.
ağa giydiğini maraba yediğini anlatırmış derdi babam. benim ki de o hesap. bana dediler ki, kardeşim madem kış demedin yaz demedin antalya’ya gençlerbirliği’ni seyretmeye gittin, bize de ne gördün, ne seyrettin anlatırsın. ama herkes antalya maçında neler olduğunu biliyor artık sanırım. maç öncesi notları uzatıp, çorba tarifine dalmam o yüzden. neyse ertesi sabah yenge hanımın hazırladığı kahvaltıyı bile bile yarım bıraktık. çünkü ortak arkadaşlarımızdan birisi tutturdu size balık yedireceğim diye. “kardeşim” dedim “ben ankara’dan geliyorum, varsın deniz olmasın, balığın en tazesi bizim şehrimizde yenir.” nedense bu iddiaya kıyıda yaşayanların hep ortak tavrı gülmek oluyor. neyse kahvaltı masasından kalktık balık yemeye gittik. ben ankara’dan gelirken gömlekti, kazaktı, gocuktu, abartmışım. ankara için tabi. dışarı çıktık ki yaz gelmiş. bir de balık restoranında bu iki antalyalı sanki hiç deniz görmemiş gibi cam balkona oturalım dediler mi, dediler. balık yiyeceğiz derken sera etkisinde bir ter attım ki, onlar akdeniz’in balıkları üzerine konuşurken, ankara’ya dönsem, güneşten ayazına versem diye daldığım hayalleri birazcık gerçekleştirmek için gittim kıpkırmızı yüzümü dakikalarca yıkadım. öyle bir sıcak. ee taraftarlık gereği, kırmızı karalı futbolcularımız için de endişelendim. hatta hiç “yaz” günü, antalya’da, öğlen saatine maç konur mu? diye gıyabında federasyona verdim veriştim. arkadaşlar da maşallah, antalyalı girişimciler, iktisattan falan anlıyorlar ya, yayıncı kuruluş var, dediler, ne zaman yayınlamak isterse, o zaman oynamak zorundayız, dediler. ooo dedim medical park’lı kardeşlerim, bir de şu ruslardan kendinize bir sponsor buldunuz mu, işiniz tıkırında. rusla evli olan arkadaşımın biraz yüzü düştü, o an bir gaf yaptığımı sandım, meğer berikinin aklı benim sponsor göndermemde değil şöyle bir göz attığı hesap pusulasındaymış. ödedik, çıktık. bunlar yedik mi o kadar, değer miydi, tartışıyorlar. çevirdim ikisini denize doğru, balığa değil buna para verdiniz alıklar, dedim. köfte yerken meraya mı bakıyorsunuz, diye de ekledim.
esprimin kalitesini tartışa tartışa stadyuma doğru yola çıktık. bana yeni stadyumun yapılacağı yeri, kulüp tesislerini gösterdiler. sonra bir araba kuyruğunda durduk. kampüsün içinde ya stadyum. sanki başka bir ülkeye giriyoruz, öyle bir kontrol var. neyse geçtik kontrolden. ben tabi, rahat durur muyum, kaç lira veriyorsunuz bu stadyuma dedim, birinin uzak akrabalarından biri antalyaspor yöneticisiymiş, onun dediğine göre üniversiteye neredeyse hiçbir şey vermiyor, sadece masraflarını karşılıyorlarmış vs. ne güzel dedim “ekmek elden su gölden” geçiniyosunuz, rusla evli olan demesin mi “biz anadolu kulüplerinin yaşaması buna bağlı kardeşim “ diye, “ dur orada medikal” dedim buna “biz 1988’den beri ayaktayız ya, ne ele ne göle muhtacız” diye attım sloganı. kahkaham biterken düdük çaldı. derken gol oldu.
evet abartmıyorum. sahada kim var, kim nerede oynuyor. mehmet sedef de mi kadroya girmiş. antalya’nın yarısı zaten gençlerli gibi hazırladığım replikleri arka arkaya sıralıyordum ki, ismini o an için daha telaffuz edemediğimiz yeni oyuncumuz topu hurşut’a verdi, o şut çekti, defanstan sekti, diğeri diziyle kontrol etti, kaleciyi geçti, aha top auta mı gidiyor, derken, yeni çocuk sakince bıraktı içeriye. antalyalı arkadaşlarım sevincimi şans golü diye azaltmaya çalışırken, bir orta, kafa, direk derken oldu mu sana iki. ben rahatladım. oyun da rahatladı. şöyle bir çevreme bakayım dedim, nasıl bir stadyum burası, antalyalılar nasıl insanlar diye. stadyumla ilgili tek gözlemim, her santimetrekaresini birilerine vermişler. bir stadyumda bu kadar mı reklam çümbüşü olur. haliyle hepsi güme gidiyor, çünkü insan tabela kalabalığına bir süre sonra alışıp, hiç birini görmüyor. ama taraftar takım iki yemiş, umurlarında değil, şarkılar söylüyor, eğleniyor, sahadaki 11’e inanıyor.
bu arada ben gollerin sahibi björn’ün transfer hikayesini anlatıyorum diğerlerine, ama berikiler adamın attığı golleri beğenmemişler. derken serbest vuruş kazandılar. duruer de doksana bırakınca, diğerleri benim üzerimden kucaklaştılar falan, gol dediğin böyle olur ankaralı, kırmızıydın şimdi karalar bağladın diye takıldılar bana, akıllarınca. hayır, birazdan jimmy’nin sıfıra inip yaptığı sert orta da musa’nın ayağına çarpınca, hakları var, şanslıyız bugün dedim. onlar hala gollerin estetik değeri üzerinden puanlamalar yapıyorlar ama tabelada 3-1 yazıyordu. ben güneşe karşı yaslandım arkama, aklım skorda olmadığından artık adrese giden paslara, kazanılan toplara tezahürat ediyorum. derken, cem can, çocukluğumuzda rıza çalımbay’ın her maçta on defa yaptığı, nedendir bilmem, futbolu bilenlerin muz dediği ortalardan birini yaptı. björn (farkındasınız elli tane sessiz harften oluşan soyadını kullanmıyorum, yazması bir dert, sonra dön dön kontrol et, doğru mu, yanlış mı, diye), top minare boyu yükseldi, björn kafa vurur mu, diye ayağa kalktım, björn havada asılı kaldı, göğsüyle biraz da yükselttiği topun yukardan yere süzülmesini o orada ben burada beraber izledik, sonra yere düşmeden voleyi çaktı mı, çaktı, döndüm benim medikallere, bu da mı şans dedim, bu da mı şans! oldu mu yarım saat için de 4-1. haliyle maç uzadı benim için, ama ne sahadaki ne tribündeki antalyalılar için öyle değildi ki, ne oynamaktan ne de tezahürattan vazgeçtiler. semeresi de geldi, tam önümüzden ortaladı biri, bizimkiler ıskaladı, siyah forvetleri (isaac olmayan) tavana astı topu. benimkiler yine ortalarında olmama rağmen benim üzerimden bayramlaştılar, derken ilk yarı bitti.
ilk yarıda herkes bizim sarı forveti konuşuyor. nereden almışlar, kaça almışlar, adam kim, ankara’dan arkadaşlar aradı, björn sadece antalya’yı değil sosyal medyayı sallamış, haber verdiler, ben de sanki futbolcuyu kulağından tutup ankara’ya ben getirmişim gibi bir poz takınıp, biz buluruz oğlum, dedim. zamanında kona’yı, mosheu’yu, geremi’yi bulduğumuz gibi. kıskanç gözlerle baktılar bana. ama takımlarından emin, ikinci yarı başlamadan kuruldular koltuklarına. antalya da sahada bastırmaya başladı. sağdan, soldan geliyorlar. ben olmasın, kötü bir şey olmasın diyorum içimden, hani maç başlamadan deplasman takımı beraberliğe razıdır ama, 4-1’den, 4-4 olursa diye, dakikada bir tabelada gözüm. kornerden bir gol oldu, güneş aldı gözümü göremedim, ısaac attı, dediler. çok sevinmesinler diye, o da gençlerli dedim.
artık kozlar oynanıyor. hocalar değişiklikler yapıyor. ısaac sakatlandı, çıktı. bizde orta saha tazelendi. özgür- doğa, azo-rado yer değiştirdiler. antalya bastırıyor ama sol çarprazdan çıkarttıkları iyi bir şut dışında net pozisyonları da yok. björn için yoruldu demeye başladı benimkiler, ne ben ne björn oralı değiliz ama. koşuyor, stoperleri bozuyor, rakip için tam sinir bozucu bir adam. sonra bir kornerde, ceza sahasında da birkaç kişiyiz, rado arka direğe uzun bir korner attı. björn koşarak geldi, zıpladı, ergün teber’in üzerinde vurdu topa kafayı. dakika 83’tü galiba. björn topa giderken kalkmıştım ayağa, golü görünce oturdum yerime, iki yanımda oturan antalyalıların dizlerine vurdum şefkatle, bitti dedim maç, artık size tabiyim beyler, ne zaman kalkalım derseniz uyarım. sinirle baktılar birbirlerine.
maçtan sonra arabaya yürüyoruz, ankara’dan telefon geldi. oğlan soruyor, baba kaç kaç diye. 6-2 aldık oğlum dedim. antalyalılar düzeltmeye kalkıştılar. valla dedim oğlana, gollerin 6’sını gençlerliler attı, 4 björn, duruer, bir de ısaac. arabaya binince de teselli ettim bizimkileri. beyler dedim, kendi aramızda oynadık sayın bugün, asıl lig haftaya başlıyor. gülmediler.