maçtan bir gün önce gençlerbirliği resmi sitesi jimmy durmaz ile yaptığı bir röportaj yayınladı. röportajda şöyle bir bölüm vardı;
isveç halkının kendisini uzaktan attığı gollerle bildiğini vurgulayan genç futbolcu, ankara'da oynadığı ilk karşılaşma olan medical park antalyaspor karşılaşmasında bir şutunda topun direkten döndüğüne işaret ederek, "galatasaray maçında da bir şutum olacak, gol olup olmayacağını göreceğiz. umarım gol olur ve ben de bu sevinci tribünlere koşarak taraftarlarımızla yaşayabilirim" diye konuştu.
maçın 67. dakikasında jimmy'nin çektiği şut savunmaya da çarparak kaleyi bulmuş ve gençlerbirliği 3-2 öne geçmişti.
potansiyel suçlu psikolojisine itilerek stadyuma girmek! mehmet ali çetinkaya 23/10/2012 mehmetalicetinkaya.com
2002’den bu yana, gençlerbirliği’nin (neredeyse tüm) iç saha maçlarını tribünden izliyorum. geçen cuma (19 ekim 2012) günü mesai bitiminde de, koştururcasına ankara 19 mayıs stadındaki gençlerbirliği – galatasaray maçına gittim. stadın rüzgarlı girişinden girdikten sonra önüme alıştığım polis hattı çıktı. hazırlıklı olduğum için ceplerimdeki her şeyi elime alıp, kombinemi de en üstlerine yerleştirdim. polisin yanına geldiğimde de “buyurun arayın” anlamında ellerimi kaldırdım. polis aradıktan sonra tam geçecekken bir başka polis elimdeki pet şişeyi işaret edip “kapağını kenara at” dedi. ben de gayri ihtiyari bir şekilde “su bitmek üzere, içeri girmeden bitirip şişeyi atacağım” dedim. o ise sadece, “kapağı at!” diye cevap verdi. ben de uykudan uyanmışçasına kendime gelip kapağı çıkarttım ve kenara attım.
maraton tribününün 9 numaralı kapısına vardığımda güvelikçi “kapı bozuk! diğerine geçin” dedi. ben de hemen dibindeki 10 numaraya geçtim. ama tesadüf ya (!), aynı kelimeleri işittim. ve biraz daha ilerideki 11 numaraya doğru yürüdüm. şükür orada bir sıkıntı yoktu. sıraya girdim. önümde (muhtemelen ilk kez tribüne gelen) 50’lerinde, topluca bir adam vardı. sıra ona geldiğinde bileti okutan güvenlikçiye “ben buraya sığmam yahu!” dedi. adam ise gayet sakin ve işini bilen bir tavırla, “sığarsınız dert etmeyin” dedi ve “şöyle biraz turnikenin içine doğru zorlayın” diye ekledi. adam da turnikenin kendine ayrılan bölümüne sığabilmek için (muhtemelen göbeğini içeri çekip) vücudunu ileri doğru yapıştırdı. bu sırada görevli bileti okuttu ve turnikeyi iterek içeri girmesini sağladı. adam da özgürlüğüne kavuşmuşçasına sevinçle stadyuma doğru hamlesini yaptı. sıra bana geldiğinde, kombinemi görevliye uzattım, turnikedeki yerimi aldım, bilet okutulduktan sonra sakince güvenlikçinin turnikeyi önce kendine doğru çekip ardından ileri itmesini bekledim ve içeriye adımı attım.
polis, az önce aradıkları bir gençten bozuk paralarını kumbaraya atmasını istiyordu. o da parayı “sahaya atılabilecek şüpheli maddeler” sepetine doğru attı. polis de parayı alıp hemen önündeki kumbaraya gönderdi.
sıra bana geldiğinde, ceplerimdekileri elime aldım ve “buyurun arayın” anlamında ellerimi kaldırdım. polis aramasını bitirdi ve geç işareti yaptı. tam bu sırada yanındaki kadın polis, “bozuk paranız var mı?” diye sordu. “yok” dedim. (gerçekten yoktu.) kadın inanmamış olacak ki, “cüzdanınızı gösterin” dedi. biraz kızmış bir şekilde, sözlerimi kanıtlamak için, hızlı bir hareketle cüzdanın bozuk para cebini açıp polisin yüzüne doğru uzattım. birkaç saniye baktı. tam cüzdanımı kapatacakken, “kağıt para bölümüne de bakalım. orada da olabilir!” dedi. içimden “ya sabır!” çekerken, tüm cüzdanı “al bak!” diye polise verdim. aldı, baktı ve geri verdi.
tribüne doğru yürürken cebimde 50 kuruş olduğunu fark ettim ve sadece gülümsedim!
daha maç başlamamıştı ve içerisi oldukça kalabalık bir hal almaya başlamıştı. tuvalet sırası beklememek için şimdiden gitmeye karar verdim. tuvalete giderken, polisin aramaları tüm şiddetiyle devam ediyordu! 50’lerinin sonlarında, kasketli bir adam polisin el koymak istediği tespihini, sahaya atmayacağını ispatlamaya çalışıyordu.
maçın başlamasını beklerken anıl ile laklak ediyorduk. bu arada pınar ümitköy’den 1 saat 45 dakikada gelmenin siniri ile (normalde 30 dakika) yanımıza geldi. anıl, bir ara sigarasını çıkarttı ve bir süre bakındıktan sonra afallayarak bana döndü, “çakmağıma polisin el koydu. ateş arayayım abi ben” diye dönerken, pınar, “senin yine iyi, benim önümdeki adamın kibritini aldılar” dedi ve güldü.
ardından (arama anısını hatırlamış olacak) sinirle, “kadın benim parfümümü aldı ya!” diye dert yanmaya başladı. arama sırasında polis şişeyi görmüş “alayım” demiş. o da, kadın polisin anlayış göstereceğini düşünerek, “150 milyonluk parfümümü atacak değilim ya!” diye cevap vermiş. fakat polisin tavrı net olmuş, “orasını bilmem! alayım!”
pınar da parfümü polise uzatırken, içinden, “neyse dibinde azcık kalmıştı” diyerek kendini teselli etmeye çalışıyormuş.
maç sonunda eskiyeni’ye gittik. pınar parfüm hikâyesini anlatırken, abreg, polise “üzerinde galatasaray forması ve atkısı olan biri gelse onu içeri alacak mısınız?” diye sorduğunu anlattı. polis gayet sakin bir şekilde, “elbette alacağız. sonuçta bileti var” diye cevap vermiş. “peki, ama arama sırasında insanların çakmaklarını topluyorsunuz. onların da biletleri var!” diye polisi iğnelemeye çalışmış. o ise umursamaz bir şekilde, “çakmağı sahaya atabilir” diye yanıtlamış. işte o zaman abreg sinirlenmiş ve “arkadaş! burası gençlerbirliği tribünü. sen üzerinde atkısı forması olan bir galatasaraylıyı içeri aldığında buradan biri dellenip adama saldırabilir. sen insanların ellerindeki çakmağı, kibriti sahaya atacaklar diye toplamaya uğraşacağına biraz da buna dikkat et!” demiş. (ve böylece, bir monolog daha son bulmuş!)
yukarıda sadece bir maçta yaşadıklarımızı yazdım. son 10 yılda edindiğim, onlarca farklı arama anısı anlatabilirim. mesela, ankara’da oynanan bir istanbul büyükşehir belediyespor maçına girerken polisin, “botunu çıkart!” emri ile şoke olduğumu.
o gün, ayarsızlığa mı, futbol ile ilgili en ufak bir bilgisi bile olmadığını düşündüğüm bir insanın maçta görevlendirilmesine mi kızacağımı bilememiştim. bugün de hala bilemiyorum.
ama tek bildiğim bir şey var ki, maçlarda görevli polislerin yerine “taraftarların psikolojisini bilen, eğitimli” güvenlik görevlerini almadıkça, tribünlere sadece benim gibi, her maç öncesi “potansiyel suçlu damgası yiyerek stadyuma girmeye alışmış aptallar” gelir.
vamos bıen! iyi gidiyoruz! mahir ünsal eriş 23/10/2012 genclerbirligi.org.tr
son maçımızın hikâyesi, gerçek bir hikâyeciden bu sefer. iletişim yayınlarından bu sene yayınlanan “bangır bangır ferdi çalıyor evde” isimli kitabında, “gençlerbirlikli’dir, söylenişi bile güzel” diye tanıtılan, mahir ünsal eriş, bizim için galatasaray maçını yazdı.
nasıl adlandıralım? nazik olmak lazım. biz kendi aramızda “istanbul takımları” demeye gayret ediyoruz. elbette farklı andığımız da oluyor. o halde anlatayım; istanbul takımları, ankara’ya, tıpkı yurdun geri kalan köşelerine olduğu gibi, üç puan almaya, şanını parlatmaya, oranın insancıkları da star futbolcu görsün diye kumpanya getirmeye gelirler. yine öylesi bir güne uyandık biz.
yine öyle olacaktı, çünkü hep öyle olur. istanbul takımları ankara’ya gelir, yenerlerse “başkent fatihi” olurlar, yenilirlerse “yenildi” olurlar, kimse bizim galibiyetimizden bahsetmez. herkes acaba istanbul takımının mağlubiyetine sebep nedir diye konuşur. kimsenin aklından bile geçmez, bizim galibiyetimiz nerden gelir. sonra bu kadarla da kalınmaz. şehrinin takımına karşı, hemşehrilerine karşı, istanbul takımının tribününde, sanki maç bitip de benimle aynı belediye otobüsüne, metroya binmeyeceklermiş gibi, küfürler, tezahüratlar eden insanlar olur. hani olur da yenilirlerse hırçınlaşırlar bile maç boyunca, çıkışında da.
bizim için pek öyle değildir ama. biz, gençler kiminle oynarsa oynasın futbol seyretmeye gideriz. çünkü bir futbol sahasında, futbol maçından daha ilginç bir şey yoktur. olmasın da, spor olsun yeter. o yüzden, daha sabahtan, sanki akşam düğünümüz varmış gibi heyecan bastı yine. herhangi başka bir anadolu takımıyla oynuyor olsak da değişmeyecek türden bir heyecan. “gösterili, şenlikli karşılayalım galatasaray’ı” dendi, kulüpten. “erken gelin stada!” kalktık, geldik, maça iki saat kala aldık yerimizi. bu sene, ankara’yı eskisine kıyasla daha da geniş kucaklamayı hedefleyen kulübümüzün tüm ankara’ya armağan ettiği bir tezahürat var: “kırmızı-kara, burası ankara”. ben stada girdiğimde o yankılanıyordu 19 mayıs’ın dört bir yanında. ais ezhel’in konseri de olacak demişlerdi. baktım, henüz yok; stat hoparlörlerinden, hani şu oyuna girenin kim, çıkanın kim olduğu bir türlü anlaşılmayan hoparlörlerden yankılanıyormuş. çıktım, c blok’daki yerimi aldım.
derken seğmenler çıktı ortaya. gecekondu diye bilinen, gençlik parkı tarafı kalearkası tribününü takip ederek maraton’un önüne kadar geldiler, heybetleriyle. sonra bir pankart açtılar önümüzde, “angara’nın goçları gençlerden gupa bekler” bekler, hakkı. biz naif taraftarız. bizim tezahüratlarımızda bile , “ah bi’ de şampiyon olsa!” denir. yani hani, olmasa da çok seviyoruz amma, bi de olsa, der gibi. seymenler, ankara’da ankara takımı tutmak varken galatasaray’ı tutuyorlar diye alınmışlar gibi gelip bizim önümüzde oynadılar, deplasman tribününün önüne gitmediler bile. sonra ais ezhel çıktı ve bütün stadı inleterek “kırmızı kara, burası ankara!” dedirtti istanbul’dan gelen misafirlere, ve ankaralı oldukları halde misafir olanlara inat.
sonra çaldı ilk düdük işte. bizim için düğün ya hani her maçımız, tokmak davula ilk kez vurdu sayın onu. tribün ayağa kalktı, tezahürat başladı: “haaaaaaydi gençler!” en kalabalık düğünlerimizden biriydi, maraton, tıklım tıklımdı.
düdük çaldığında sahada, ramazan, serkan, komando aykut, ante, tosiç, hurşut, azofeifa (oooley oley oley!), kaptan cem can, memleketimden transfer özgür, jimmmy ve zec zec ermin zec vardı. ideal 11’imize yakın bir on bir denebilir. mücadele heyecanlı olunca, gerilimin olması da kaçınılmaz. üstelik bu, liderlik mücadelesiydi. maçı alabilseydik, maç fazlasıyla lider olacaktık. gerginlik, ufak ufak zemine de yansıdı. 9. dakikada aykut, 10. dakikada ise bir galatasaraylı futbolcu kart gördüler, sarı. daha ne oldu demeden azofeifa’nın unutulmayacak gollerinden biri geldi. soldan gelen ortayı ayağına sağlamına oturtuverince, sağ köşeye şahane bir şut oturttu azo, ve bizi son şampiyon karşısında öne taşıdı.
maçın ilk yarısının, bizim golümüzden sonraki kısmı çok basit özetlenebilecek bir düzenle geçti. biz sağlı sollu kanatları yokladık, hücuma çıktık, galatasaray kontrataktan gol aradı. bulabildi mi? hayır. galip girdik soyunma odasına. yine de ilk yarıda, 39. dakikada galatasaray’ın şutunu, (ramazan hakkından geldi gerçi), hemen peşine hurşut ve jimmy’nin galatasaray’ın kalecisini bir yokladığı pozisyonları da kaydetmek lazım.
ikinci yarı başladı. galatasaray oyuncu değiştirdi. değişiklikle gelen oyuncu 53. dakikada, neye uğradığımızı anlamadan beraberliğe sürükledi takımını ve bizi. biraz moral dağıldı tabii tribünde. moralimizin her dağılışında, ki çok alışkın olduğumuz bir psikolojidir, yaptığımız gibi, “haydi gençler!” diye bağırmaya devam ettik tüm maraton. yetmedi ama. tamı tamamına dört dakika sonra galatasaray, itiraf etmesi güç ama, şahane bir golle öne geçti.
biraz dağıldık. aslında tribünde olan bizler dağıldık, belki kapalıda, şeref tribününde oturanlar, idareciler dağıldı, belki malzemeci, masör, kulüp doktoru, yedek kulübesinde oturan yedekler… ama sahadaki takım sarsılmamış görünüyordu. kanatlardan çizgiye kadar iniliyor, bazen dikine ataklarla son şampiyonu zorluyorduk. tam daha azofeifa, yeni sarı kart görmüştü ki birkaç dakika geçmeden yeniden dayandık galatasaray’ın kapısına ki, aykut, sağ kanattan arka direğe gelen ortaya çok güzel girdi ve galatasaray’ın ağlarını bir yellendirdi. beraberliği geri kazandık.
daha beraberlik golümüze sevincimiz yeni bitmişti, yerimize oturmak üzereydik ki jimmy, üçüncü golümüzü atıp yere serdi kalecisini galatasaray’ın. deplasman tribününe sessizlik gelip yerleşti. “ankara’da gençler’e de…” tezahüratları yerini bir cenaze evi sessizliğine büründü. öyle güzeldi ki!
hakemlerden şikayet etmek, basının anadolu takımlarına ilgisizliğinden dem vurmak, istanbul takımlarının tafrasından ikrah etmek her zamanki halimiz. ama bu maçta hiç mi hatası yok hakemin? bence var. bence diyorum, benim şahsi görüşüm bak bu. ama yine de hurşut’a çıkan kart, gol kralına çıkarılamıyor işte. yanlış verilen kararlar hep bizim aleyhimizde oluyor. olsun, varsın olsun. yaradı mı? yaramadı. son dakikalarda beraberlik golünü yedik yine. ama olmadı işte. vermedik, düşürmedik kaleyi. “ankara’da gençler’e de…” dedirtmedik, maçtan sonra ankara sokaklarında dolaşacak ankaralı istanbul taraftarlarına. bir puanımızı aldık, eski şampiyondan. hocaya bakılırsa, bir puan almadık gerçi, “iki puan kaybettik!” haksız mı? hiç değil. biz sağdan soldan topladığımız birer puanlara tenezzül edecek takım mıyız?
doksan dakikanın doksan dakikasında da oynadığımız maçlardan biriydi bu. istanbul b.b. maçı da öyleydi mesela. takım oturuyor, taraftardan başka ankara’nın yerli insanı da sahipleniyor takımı, maçlara geliyor, stadı dolduruyor. hani latin amerikalıların dediği gibi, “vamos bien!”, iyi gidiyoruz! galiba türk futbolunda istanbulculuğa kafa tutuyoruz biz biraz. asi çocuklarız şimdi, yalan değil. rengimiz belli; kırmızı kara, burası ankara!
lig tv'de yayınlanan "aşk 6 harf" programında gençlerbirliği'nin ve taraftarlarının tanıtıldığı "c blok" bölümü için bu maçta çekimler yapıldı ve yayınlandı...
bölümde eski gençlerbirlikli futbolcular (cemalettin sakallıoğlu, nevzat şuvak, zapo asım vs), istanbul alkaralar tayfası (akşit abi, adem vs), tanıl bora ve ankara alkaralar tayfası (chris, oğlu, ural vs.) yer alıyor...
programdan;
tanıl bora: "bence gençlerbirliği'ndeki cazibe. yani insanları gençlerbirliği'ne çeken şey başarıdan çok tribündeki rahatlık, sıcaklık, muhabbet. hakikaten, insanların kendilerini rahat hissettikleri bir ortam olması. sonuçta yine bu bir sevgi, bir tercih ve akılla açıklanamayacak, duyguyla açıklanabilecek bir yanı var. ama galiba bu tribünde işin içinde biraz daha akıl var. çünkü bakarak, kıyas ederek seçmiş olamanın getirdiği, daha akıllı bir duygu var. akılla duygunun daha fazla beraber olduğu bir ortam var.
gençlerbirliği kulüp tarihini yazmak için çalışırken ve 30'lu, 40'lı, 50'li yıllarını yaşamış eski futbolcularla, yöneticilerle konuşurken, herkes bunu anlatıyordu. tamam, göreceli olarak daha kalabalık zamanları olmuş ama gençlerbirliği tribünü her zaman "biraz tenha" olmuş. ve hep "seyircisi az" olarak bilinmiş. hakikaten bir bakıma mayasında var diyebiliriz. çünkü tahsilliler kulübü olarak biliniyor. bir okuldan, liseden çıkarak kurulmuş. kurucuları öğrenci ve öğretmenler. destekçileri, hatta futbolcu devşirdikleri alan çoğu zaman liseler ve okullar olmuş. memur takımı."
taraftarlık halleri... 22 ekim 2012 özhan yüksel klasspor
istisnai durumlara elbette rastlamak münkün, fakat dünya genelinde atmosferin en hararetli olduğu, heyecanın zirve yaptığı karşılaşmalar olarak derbiler öne çıkar . derbiler de, sınıfsal, politik veya tarihsel bir arkaplana dayansın ya da dayanmasın, çoğunlukla aynı şehir veya en azından aynı coğrafi bölge içerisinde olagelmiş rekabetlerdir. ancak türkiye'deki çarpık futbol yapısının sonucunda, gençlerbirlikliler -bunu ankaragüçlüler için de söylemek mümkündür diye düşünüyorum- bahsettiğimiz yüksek yoğunluklu ruh halini ankaragücü maçlarından öte, üç istanbul takımıyla oynanan mücadelelerde yakalıyorlar. bunun da nedeni oldukça anlaşılır pek tabi; gençlerbirliği olsun, ankaragücü olsun aynı kaderi -farklı yollardan geçerek ulaşsalar da- benzer şekillerde deneyimlemiş, acımasız ve açgözlü bir sistemin altında ezilmişliğin, acı çekmişliğin keskin tadını tatmış kulüpler. bu nedenle, bu rekabet düşmanca ve kindar hissiyatlar yerine, acıda ortaklaşan bir yardımlaşma hali üzerinden kuruluyor. bu adaletsizliğin faili olarak belirlediği için de olumsuz her türlü görüş bu sisteme ve bu sistemin uygulayıcılarına yöneliyor. tüm bu dinamiklerin sonucunda da, bu kulübün galatasaray, fenerbahçe ve beşiktaş'a karşı verdiği mücadeleler futbol mücadeleleri olmaktan çıkıp, sisteme karşı verilmiş bir başkaldırı mücadelesi halini alıyor.
ankara'da veya anadolu'da bir istanbul takımı tutan insana dair benim yönelteceğim iki ayaklı bir eleştiri olabilir. ilk olarak, futbol, tüm yan anlamlarını bir kenara koyarsak, doğası itibariyle sadece bir oyun. bu oyun içerisine tüm gerçekliğiyle bir taraftar olarak - ve aynı zamanda bir özne, oyunun içindeki asli bir unsur olarak- katılım fikri yerine, araya bir aracı olan televizyonu koyarak, televizyonun size sağladığı gerçeklik ve atmosfer hissiyatının sınırlarına bağlı kalarak katılım arasında derin bir ayrım olduğu konusunda hemfikirizdir diye tahmin ediyorum.
bu eleştirinin ikinci yönü ise, bu tip taraftarlığın -çoğunlukla- bir sorgulama sürecinden geçmeyip, içine doğulan bir durum olarak sorgusuz, sualsiz itaatkar bir şekilde kabul edilmesi ve taraftarlık kimliğinin sizin üzerinde söz sahibi olmadığınız bir dış gerçeklik üzerinden şekillenmesi söz konusu. aralarında oyuna dair tribünün genelinden farklı bir yaklaşım geliştirmek isteyen ve çoğunlukla karşılaştırıldığında parlayan insanlar çıkmış olsa da -misal vamos bien, yürüyedur vs.- genel bir bakışla galatasaray, fenerbahçe veya beşiktaş taraftarı olmak arasında belirgin farklar ve sınırlar yok. fakat sayısız ortak nokta var, bunların en başında bu üç takımın da "kazanan" takımlar olması geliyor. insanlar, doğal olarak hayatın içerisinde kaybetmeye meyilli varlıklar olduklarından, hayat içerisinde onlara kazanılabilecek, dolayısıyla bu kazanmanın karşılığında mutlu olunabilecek bir fırsatın çıkması onların da çok fazla düşünmeden bu takımların peşinden yürümelerine yol açıyor. mutluluğun kazanmak olmaksızın varolabileceğini tahayyül etmek ise akıllarına bile gelmiyor.
bu bahsettiğim benzer olma durumunu sadece galatasaray'lıların fenerbahçe'li nefretine/fenerbahçe'lilerin galatasaray'lı nefretine yönelik rasyonel bir cevap arama çabasıyla soracağınız "neden" sorusuyla bile gün yüzüne çıkartabilirsiniz. topluca bir araya gelinen her fırsatta karşı tarafa küfür etme, rakip taraftarın belirli coğrafi alanlarda -bağdat caddesi gibi, nevizade gibi- varolmasını fiziksel şiddete varan bir dozda tepki göstererek reddetme, bu rekabeti her türlü insani eylem ve yapının önüne koyma gibi sayısız saçmalığın altında tek bir mantıklı neden bulamamanız şaşırtıcı değil. taraftarlık denen kurumun ciddi bir bölümünün mantıktan uzak olduğunun elbette farkındayım, ancak bu kadar haşmetli ve gözalıcı olduğu söylenegelen bir derbinin de mantıksal düzlemde karşılık bulmasını bekliyorum, en azından tüm bu nefret ortamını anlayabilmek için.
ben gençlerbirliği'nin yeni taraftar kazanması konusunda temkinli bir pozisyon belirleyen, tribünün bozulması riski nedeniyle endişe ve ufak bir parça da korkunun körüklediği muhafazakar bir yaklaşıma sahibim. taraftarlığı bugüne kadar böyle anlayagelmiş insanlarla yaşanacak bir çoğunluk olma durumundansa, kıymetli bir azınlık olarak kalma yanlısıyım. ancak her şeye rağmen, ortada bu kadar akla ve mantığa aykırı bir sevme biçimi varken, bunun karşılaşmadan daha önemli olduğunu düşünerek böyle bir yazı yazdım. zaten istanbul medyası da gençlerbirliği adlı bir takım olduğunu galatasaray'la oynadığı için hatırlayınca, maça dair okunabilecek pek çok malzeme çıkıyor ortaya.
maça dair bir şeyler söylemek gerekirse de, galibiyetin gelmemiş olması, galibiyette erişilecek memnuniyet hazzının da gelmeyeceği gibi bir sonuç yaratmıyor. rakibinizin hangi seviyede bir takım olduğunu hatırladıktan sonra ilk yarıda oynanan oyunu göz önüne getirmek bile maçı mutlu terketmek için yeterliydi. ilk yarıda ikinci gol bulunabilse, 3-2'den sonra bir parça daha akıllı hareket edilebilse veya ramazan o hatayı yapmasa kazanan taraf olunabilirdi, ancak önemli olan takım yeniden doğru bir yolda ilerliyor, bunun kazanımları uzun vadede skor olarak da karşılık bulacaktır.
up, up, up. down, down, down. up, down arrghhh... my head is spinning.
what a match. a great crowd, plenty of goals, some great individual work. all that and just a draw, which was probably the right result.
genclerbirligi 3 - 3 galatasaray
the wonderful autumn weather continues in ankara and conditions were excellent on friday night for a good game of football.
regulars spine and myself were joined by little oz kanka and his mate tom and also by bernard and his mate jan. bernard doesn't go too regularly to the football but his history of going to matches certainly stretches well before me. to give you an idea, his first match in ankara was at the 19 mayis "sans roof".
kofte and refreshments and off to the stadium early. despite the fact that the tickets were 100tl for maraton (season tickets cost us the same amount) a big crowd was in for 3rd v 1st. a win for gencler would have put us top of the table, if only for one day, and hopes were high for both sets of fans.
we even had some entertainment before kick-off with ais ezhel singing the kirmizi kara song on the sidelines. even so, i much prefer rocking up to matches five minutes before kick-off.
enough grumbling and onto the match and gencler came out nicely. no real shots though and it wasn't long before galatasaray started to dominate possession. we seemed to be holding off them but at the same time though galatasaray couldn't get much past the defence.
galatasaray seemed to be on top but we were still in it and then in the 26th tosic went down the left wing and somehow or other beat his man sent it in to azofeifa on the edge of the box and the costa rican hit it into the far corner with the outstretched galatasaray goalkeeper having no chance.
well, well. 1-0 up over galatasaray. was this to be a dream night? er.... no, it wasn't but at the time there was hope.
galatasray stepped up a gear but simply couldn't sort themselves out. our conversations at half-time were all along the same line... the galata players are getting frustrated and angry.
second half though was another matter as galatasaray upped the tempo yet again. and so it was no surprise when they equalised in the 54th. then a punch to the guts as they scored again just four minutes later.
oh well. we had tried.
as a kerfuffle was occurring to our left with a bunch of gencler fans trying to get security to do their job and kick a galatasaray fan out of our section, we managed to equalise. azofeifa took a quick free kick sending it to hursut, who had an excellent game embarrassing the galata defenders, sort of lobbed it in near the far post where aykut went sliding in to score.
screams and shouts and one minute later we were back on our feet (we hadn't sat down actually). someone had a shot, saved by the keeper, but the ball went out jimmy durmuz who had his go, the ball then took a huge deflection off a galata player and was in. 3-2 up and the galata fan near us was escorted out with half of maraton shouting at him.
attack, attack, attack from galatasaray and then finally they got back. i'm not sure who the galata players involved were but ramazan made a back mistake when he punched out a ball when he should have held on to it or sent it over the bar. in the end the ball went straight to an opposition player and from there into the back of the net.
a horrible feeling but all up i'd say the result was a fair one. a win would have been brilliant but a draw ain't bad at all.
hakan balta'nın o son dakikalardaki golüne rağmen kardeşimle seyrettiğim ilk maç ve o akşamın gecesinde behzat ç'yi seyretmek benim için anlatılmayacak derecede güzel bir şey yaratmıştı benim için yaşanabilecek en güzel zamanlardan birisiydi. özellikle de behzat'ı seyrederken yediğim cipsin tadı da hala damağımda.
g.birliği’nin 3. golünü atan türk asıllı isveçli oyuncu jimmy durmaz, maçtan önce söylediğini hayata geçirdi...
önceki gün, “g.saray’a bir şutum olacak, gol olup olmayacağını göreceğiz. umarım gol olur ve ben de bu sevinci tribünlere koşarak taraftarlarımızla yaşayabilirim” diyen durmaz dediğini yaptı.