bugün kuruluşunun 90. yılını kutlayan gençlerbirliği’ni, eurosport.com türkiye için mehmet ali çetinkaya kaleme aldı.
ankara sultani’sinde okuyan bir grup öğrencinin temellerini attığı ve 14 mart 1923′de resmen kurulan gençlerbirliği, bugün 90. yaşını kutluyor.
türk futbolunun en eski ve köklü takımlarından biri olan kırmızı-siyahlılar, 1959′da başlayan milli lig’de yer alan ve bugün de en üst futbol liginde mücadele etme başarısı gösteren fenerbahçe, beşiktaş ve galatasaray ile birlikte dördüncü takım.
1970-1982 yılları arasında tarihinin en kötü dönemini yaşayan ve amatör küme’ye düşmekten son anda kurtulan gençlerbirliği, parasızlık ve imkânsızlıklar içinde geçen 12 yıllık buhran döneminin ardından ayakta kalmayı başaran nadir takımlardan biri…
bugüne kadar 5 kez türkiye kupası’nda final oynayan ve kupayı iki defa (1985-86, 2000-01) müzesine götüren takım, 1987′den beri 5 kere avrupa kupaları’nda mücadele etti ve 20 maç oynadı. 2003-04 sezonunda uefa kupası’nda 4. tur’a (round 16) kadar yükselme başarısı gösteren ekip, 1987′de dinamo minsk ile oynadığı ve 2-1 kaybettiği maçtan bugüne kadar ankara’da hiçbir avrupa kupası maçını kaybetmedi…
gençlerbirliği spor kulübü’nün bu tür sportif başarıları bir yana, onları diğer takımlardan ayıran belki de, en önemli özelliği, taraftarlarının, kulübün kurulduğu günden bugüne kadar, tüm zorluklara göğüs gererek yaşatmaya çalıştıkları tribün kültürü.
alkaralar, genelde bir aile büyüğü tarafından, çocuk yaşta omuzlara yüklenen ve bırakmanın/değiştirmenin zamanla namus meselesi haline dönüştüğü taraftarlık yerine, “gençlerbirlikli doğulmaz, gençlerbirlikli olunur” diyerek, taraftarlığın bilinçli bir seçim olması gerektiğini düşünüyorlar. tüm olumsuzluklara rağmen, inatla ve inatla, futbolun sadece bir oyun olduğuna inanıp, sonuç ne olursa olsun futboldan zevk almaya çalışıyorlar. diğer tüm takım taraftarlarına eşit mesafede durup, tribünlerde rakip futbolcu ya da rakip taraftarla uğraşmak yerine sadece kendi takımlarına destek vermeye çalışıyorlar.
dalga geçilmek pahasına, hakemin kararlarını eleştirmek için “acemi hakem” diye bağırıyorlar ve asla küfretmiyorlar. rakip taraftarlar küfürler yağdırdığında ise sadece alkışlayarak onlara karşılık veriyorlar.
kendi futbolcuları ne kadar kötü bir performans çizerse çizsin maç içinde asla yuhalamıyorlar. çoğu zaman, kötü giden bir sezon boyunca, sadece arkadaşlarını görmek ve hasret gidermek için tribündeki yerlerini alıyorlar. kulübün altyapısından yetişmiş bir futbolcuyu izlemeyi ve gelişimine şahit olmayı çok seviyorlar ve ona sürekli destek olup hatalarında affedici davranıyorlar.
tribün büyükleri, kazanılan bir maçın ardından hâlâ “bir baba hindi” çektiriyor, taraftarlar da “domatesin çekirdeği” ve “ya ya ya şa şa şa gençlerbirliği çok yaşa” gibi nostaljik tezahüratlar yapıp, gülüp eğleniyorlar.
bu tribün kültürü sayesinde, deplasmana gittiklerinde “hoş geldiniz!”lerle karşılanıp, maç sonrası atkı-forma değiştirme teklifleri alıyorlar ve ev sahibi takım taraftarlarıyla futbol konuşuyorlar. bazen de, deplasman tribününde yiyecek, içecek satılmadığı için tellere kadar gelip, “bir şey ister misiniz?” diye soran ve beş kuruş para almadan ayran+simit ısmarlayıp, iyi yolculuklar diledikten sonra yerine dönen orduspor taraftarının yaptığı gibi şaşkına döndürülüyorlar.
ve ne ilginçtir ki, tribünlerde esen bu pozitif hava, sahadaki futbolculara da yansıyor. yeşil çimler üzerine çıktıklarında sadece futbol oynamayı düşünüp, onun için alın teri döküyorlar. her yıl kadrodaki futbolcular değişiyor ama bu gelenek asla değişmiyor. tıpkı geçen hafta türk telekom arena’da oynanan galatasaray maçının 60. dakikasında 1-0 öne geçtikten sonra, tribünümüze ilk defa gelen galatasaraylı bir arkadaşa, “istanbul’dayız ve bizden 10 kat daha pahalı futbolculara sahip bir takıma karşı 1-0 öndeyiz. ama bak dikkat et! hiçbir oyuncumuz yatarak, sakatlık numarası çekerek zaman geçirmeyecek. oyunu çirkefleştirmeyecek. sadece futbol oynamaya çalışacaklar ve hak ettiklerine razı olacaklar!” dediğim ve bir kere daha aynısını yaşadığımız gibi…