raphael honigstein'ın "dördüncü yıldız: alman futbolunun kendini yeniden keşfi ve dünyayı fethi" adlı kitabından
arne friedrich
futbol insanların tahmin ettiğinden çok daha fazla mantaliteye dayalı bir oyun. mesela bayern’in “mia san mia” (neysek oyuz) mottosunu ele alalım. münih ekibi dünyanın en iyi oyuncularına sahip olmasa da, sahaya daima galibiyetten emin bir havayla çıkıyor. biz de öyleydik... ta ki ispanya karşısına çıkıncaya kadar.
müller (aynı 2006’daki torsten frings gibi) yarı finalde forma giyemeyecekti. o hem turnuvanın gol kralı hem de bizim takımın en önemli oyuncularındandı. ve ispanya, 2008 avrupa şampiyonasında da gördüğümüz üzere, bize çok ters gelen bir takımdı. ama geçtiğimiz yılların aksine, onların da bize saygı duyduklarının farkındaydık.
ne yazık ki maçı daha oynamadan kaybetmiştik. stada doğru giderken philipp lahm’a maç hakkında ne düşündüğünü sorduğumda bana sadece “çok iyiler,” demişti. lahm benim tanıdığım en iyi ve kendine haklı olarak en fazla güvenen oyunculardan birisi olduğu için onun verdiği bu cevap beni düşünmeye itmişti. o anda, turnuvada ilk defa, kendimize tam anlamıyla güvenmediğimiz bir maça çıktığımızı fark ettim. son kertede ispanya bizden daha iyi bir takımdı.
oyun planımızda herhangi bir değişiklik yoktu: takım olarak iyi organize olacak ve kaptığımız toplarla hızla kontratağa çıkacaktık. ama doğrusunu söylemek gerekirse bayağı korkuyorduk. löw bizi gaza getirmeye çalışıyordu: “yeni bir çağın başlangıcına tanıklık ediyoruz! korkacak hiçbir şey yok!” diye bağırıyordu teknik direktörümüz maçtan hemen önce. ve maça da çok iyi hazırlanmıştık. ne yazık ki maç sonunda, futbolu güzel ve aynı zamanda acımasız bir oyun yapan, plan ve çalışmaların bazen hiçbir işe yaramadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacaktık.
kendi oyunumuzu bir türlü oynayamadık. doğru düzgün bir kontratağımız bile yoktu. ispanya da çok pozisyona girememişti ancak top hâkimiyeti neredeyse tamamıyla on-lardaydı. devre arasında soyunma odasına girdiğimde nefes nefese kalmıştım. bizi oradan oraya koşturuyorlar, ve enerjimiz tüketmeye çalışıyorlardı. oyunu bir türlü kontrolümüze alamıyorduk. bir pozisyonda penaltı bekledik ama maçın genelinde ispanya oyunu istediği gibi yönlendiriyordu.
bize saygı duyduklarını ilk dakikalardaki ihtiyatlı oyun tarzlarından görebiliyorduk. ama bizim de onlara saygı duyduğumuzu (belki daha da önemlisi, onlardan çekindiğimizi) anlamışlardı. ispanya’mn topa sürekli hâkim olduğu tipik bir “0-0'lık maç”tı aslında. ancak duran bir toptan gol yedik. ispanya o turnuvadaki tüm kornerleri kısa kullanmıştı ancak bu sefer ceza saha içine bir orta yaptılar ve puyol kaleye 13 metre mesafeden topu kafayla ağlarımıza yolladı. olanlara inanamıyorduk. evet, puyol hava toplarında iyi bir oyuncuydu ama bir piqué değildi. o golü yemememiz lazımdı. maçtan sonra bazıları sorunun alan markajında olduğunu iddia etseler de bu doğru değildi zira uzun zamandır kornerleri alan markajıyla savunuyorduk ve daha önce böyle bir gol yememiştik.
maçtan sonra tek yapabildiğimiz şey oturup ne olduğunu idrak etmeye çalışmaktı. nasıl olur da arjantin’e karşı bu kadar iyi oynayan bir takım ispanya karşısında hiçbir varlık gösteremezdi? bence bu maç bize psikolojinin önemini gösteriyordu. ispanya’nın oynadığı oyunun bizi çaresiz bıraktığını düşünebilirsiniz ancak biz maçı başka sebeplerden ve daha oynamadan kaybetmiştik. mesela, oyuna kendimizi bir türlü verememiştik. evet, müller’in yokluğu bizi olumsuz yönde etkilemişti ancak bir oyuncunun yerini doldurabilmeliydik.
belki biraz da şanssızdık. toni kroos’un bir şutunu casillas kurtarmıştı ve bir de yukarıda bahsettiğim penaltı pozisyonu vardı. ama zaten bu maçı kazanmayı hak etmemiştik zira galip geldiğimiz maçlardaki agresif ve hızlı kontrataklara dayalı oyunu sahaya yansıtamamıştık.
miroslav klose maçtan sonra kazandığımız toplarla olumlu bir hareket yapacak gücümüzün kalmadığını belirtirken doğru bir noktaya parmak basıyordu. gerçekten de enerjimiz tükenmişti. khedira gibi bütün gün koşabilen oyuncular bile savunmak yaparken (ve ispanyol oyuncuların attığı pasların peşinde koşarken) o kadar çok efor sarf etmişlerdi ki, yorgunluktan bitap düşmüşlerdi. bu yüzden topu kaptığımız anlarda bile rakip kaleye organize bir şekilde gidemiyorduk. doğrusunu söylemek gerekirse, ben hayatımda ispanya kadar iyi pas yapan bir takım görmemiştim.
acaba michael ballack olsa sonuç değişir miydi? ballack takımdaki diğer isimlerden farklıydı: o kollarını sıvayıp, rakibe sert müdahaleler yapmaktan ve rakibe az da olsa acı çektirmekten sakınmayan bir isim. bizim takımda bu tip bir oyuncu yoktu. çok dürüstçe ve güzel futbol , oynayan bir takımdık ama aramızda bir “sert çocuk” yoktu. belki de biraz fazla kibar bir takımdık. bazen işler yolunda gitmiyorken, değişik yöntemlere ihtiyaç duyarsınız; ölü top organizasyonları gibi. bizim, o gün, ispanya’ya karşı kullanabileceğimiz tek bir silahımız bile yoktu. kısacası çok boktan bir gündü.
maçtan sonra soyunma odasında da bir felaket havası esiyordu. bu bizim için bir ilkti. bol bol sohbet ettik, bazılarımız bira, bazılarımız şarap içtik ama yaşadığımız hayal kırıklığını bir türlü üzerimizden atamıyorduk. oteldeki conga partileri, turnuva boyunca duyduğumuz mutluluk, kısacası her şey sona ermişti. ancak, futbol takımlarında sıklıkla görülen, mağlubiyetlerden sonra takım arkadaşlarını suçlama gibi bir şey bizde olmadı. baştan sona hep birbirimizin arkasında olduk.
turnuvaya bir kez daha yarı finalde veda etmek, kimsenin bir parçası olmak istemediği üçüncülük maçını oynamamız gerektiği anlamına geliyordu. ancak low ve ekibi bize bunun önemli bir maç olduğunu hissettirmeyi başardılar. eğer uruguay karşısında mağlup olsaydık turnuva boyunca çizdiğimiz imaj zedelenecekti.