sarı-lâcivertliler millî ligin mütevazi akibine karşı bocaladılar. f. bahçe’nin iki golünü de kadri attı
ne sahadaki sarı – lâcivertli takıma «fenerbahçe» denebilirdi, ne de sahanın ortasında dolaşan siyah elbiseli, eli düdüklü yirmi üçüncü adama «hakem…»
o takım ne futbol oynuyor, ne galibiyet hakkediyor, ne de lig lideri sıfatına ve şöhretli mâzisine lâyık görünüyordu… yirmi üçüncü adama gelince ne kaideleri bildiğine dair bir alâmet vardı, ne hakemlik ehliyet ve liyakatine sahip olduğu intibaını veriyordu, ne de hüsnüniyet iddiasını isbat edecek delil gösteriyordu…
bütün bunlardan başka bir de ptt takımı vardı. «küçük takım» kompleksi içinde, çok daha iyi netice alabileceği hattâ –neden olmasın– galip gelebileceği bir maçta, sadece rakibin oyununu bozmak ve gol yememek için çırpınan bir topluluk halinde idi.
ve maç zevksiz, heyecansız, kalitesiz bir didinme halinde sürdü gitti.
15 dakika
ikinci devrenin ilk yarım saati geçtikten sonra fenerbahçeliler maçın gitmekte olduğunu –nihayet– hisseder gibi olmuşlar ve biraz canlanmışlardı. galibiyet gollerini işte bu arada atacaklar ve iki puvanı ancak bu suretle kurtaracaklardı. gerilerde naci ve bilhassa ismail ikinci gol için pek de ümitli ve cesaretli gözükmeyen ptt forvetini rahat kesiyorlar, forvet iki yan hafın da iştirakı ile yedi kişi halinde rakip kaleye yükleniyordu. bu arada tabii ptt defansı da kale önüne yığılıveriyordu. bu hâl uzun zaman devam etse herhalde birşeyler olabilirdi. ama sarı – lâcivertli takım bu baskısını ancak maçın son on beş dakikasında kurabilmişti. ve tabii ancak o tek golü atabildiler ve ilk devresi 1-1 biten maç ancak tek farkla bitti. halbuki…
ya 75 dakika?
halbuki, ptt (ne olursa olsun bir beraberlik) haleti ruhiyesi yani tâbir caizse bir «küçük takım» kompleksi içinde davranmasa gerek maçın ilk devresinde gerekse ikinci devrenin ilk yarım saatinde birçok şeyler yapabilir, hattâ fenerbahçenin koşmağa bile üşenen şöhretlerini evire çevire yenebilirdi… ama fenerbahçe takımı, bir iki tanesi hariç, bütün elemanları ile ağır bir mağlûbiyeti hakkedecek kadar kötü bir futbol oynarken rakip takım da bir türlü açılamıyor ve kasılıp kalıyordu.
iyiler - kötüler
sekiz yıllık bir ayrılıktan ve 33 yaştan sonra ilk defa olarak fenerbahçede resmi bir maç oynayan emektar selâhattin goldeki ufak tereddüt hariç, aslâ vasatın altına düşmüyor.hilmi doksan dakika çalışan tek adam oluyor, ismail sahanın en iyisi olarak göze çarpıyordu… ama fenerbahçede iki yan haf ve bir sol kanat vardı kıi deme gitsin… hazırlayıcılık ve kesicilik vasıfları aslâ vasata çıkamayan ve fakat dalıcılık ve yırtıcılık bakımından takımın en iyileri olan iki adamı yan hafta kullanmak onları yok etmek demekti. nitekim fenerbahçe son onbeş dakikadaki galibiyeti hazırlayan baskısını şeref ve yüksel’in yüklenmesi ile kazandı. bütün maç boyunca mustafa ve hilmi’nin yaptığı ortalara da çıkan yoktu… ve gözler oralarda şeref’le yüksel’i arıyordu.
sol kanada gelince… türk futbol tarihine en belirli şekilde adlarını yazmış olan iki «büyük» sahada küçüldükçe küçülmüşler, âdeta yok olmuşlardı: can ve lefter yoktular…
ve goller…
maçın 33 üncü dakıkasında fenerbahçe hiç ümid edilmiyen bir anda ilk golünü attı. mustafa sağdan korner atmış ve top müdafaadan çılmıştı. ceza sahasının dışında bekleyen kadri, önüne düşen topu sükûnetle durdurdu ve durduğu yerden temiz bir vuruş çıkardı. top metin’in sol tarafından ağlara takılıyor ve gol böylece hiç kimsenin beklemediği anda oluveriyordu.
fakat aradan sadece üç dakika geçecek ve bütün maç boyunca emektar selâhattin’i pek de yormayan eti, naci ile selâhattin’in arasından sıyrılıp çok yakından şükrünün kalesinin ters köşesine sert bir şütle dalıverecekti.
fenerbahçenin ikinci golü, birincinin aksine «beklenen» dakikalarda oldu. oyun ptt nin yarı sahasına değil, ceza sahasına yıkılmıştı. fenerbahçe yedi forvetle yükleniyor ve oralarda herşey karmakarışık oluyordu. gol gene kadriden oldu. ama aslına bakılırsa dün böylesine güzel bir golü atacak adam da yalnız o idi. atak yapan naci kale ağzında topu yanındaki şeref’e kepçelemiş, o da sola kadri’ye doğru kaydırmıştı. bu kadar sakin ve akıllıca bir vuruş bir buçuk saat içinde bir daha görülmemişti. hafif ve falsolu top metinin kalesine gene sol köşeden girdi.
boş yıldızlar
hakem ve yan hakemi kıncal «en hatâlı» ve «en zayıf» sıfatlarını hakketmek için ne lâzımsa yaptılar. hele son dakikalarda kıncalın tam önünden mikro’nun auttan çevirerek yaptığı iki orta vardı ki… bunca hatâya, bunca yanlış görüşe, bunca avantaj ihmaline, bunca kaide çiğnenmesine âdeta tüy dikiyordu.