ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında güntekin onay'ın "'90 italya'yı italya'da izlemek" başlıklı yazısından;
final günü maçın başlamasına yaklaşık 5 saat kala roma olimpiyat stadı'nın yolunu tuttuk. erken giderek karaborsa bilet bulacak ve stada ilk girenlerden olacaktık. ancak işler ters gidiyordu. stadın yakınlarında kuzenimin boynundaki lazio eşarbını gören romalı fed ayn grubundan ultra'lar (italyan holiganlar) ile bir kavga yaşadık. biz iki türktük ancak kentin klasikleşmiş lazio-roma kavgasına alet olmak zorunda kaldık. polislere bile türk olduğumuz zor anlattık.
maçın başlamasına iki saat kala stadın önünde dolaşırken italyan televizyonu raı'nin bayan muhabiri bana da mikrofon uzattı ve maç tahmini mi sordu. ben de "2-1 arjantin kazanacak..." diye cevap verdim. bu röportaj o gece italyan televizyonu raı'de yayınlandı ve böylece hayatımda ilk kez televizyona da çıkmış oldum!
ancak karaborsacılardan umduğumuzu bulamıyorduk. kale arkası biletleri bile 300-350 bin liretten başlıyordu ve cebimizdeki para birimizi bile finale sokmuyordu. artık maç saati de gelmişti. otele dönüp maçı televizyondan izlemek de imkânsızdı.
ve işte ilginç bir son: buradan italya'ya giden iki türk genci olarak, dünya kupası finalini roma olimpiyat stadı'nın 100 metre yanında, italyan polislerle birlikte, karakolda televizyondan izledik. romalı taraftarlarla olan kapışmamızdan sonra derdimizi zor anlattığımız polislerle birlikte kahve içerek final heyecanını yaşadık! brehme'nin maçın sonlarına doğru penaltıdan attığı gol, almanya'ya kupayı getirirken bizim de unutulmayacak dünya kupası maceramızın sonu anlamına geliyordu...
çok zevksiz bir finaldi finalde 4 arkadaş fethiye'de ölü denizde tatilde idik orda ingilizler ve almanlar vardı seyrettiğimiz yerde arjantin bir önceki yarı finalde elediği italya maçında bazı oyuncularını gördüğü sarı kartlar sonucu eksik çıkmıştı maça bayağı eksikti ama maradona vardı bir kere finalde takım kaptanı olarak ama yin de hiç bir zevk yoktu. maçta hakemin çaldığı penaltı ve brehmenin bunu göle çevirmesiyle almanya zorda olsa kazandı burda almanya milli takım teknik direkörü beackenbauer'i kutlamak gerek yılmadı inat etti 1986 yılında finalde kaybetti kupayı bu kez 1990 yılında kaldırdı ve tarihe adını altın harflerle yazdırdı hem oyuncu olarak hem de antrenör olarak bu kupayı kazanan tek kişi vallahi bravo!!
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında bağış erten'in "diego armando maradona: kadere, mucizeye, inanca ve hüsrana dair bir deneme" başlıklı yazısından;
derken efendim, ikinci olgunlaşma enstitüsü sınavı gelir: '90 dünya kupası. sanılanın aksine o bir öncekinde her şeyi tek başına yapmamıştır. tango en az iki kişilik bir danstır ve diego bunu iyi bilir. mamafih, takımdaşları/yoldaşları bir önceki kadar mahir değildir. şimdilerde zidane'ı, figo'yu takım içinde yıldız diye pohpohlayanlar, bilmezler ki, mesela co-pilot olarak halihazırdaki herhangi bir fransız (mesela petit), portekizli (mesela xavier) ya da brezilyalı (mesela ze roberto) orta saha futbolcusunu bizim 10 numara'nın yanına verseniz önce yılın çırağı olur, sonra da en iyi yardımcı oyuncu... ama eldeki kumaştan iyi birşeyler dikmek için yeterli deneyime sahiptir diego ve takımı ona göre örgütler. 'iyi top oynamıyorlar' diye arjantin'e sitemde bulunanlar bile gözlerini bizim bücürden alamazlar. bu kupayı en iyi anlatan şey bir fotoğraf karesi aslında: maradona topa basmış ileri bakıyor, karşısında altı futbolcu ise, hakkında verilecek kararın insaflılık rekoltesini artırmak için çaresiz bekleyen mahk um gibi topa gözlerini dikmiş bekliyorlar!
'90 italya'yı maradona gözlüklerinden baktığınızda iki cümle yeterlidir: 'ben size iki şampiyonluk verdim, peki italya size ne verdi'' ve ' kupamı çaldılar.'
âdettendir, saymaya birden başlanır. diego'nun sihirli dokunuşlarıyla ama biraz da düşe kalka arjantin yarı finaldedir -ki çeyrek finalde maradona bu sefer kendisine müdafaa diyen brezilya savunmasını dağıtmış ve canigga'ya 'al, ne yaparsan yap' demiş, italya'nın karşısına öyle dikilmiştir.
yine yönetmenin inandırıcılığının sorgulandığı bir rastlantı söz konusudur: maç napoli'dedir. hani maradona'nın egemenliğini ilan ettiği şehir, hani fakirlikten anası ağlarken mavi formalı adamlar sayesinde mağrur bir sırıtışla kuzey'e gıcık veren şehir, hani 'ver kurtul'cuların safra zannedip atmaya kalktığı akdeniz'le çevrili güzel şehir... velhasıl, italya'da yapılan bir kupada, italya'nın üvey evlatları napoliler manevi kardeşlerini desteklemeyi, hain babaya tercih ederler. oysa ulus-devletlerin iyiden iyiye sorgulanması için henüz erkendir! inananların duaları kabul olur, arjantin finaldedir. bücür hayalleri açısından dejavu'nun eşiğindedir. kupaya bir doksan dakika vardır. ama 'kara adamlar' (tıpkı martin mystere maceralarında olduğu gibi) her şeyin olacağına varmasını sevmezler! şaibeli bir penaltı, ali aydıngil bir enflasyonda kırmızı kartlar rüyadan uyandırır; hem maradona'yı, hem 'iyiler elbet kazanır'a inanan napolilileri, latin amerikalıları, dünyanın zincirli zincirsiz bütün ezilenlerini. yapacak hiçbir şey yoktur; futbolun lordlar kamarası demir leydi'den daha zalimdir.
kaybedilmiş final sonrası maradona'nın yüzünü hatırlayalım hep birlikte. kimseyi suçlayan bir mimik var mı o yüzde' kesinlikle yok. çaresizlik, evet sadece çaresizlik...ellerini kavuşturup tanrı'ya yalvarmaya bayılan bu küçük soğan'ın yapacak bir tek şeyi vardır bu anda: ağlamak. devam ettikçe insanı açan değil, daha beter karartan bir ağlama. boşaltan değil dolduran, sakinleştiren değil kızdıran... kupasını çalmışlardır, ağlamayıp ne yapsın... bir arkadaş o ağladığında herkes ağlar diyordu, yakın bir zamanda... hani zırt pırt devreye girmeye çalışan bu satırların yazarı var ya, o da ağlamıştı zaten, hıçkırarak... ya siz?
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
nihayet büyük final gelip çatmıştı. ve işte iki takım arjantin'le almanya sahadaydı.
korkunç gerilimli başlayan maçın ilk yarısında futbol kalitesi, bir dünya kupası finaline yaraşacak değerde değildi. bu zevksiz mücadele, ikinci yarıda almanların bilinen presli oyuna dönmeleriyle değişiverdi. şimdi almanlar daha hızlıydı. bu arada klinsmann'a çok sert giren monzon'a meksikalı hakem kırmızı kart gösterince, almanya'nın işi kolaylaştı. böylesine büyük bir finalde onbir kişiye karşı on kişiyle savaşmak, arjantin için hiç de kolay değildi. ancak bu avantaja karşın, alman takımı bir türlü golü bulamadı. laf aramızda, normal sürerenin bitimine üç dakika kala hakem penaltı noktasını göstermese, gene uzatma ve gene penaltılar gelebilirdi. gidiş oydu çünkü... ama 87. dakikada völler ceza alanına girerken, simon'un sert müdahalesiyle kendini yerde bulunca, bir anda her şey değişiyor; penaltı, kupanın sahibini tayin ediyordu. ne var ki, herkes matthaeus'un penaltıyı atmak için koşmasını beklerken, o yerinden kapırdamıyordu bile... şimdi ileri doğru koşan, çok geçmeden topu penaltı noktasına diken ve gerilip vurmasıyla beraber stadı ayağa kaldıran... brehme idi. gerçekten mükemmel vurmuştu brehme... 14. dünya kupası'nın sahibini ilan eden goldü bu... kalan iki dakikada arjantin'in yürüyecek hali dahi kalmayacaktı. çünkü monzon'dan sonra dezotti de kırmızı kart görmüş, arjantin dokuz kişi kalmıştı.
arjantinliler müthiş öfkelenecek, mafya'nın fifa ile işbirliği yaptığı suçlamasında bulunacaklardı.
arjantinlilere göre "her şey ev sahibi italyanlarla almanlara göre ayarlanmıştı. gene her şey, maradona'nın takımını kenara itmek için hesaplanmıştı. sonuç da bunun ifadesi olmuştu.
finalin meksikalı hakemi codesal için ise, "o, arjantin'i ekarte etmek için kullanılan bir maşaydı" diyordu arjantinliler...
- maradona'dan madonna'ya... 1990 finalinde maradona sahada mücedele ederken, tribünde de ünlü şarkıcı madonna, ünlü tenor pavarotti ile beraber maçı izliyordu. şeref tribününde de italya cumhurbaşkanı cossiga, başbakan andreotti, almanya cumhurbaşkanı weizsacker, başbakan helmut kohl, brezilya cumhurbaşkanı color de mello, kamerun başbakanı ebvende vardı. arjantin cumhurbaşkanı carlos menem ise, maça gitmesinin uğurlu gelmediğini öne sürerek, finali tv'den seyretmeyi tercih etmişti. menem, açılışta kamerun'a yenildikleri için uğursuzluğa inanmıştı. ne var ki başkan gelince yenilmişlerdi de... gelmeyince de yeniliyorlardı işte!
- maradona, turnuvanın en renkli kişisiydi. finalden sonra ünlü "bücür"ün fifa'ya, hakemlere filan çok ağır dille yüklenmesini bekleyenler biraz şaşıracaklardı. çünkü maradona onlara da verip veriştirmişti ama... herhalde artık olgunlaşmaya başlamış olmalı ki, kendisinin, kendi federasyonunun, kendi takımının hatalarını da söylemeden geçememişti. maradona, şöyle dert yanmıştı final sonrası: "1986 kupası'nda savunma oyuncularımız bile gol atıyordu. şimdi yük, sadece benim üstümde... italya, almanya ve brezilya takımlarının bizden daha iyi olduğunu kabul etmemiz lazım... ancak kamerun'a yenilmemizin üzüntüsünü hâlâ içimden atamadım. dünya kupası maçlarında başarılı olmak, arjantin'in geleneği... gelecek kupa için şimdiden hazırlanmalıyız."
- finaller başlarken, o tarihteki cumhurbaşkanımız turgut özal, ev sahibi italya'yı favori göstermiş, "italyanlar kupayı kazanır" demişti. türkiye'de fenerbahçe'de oynamakta olan schumacher de italyanlara şans vermiş, kaç yıl kalesini koruduğu alman milli takımı için "bugünkü kadromuzla bizim takım, bırakın kupayı, yan finale bile gelemez" demecini vermişti.
- almanlar, üçüncü kez dünya şampiyonu olmanın mutluluğunu sokaklara dökülerek coşkuyla kutlarken, matthaeus "kimse hakeme çamur atmasın. penaltı penaltıydı. ayrıca, bizim augenthaler'in düşürüldüğü, gene yüzde yüz penaltı olan pozisyon da cezalandırılmadı. bu kupayı bizden başka takımın kazanması, futbol adaleti adına ihanet olurdu" diyerek şimşekleri epey üstüne çekti.
- en ilginç sözü ise, alman littbarski söyledi maçtan sonra: "dört yıl önce meksika'da maradona ve arkadaşları gülerken, biz ağlıyorduk. gülme sırası bizde... şimdi de maradona ağlasın bakalım... aslında final arjantin'in hakkı değildi. onun için maradona da boşun ağlamasın." ve maradona, kupayı kaybettiklerinden çok littbarski'nin söylediklerine daha fazla kızmıştı.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında levent özçelik'in "dünya kupası anıları" başlıklı yazısından;
ve roma olimpiyat stadı'nda almanların elinde havaya kalkan dünya kupası'nın gölgesinde bir arjantinli, fonda "un estate italiano" (italya'da bir yaz gecesi) şarkısı, havada hafif bir esinti... maradona, elleri belinde hıçkıra hıçkıra ağlıyor... '90 dünya kupası'nı finalde arjantin'i tek golle mağlup eden almanya kazanıyor. son dakikalarda gelen bir penaltı golüne boyun eğen maradona ve arkadaşlarını görünce insanın aklına her zaman olmasa bile bazen ilahi adalet yerine geliyor, demek geliyor...
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
italya '90 dünya kupası, gözyaşlarıyla hatırlanan bir turnuva olacaktı. futbolun en ilginç kişiliklerinden ikisi, ingiliz paul gascoigne'le arjantinli diego maradona, onları televizyon başında izleyen milyonlarca kişinin önünde gözyaşlarına boğulmuşlardı. aslında ikisinin ağlama nedenleri birbirinden çok farklıydı.
herkesin önünde duygularını ifade etmek, ingilizlerin karakterine pek uyan bir durum değildir. ağlanacaksa, bu, gizli yapılmalıdır ya da hiç ağlanmamalıdır. ama gascoigne'in biyografisini yazanlardan biri olan lan hamilton'ın da belirttiği gibi, batı almanya ile oynadıkları yarı final maçında döktüğü gözyaşları, gazza'nın bir anda futbolun kötü çocuğundan milli kahramana dönüşmesine yol açmıştı. bu gözyaşları aslında önce kendisi içindi; sarı kart görmüştü, turnuvadaki ikinci sarı kartı olduğu için, bu, ingiltere finale çıksa bile kendisinin oynayamayacağı anlamına geliyordu. ama maçın bittiğini ilan eden düdükçaldığında, gazza'nın gözyaşları, samimi bir duygudaşlığın, cesaret ve kahramanlıkla oynadıkları bir maçı kaybeden ingilizlerin yaşadığı samimi üzüntüsünün ve seyircilerin onların duygularına gösterdiği sempatinin ortaya çıkmasını sağlayan şey olmuştu. gascoigne'in torino'da döktüğü gözyaşları bir sembole dönüşmüş ve posterlerde, tişörtlerde, atkılarda, kupalarda" yankı bulmuştu.
maradona'nın gözyaşları ise, ingilizler'in çıkmayı başaramadıkları finalde, arjantin'in batı almanya'yla oynadığı maçtan sonra dökülmüştü. ama bu maçta kahramanlık falan yoktu, futbolun sihri ise hiç ortalarda görünmüyordu. son derece sert ve çirkin bir mücadele olmuştu. dünya kupaları tarihindeki en çirkin final maçlarından biri olduğu bile söylenebilirdi. turnuva boyunca bol faullü bir oyun ortaya koyan arjantin'in daha önceki maçlardan cezalı olan dört oyuncusunun üzerine, bu maçta da iki oyuncuları oyundan atılmıştı. çoğunluğunu italyanlar'm oluşturduğu seyirciler, maç boyunca maradona'yı ıslıklamış ve onunla alay etmişlerdi.
italya '90'da arjantin takımının giderek daha sevimsiz bir takım haline gelmesi, teknik direktör carlos bilardo'nun yaşanabilecek kötü sonuçları önlemek için yeni fikirler peşine düşmesine yol açmıştı. bilardo, arjantin milli marşının çok uzun olduğunu ve maçlarda çalınmaya uygun olmadığını düşünüyordu. marş ona göre oyuncuların konsantrasyonunu bozuyor ve iyi niyetli olmayan taraftarların daha maç başlamadan oyunculara öfkelerini kusmaları için çok fazla zaman sağlıyordu. en azından marşın biraz kısaltılmasını, arjantinlilerin bayrakları için canlarını vereceklerine yemin ettikleri, uzun bir operayı andıran son kısmın kesilmesini istiyordu. ama bu tarz bir girişimin arjantin'de milliyetçilik duygularını ayaklandırabileceğini düşünen bilardo, italya'da bu işin peşine daha fazla düşmemeye karar vermişti. ancak bu kararına pişman olacaktı.
final maçında arjantin takımı milli marşları çalınırken hazrolda dikildiği sırada, italyan taraftarlar içlerindeki zehri kusmaya başlamışlardı. yuhalamaları ve ıslıklarıyla marşı bastırmışlar ve törenin ihtişamıyla alay etmeye başlamışlardı. maradona'nın tepkisi ise kameraların önünde bir küfür savurmak olmuştu: "orospu çocukları" diye mırıldanmıştı içinden. söylediği şey elbette duyulmamıştı, ama ne söylediğini anlamak için bir dudak okuma uzmanına da gerek yoktu. maçı yayınlayan televizyondaki yorumcu ve milyonlarca seyirci bu sözleri fark etmişlerdi. gözyaşlarına gelince, yolun kenarındaki bir oluktan akıp giden sular gibi akıp gitmişlerdi, kimse umursamamış ve ilgilenmemişti. maradona çok fazla ağlıyordu. hakemlere sürekli itiraz etmesi ve gökyüzündeki tanrı'ya sık sık şükretmesi gibi, duygusal patlamaları da fazla kullanılmaktan yalama olmuştu. bu kez maradona'nın gözyaşları sadece kendisi için akıyordu. milyonlarca seyirciye göre, bu gözyaşları, iyi yönden bakılırsa maradona'nın kibrinden doğan abartılı bir tepkiydi. en kötüsünden ise, maradona'nın kafayı yemiş olduğunun kanıtıydı. italya'daki kupada kafayı yediği düşünülen, gazza değil, maradona'ydı.
maradona'nın yaşadığı bu son sinir krizi, turnuva öncesindeki aylar boyunca yavaş yavaş birikmekteydi...
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
ellili yılların ortalarına doğru, penarol, formalara ilan almak için ilk anlaşmayı imzaladı. on futbolcu, bir firmanın adı göğüslerinde yazılı olduğu halde sahada göründüler. buna karşın obdulio varela her zamanki formasıyla maça çıktı ve bunu şöyle açıkladı: "önceden zencileri, burnunda bir halkayla dolaştırırlardı, artık o dönem kapandı"
günümüzde ise her futbolcu aynı zamanda top oynayan bir reklam panosudur.
1989'da carlos menem, arjantin formasını giyerek maradona ve öbür oyuncularla birlikte bir dostluk maçı oynadı. televizyonda maçı izleyen seyirciler onun arjantin başkanı mı, yoksa renault'nun başkanı mı olduğunu anlayamadılar. menem bu otomobil firmasının adını göğsünde, büyük harflerle taşıyordu.
1994 dünya kupası seçmelerine katılan takımların formalarında, adidas ve umbro markaları, ülkelerin bayraklarından daha çok görülüyordu. alman takımı nın antrenmanlarda giydiği formalarda federal kartalın yanında mercedes benz'in yıldızı vardı. aynı yıldız vfb stuttgart takımının formasında da yer alır. buna karşın bayern munich takımının tercihi opel'dir. bir ambalaj firması olan tetra pak ise eintracht frankfurt'u himayesine almıştır. borussia dortmund takımının oyuncuları contiııentale sigorta poliçelerinin, borussia mönchengladbach'ın futbolcuları ise diebels biralarının reklamını yaparlar. bayer firmasının ürünleri olan talcid ve larylin ise şirketin adıyla anılan futbol takımları leverkusen ve uerdingen futbol takımlarının formalarında yer alır.
göğüste taşınan reklam, sırtta taşınan numaradan daha önemlidir. 1993'te arjantin kulübü racing'i himaye edebilecek bir şirket bulunamadı. takım günlük clarin gazetesine ümitsizce, "bir sponsor aranıyor..." diye ilan verdi. söylenene göre reklam, sporun teşvik ettiği güzel geleneklerden daha ağır basıyor. aynı yıl şili stadyumlarında taşkınlıklar tehlikeli boyutlara ulaştı ve maç boyunca alkol satışı yasaklandı. birinci ligde oynayan birçok şili kulübü ise, formaları aracılığıyla, seyirciye alkollü sert içkiler, biralar ve güney amerika'ya özgü çeşitli içecekler öneriyorlardı.
bu tip gelenekler geliştikçe gelişti ve birkaç yıl önce papa'nın bir mucizesi, kutsal ruhu bir kredi bankasına dönüştürdü. bu banka günümüzde italya'nın lazio kulübü'nün sponsorudur ve formalarında kutsal ruh bankası yazar, sanki oyuncuların her biri tanrı'nın veznedarıymış gibi.
1992 yılının ilk yarısından başlayarak italyan motta şirketi hesaplarını yaptı: milan kulübü oyuncularının göğüslerinde taşıdığı bu marka iki bin iki yüz elli kez gazetelerdeki fotoğraflarda ve altı saat boyunca da televizyonda birinci planda görünmüştü. motta, milan'a o dönemde dört buçuk milyon dolar ödemişti, ama şekerleme ve tatlı satışlarında on beş milyon dolarlık artış gerçekleşmişti. kırk ülkede süt ürünleri satan parmalat adlı italyan şirketi de 1993 yılını altın yıl ilan etmişti. onların takımı olan parma ilk kez avrupa kupası'nı kazanmıştı ve latin amerika'da markasını formalarında taşıyan üç takım, palmeiras, boca ve periarol şampiyon olmuşlardı. parmalat, brezilya piyasasında on sekiz rakip şirketin arasında futbol sayesinde ön sırayı almıştı. bu arada arjantin ve urugaylı tüketiciler arasında da kendisine yol açıyordu. üstelik, parmalat, latin amerikalı birçok futbolcunun da sahibiydi, artık yalnızca onların formalarına değil, bacaklarınada sahipti. şirket brezilya'da on bin dolar ödeyerek, edilson, mazinho, edmundo, cleber ve zinho adlı milli oyuncuları satın aldı. palmeiras kulübünden de yedi futbolcu aynı şekilde satın alındı. bundan sonra bu futbolcuları almak isteyenler, şirketin italya'da, parma'daki genel müdürlüğüne başvurmak zorundalar.
televizyon, futbolcuları yakından göstermeye başladığından beri, oyuncuların giysileri, baştan aşağıya ticari reklamlar tarafından işgal edildi. bir futbol yıldızı ayakkabılarını bağlama işini uzatıyorsa, bu onun ellerinin beceriksizliğinden değildir; olsa olsa cebiyle alakalı bir kurnazlık vardır işin içinde: büyük bir olasılıkla adidas'ın, nike'ın ya da reebook'ın reklamını yapıyordur. 1936'da hitler'in almanya'da düzenlediği olimpiyatlarda galip gelen atletler ayakkabılarında adidas' ın üç çizgisini taşıyorlardı. 1990 dünya kupası'nda iki ingiliz gazeteci simson ve jennings, almanya ve arjantin arasında oynanan final maçında adidas şirketine ait olmayan tek öğenin hakemin düdüğü olduğunu fark ettiler. top ve futbolcuların, hakemin ve yan hakemlerin üzerlerinde bulunan tüm giysiler adidas markasını taşıyordu.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
finalde arjantin bir önceki dünya kupası'ndaki gibi almanya ile karşılaştı; ama bu sefer almanya backenbauer'in yerinde teknik talimatları ve kimsenin göremediği bir penaltı sayesinde 1-0 galip gelmeyi başardı.
italya üçüncü oldu. ingiltere dördüncülüğü elde etti. gol sıralamasında italyan schillaci altı golle birinci oldu, çekoslovak skuharavy beş golle onu izledi. bu şampiyonada oldukça sıkıcı, güzellikten uzak bir futbol sergilendi ve en az gol atılan dünya şampiyonası olarak kayıtlara geçti.
ilk basımı 2002 olan christian eichkler'in "futbolun beceriksizleri ansiklopedisi" kitabından;
beckenbauer, franz, çok şey söylemiştir, ama ertesi gün bunların hepsi unutulmuştur; bir meyhanede ettiği gevezelik hariç. üstelik de bu gevezeliği o büyük zafer saatinde, takımı 1990'da dünya şampiyonu olduğunda yapmıştı: "dünyanın geri kalan kısmından özür dilerim, ama bu takımı yıllar boyu kimse deviremeyecek." beckenbauer'in zavallı halefi berti vogts bu beklentinin altında daha da ufalmıştı. ama hemen iki yıl sonra, avrupa şampiyonasında hollandalılarla danimarkalılar beckenbauer'ı yalancı çıkarmıştı. sonra da bulgarlar, hırvatlar, iskoçlar, hatta amerikalılar bile. ve de portekizlilerin btakımı.
almanya üst üste 3.kez final oynadı ve bu sefer kaybetmedi almanya 1974 de kendi ülkesinde şampiyon 1978 de 2.tur grubundan çıkamadı 1982 de italyaya kaybedip ikinci, 1986 da da arjantine kaybedip ikinci olmuştu
"dünya kupasıyla 1978'de tanıştım ama bilinçli bir şekilde izlediğim ilk turnuva dört yıl sonraki 1982 dünya kupasında bir gördüğüm, bir de görmediğim olay ile şok yaşadım..."
italya'nın polonya ile yaptığı yarı final karşılaşmasında paolo rossi'nin gol sevinci sırasında geniş paça şortunun arasından testisleri ekrana yansıyınca korkup odama kaçtım. aynı turnuvada cezayir'in almanya'yı yendiği maç ise ertesi gün gireceğim anadolu liseleri sınavının kurbanı oldu. seyredemedim o mucizeyi. 1971 ve 72 doğumluların çoğu o imtihan yüzünden bu efsane mücadeleden mahrum kaldı. aynı kupada gördüğüm peru forması da çok etkilemişti beni. bu sebeple maşallahlı sünnet kıyafetimi giydiğim zaman kendimi perulu bir yıldız statüsüne yükselmiş hissettim ansızın. ama doktor ile karşı karşıya gelince ne cubillas kaldı ne de oblitas. neyse ki kademeye babam girdi ve kâbusa dönüşen operasyon sonrası düğünde iğneyle oynamamı sağladı (ayıptır söylemesi biraz geç sünnet oldum).
1986 öncesinde macaristan'ı şampiyon eden bilgisayar firmasına kandım. macarlar daha ilk maçında sscb'den altı yiyince teknolojiye itimadım kalmadı. gece maçları oynanırdı meksika'daki o kupada. danimarka'nın ispanyolca'da "dinamarca"yazıldığını ve guadalajara gibi zor kent isimlerini öğrendik.tanrının eli olup olmadığı sorusu takıldı kafamıza. almanlardan nefret edenler ordusuna yazıldık. belanov'un müthiş direnişime rağmen belçika'nın hakemler sayesinde sscb'yi elemesine gözyaşı döktük. meksikalı negrete'nin olağanüstü golü hafızamıza kazındı. bugün paramparça olan ırak o turnuvada bütün olarak vardı. bir de harika bir halit kıvanç tasviri kaldı kafamda. büyük usta radyodan arjantin almanya finalini anlatırken, arjantinli olarticoechea için "hani ismi şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi deyimini andıran bir futbolcu var ya işte o" demişti.
1990'da herkesin sempatisini kazanan kamerun'u arjantin'i yendikleri için kara listeme aldım. gözler galatasaray'a transfer olan rumen rotariu'nun üzerindeydi. bir de her maçta yıldızlaşan futbolcu gazetelerde üç büyüklerle ilgili transfer haberlerini süslüyordu. kosta rikalı medford aynı takımdan kaleci conejo ve kamerunlu oman bıyıck'a fb, gs ve bjk formaları giydirildi basın tarafından. ama sonuçta hiçbirisi gelmedi. diego armando maradona'nın gözyaşlarıyla biten turnuvadan geriye hüzün kaldı.
abd'de düzenlenen 1994 dünya kupası'ndaki bulgaristan-meksika maçında, kale direği kırılınca eziyeti çeken, o karşılaşmayı nakleden rahmetli aydın köker oldu.
bu az rastlanan olayı ve duraklamadan doğan yarım saati anlatıncaya kadar akla karayı seçti. bolivya'nın yıldızı olarak tanıtılan etcheverry' oyuna girdikten beş dakika sonrası atılınca adamın iyi topçu olup olmadığını anlamak kısmet olmadı. 1986'daki bilgisayar faciasından sonra bu kez baltayı taşa vuran pele oldu; şampiyon adayı kolombiya ilk turu geçemeden evine döndü. üstelik bir de şehit verdi. o kupanın yıldızları hagi, andersson ve letchkov'un bir gün türkiye'de oynayacağından bihaberdik. lalas'ın, larsson'un valderrama'nın saçları lüle lüleydi. şimdinin antalyasporlusu cordoba o zaman da kaleyi terk etmeden duramazdı. hagi'nin kestiği ceza bile onun bu huyundan vazgeçmesine yetmedi.
1998 ve 2002 dünya kupalarında artık televizyoncuydum. son yıllar bir büyünün sona ermesini de ifade ediyordu benim için. dünya kupası'nın en büyük zevklerinden biri yeni futbol kültürleri tanımaktı. iletişimin süratli ilerlemesi sayesinde tüm ligler artık canlı yayınlanıyor ve özellikle afrikalı futbolcularla erkenden tanışıyorduk. buna karşın 1998'de hırvatistan'ın çıkışından, jamaika'nın varlığından, tanıdığım en sevimli futbolcu olan john leshiba moshoeu'nun olmasından keyif aldım. 2002'de güney kore'nin tae han min guk sloganını öğrendik. almanların daha uzun yıllar final oynayacağına, brezilya'nın da kupayı defalarca kaldıracağına ikna olduk. hepsinden önemlisi biz vardık. üstelik dünya üçüncüsü olduk. hem de güney kore ile kupa tarihinin en görkemli fair play gösterilerinden birine imza atarak.
komşumuzun kızının dügünü sebebyle izleyemedigim dünya kupası final maçıdır. ben bir aylık evliydim ve benim dügünümle cok yakından ilgilendikleri icin tüm ailece bizimde onların yanında olmamız gerektigi icin tam kadro komşu kızımız nuray"ın dügünününe koşmamız sebebiyle izleyemedigim mactır...ee o gün o dügüne gitmesek ayıp olurdu
fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
yerli panterlerden ne haber!
(...)
az gol yemek bazen önemli bir kriterdir, bazen de değil'. trabzonspor'un fırtına gibi estiği dönemlerde, kalesinde şenol güneş'in yerine başka biri de olsa eminim müthiş müdafaanın arkasında çok gol yemesi mümkün değildi. elbette iyi pozisyon ajma ve oyunu doğru yönetme özelliğiyle fiziksel dezavantajını ortadan kaldırmayı başaran şenol güneş'in hakkını yemek olmaz ama defansta etten duvar ören bir ekip varsa ve kaleciye giden bütün gol yollarını kapatıyorsa onun da hakkını iade etmek lazım diye düşünüyorum.
1990 dünya kupası'nı almanya havaya kaldırırken kalesini bodo illgner koruyordu ve alman ligi'nden hangi kaleciyi kaleye geçirirseniz geçirin sonuç değişmezdi. çünkü o turnuvada illgner'in takıma yaptığı katkı yok denecek kadar azdı... eh ne diyelim, futbol ne de olsa "22 kişinin oynadığı ama sonunda almanlar'ın kazandığı bir oyun"du.
az hata yaparak oynamak gerçek mana da hatırı sayılır bir kriterdir, ancak arada bir de olsa maç kurtarma özelliğiyle desteklenmezse önemini yitirebilir. aynen tuzsuz bir çorbanın verdiği eksik lezzet hissi gibi!
fantastik plonjonlar ve kurtarışlar iki kişi için çok önemlidir: kaleci ve seyirci! seyirciyi yaz-kış aldırmaksızın stadyum kapılarında bekleten nedenlerin başında "güzel goller ve kurtarışlar görmek, değişik enstantanelere şahitlik etmek" arzusu yatar. bu nedenle yalnızca gol olabilecek bir topu çıkarmak değil, aynı zamanda gözleri okşayan bir estetikle, seyir zevki vererek fantastik kurtarışlar sergilemek de kalecilerin asli görevlerinden sayılmalıdır.
ben şefika'ya âşık oldum ilk. karaydı şefika. kıvır kıvır saçları vardı, kulağında anasından yadigâr, düşük ayarlısından iki küpeyle, duvarlara asılan arap kızı biblolarına benzerdi. avuç içleri pembeydi, yumuşaktı, sıcaktı. dişleri çürük, nefesi üzgün, neşesi ağlamaklıydı şefika'nın. on bir yaşındaydım ben, o on üç. uzundu da benden ama poyraz yemiş söğüt fidanı gibi dururdu, yere değecek gibi olurdu cılız dalları.
annemin çan'dan köylüsüydü şefika'nın annesi. derdi neydi, bir teşhis koyamamışlardı. şişip moraran kollarıyla bacaklarına yazılacak ilaç bulamamışlardı çan'da, "özele gitmesi lazım çanakkale'ye," demişlerdi, "ya da bursa'ya, fakülteye." bırakmadı annem. babam da toptancısının encümen azası kardeşine ricacı olunca, özele yatırdılar bizim orda. "ne gerekiyorsa yapılsın!" dediler.
evrenos'la simit satardık o vakitler biz. üç yıl yaptık o işi. o yaz, bir öncesi, bir de bir sonrası yaz. okul tatile girdi mi, her gün, bir posta sabah, bir posta da öğleden sonra, acar'ın fırınından onar simit takardık oklavaya, karşı kaldırımlarda yürüyerek bağıra bağıra dolaşırdık. kaldırımdan kaldırıma, paralel, göz temasını kaybetmeden hastanebaşı, plaj mahallesi, cuma pazarı, tahta köprü, aynalı çarşı, donanma, kordon gezer durur, satamazsak, oldu ya sıkılır yorulursak, gelir evlerimizin pencereleri önünde bağırır, son kalanları annelerimize, tek tük de komşu kadınlara kakalayıp, temize çıkardık akşama kadar. hafta sonları da biriken parayla kepez'e, güzelyalı'ya denize giderdik. ben yüzme bilmediğimden, hâlâ da bilmem, simitle girerdim denize. evrenos bilirdi. akşamları halasının oğluyla zargana, gümüş tutmak için tahta köprünün ayağına bağlı kayıkların lastiklerinden teke toplamaya uğraşırken çay ağzında suya düşe düşe direnmişti. beni annem balığa bırakmazdı. "ne o öyle," derdi, "çingen paleleri gibi."
evrenos süper yalancı bir çocuktu. tek ayak üstünde dünyanın yalanım söyleyebilir, anne-babaya kıtır atılacaksa en alasını yazar, yeni tanıdığı çocuklara bin bir türlü hikâye uydururdu. bana yalan söylemeyi o öğretti. çok severdim onu. "evrenos diye isim mi olur ulan?" diyecek olanlara, siktiri basar, "benim babam ispanyalı oğlum," derdi, "ondan öyle benim adım. siz ne anlayacaksınız." babası ocakçıydı havra sokağında bir kahvede, lapsekiliydi.
o gün en son simidimi de cuma pazarında satıp eve geldiğimde şefika’yla karşılaşmış olmasaydım, ertesi günü güzelyalı'ya gidecektik. cumartesi günleri güzelyalı çok kalabalık olurda çünkü. kalabalık demek, kız demektir, çok kız. almanların, almancıların çadır ve karavan kamplarında kalan kızları, kimisi ta intepe'den, ezine'den gelmiş günübirlikçilerin araba şambrelleriyle denize giren kızları, hafta sonu "mezunen" çıkmış sağlık kolejli, yuvarlak memeli hemşire ablalar, beyaz, pembe, sarı donlarıyla suyun kenarında itişen çingene kızları, hep güzelyalı'da olurlardı cumartesi ve pazar. sair zamanda deniz kenarında yaşamıyorlarmış gibi, hafta sonlan denize giderdi çanakkaleliler.
eve geldiğimde, büyüğü annem yaşlarda iki ablasıyla, mutfak masasında oturmuş domatesli makarna yiyordu şefika. kapkaraydı ablaları gibi. ama en karası oydu. saçları rafya gibi kıvır kıvırdı, bir şeyden rendelenmiş gibiydi sanki. "hah," dedi annem. "benim eşkıya da geldi!" elimde yalnızca boşken oklava sayılan ekmek teknemle mutfağın kapısında kalakalmıştım öyle. "hoş geldin de ablalara, öp ellerini bakayım," diye dürttü annem kolumu çimdikleyerek. oklavayı mutfak tezgâhının üstüne bıraktım, ilkin büyük olanın, sonra ortancanın ellerini önce çeneme, sonra alnıma değdirip görevimi yaptım. sıra şefika'ya gelince ne yapacağımı bilemedim. kafamın yansında saçkıran illeti yüzünden saç olmadığı, boyum haddinden de fazla kısa olduğu ve en önde oturmama rağmen sınıfın en tembeli olduğum için sınıftaki kızlar beni değil sevmek, varlığımı bile fark etmezlerdi. ilk defa yaşıtım sayılabilecek bir kızla bu kadar karşı karşıya kalmıştım. karnımın içinde bir burulmayla, gözlerimi tam yüzüne kaldırmadan "hoş geldin," dedim ona da. annem, "karnın aç mı simitçi?" deyivermese o an yıllar sürecekti. karnımın içine bir şey çöreklenmişti.
mutfakta domatesli makarna yiyen iki tanesinden başka iki ablası daha vardı şefika'nın. en büyüğü soma'ya evliydi. ilk elini öptüğümse iki numaraydı. o da evliymişti de, kocası seramik fabrikasında vinç altında kalmıştı iki sene önce. bu talihsiz de küçücük dadasıyla bir başına böyle, dul, garip. diğerleri hep bekârdı. babalan da aynı fabrikada hademeydi. bir hademe maaşıyla bu kadar kursak doymuyordu. bir hayırlı kısmet de gelip ellerini öpmemişti. üstüne de bu hastalık belası! allah annemle babamdan razı olsundu, haklarını nasıl öderlerdi. salondaki çekyatta oturmuş, harita metottan yaptığım dünya kupası albümüme sakızdan çıkan futbolcularımı yapıştırarak, sözüm ona bir şeylerle uğraşıyor, mutfaktan duyulanları dinliyordum. çay, sigara faslı da bitince kalkıp salona geldiler hep beraber, annem, anne zevzekliğiyle "hadi oynayın şefika'yla, bak sana arkadaş," dedi misafirlerini içeri doğru sürerken, ilk kez o zaman göz göze geldik şefika'yla. gözleri, nasıl desem, camdan bilyeler gibi pırıl pırıldı. çok üzgündü ama. ben annesine üzülüyor sanmıştım baştan, değilmiş, o hep öyleymiş, üzgünmüş hep. insan üzülmekten yorulmaz mı? küçükken babaannem kanatana kadar ağzıma burnuma vurup sonra da mikrop kapmasın diye başımdan aşağı kolonyayı boca ettiğinde bile avazım çıkasıya ağlar, sonra ağlamaktan, üzülmekten yorulup gider karıncalarla oynar ya da terliklerden arabalar yapar, halının desenini yol belleyip kendi kendime trafik idare ederdim. o yorulmuyordu. hep üzülüyordu.
gelip yanıma oturdu. uğraştığım şeye bakıp. "n'apıyorsun sen?" dedi. "albüm," dedim. "dünya kupası var ya. takımların oyuncularını kendi sayfalarına yapıştırıp kadrolarını kuruyorum., buraya da yapılan maçların sonuçlarım kaydediyorum. ama klinsmann yok hâlâ, çıkmıyor bir türlü." bana baktı. bana değil de aslında saçımın dökülüp kafa derimin pasparlak ortaya çıktığı boşluğa bakıyordu. "klinsmann ne?" diye sordu. "klinsmann da bir topçu işte, almanyalı." kaşlarım hafifçe yukarı kaldırarak gözlerini iyice açtı. bu hareketten bu bilgiyi, uğraştığım şeyi ve beni züppece bulduğunu anladım. utandım. annem karpuz yetiştirdi sonra, balkonda karpuz yiyip çekirdeklerim aşağı tükürmece oynayınca eridi buzlar.
şefika güzeldi. kara kuru, çelimsiz kollarında yeni doğmuş bir bebeğin saçları gibi tel tel seçilen kara kara tüyleri bile güzeldi. avuç içleri pembe, elleri sıcak, sesi yumuşak ve gıdıklayıcıydı. geldiğinin ikinci gününde karnınım içindeki düğümün bir daha çözülmeyecek kadar büyük ve karmaşık olduğunu anlamıştım. güzelyalı'ya da gitmemiştim zaten. sabah erkenden gelen evrenos'u, "misafir var," deyip kapı dan göndermiş, şefika sorfuğunda da "ispanyalı bir arkadaşım var," diye kasılmıştım. "onunla denize gidecektik ama ben gelemeyeceğim dedim. çok havam olmuştu.
simit satmaya da gitmiyordum artık. bu işe en çok evrenos bozuluyordu. gündüzleri annemle ablaları hastaneye, annesine gittiğinden bütün günü evde oyunlar oynayarak, gülerek, eğlenerek geçiriyordum onunla. yere, çaprazına yüzükoyun uzanıp büyük yapraklı resim defterine resim yaparken, divanda ayak ayağa oturmuş "isim-şehir" oynarken, albümüme futbolcu resimleri yapıştırırken, acıkınca evde ekmeğin arasına bir şeyler sıkıştırıp kendi sandviçlerimizi uydururken sıcaklığını ve kokusunu yakından duyuyor, içimde sevinçten yapılma kocaman bir balonun şişliğim hissediyordum. üzgün yüzünde gamzeli, çürük dişli kara gülüşünü görebilmek için bütüngünümü ona bin bir türlü şaklabanlık yaparak, leblebi tozuyla, deterjanlı su ve musluk hortumuyla, gazetelerden kesilmiş meşhur fotoğraflarla yeni yeni oyunlar icat ederek geçiriyordum. her gün biraz daha çok seviyordum onu. her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer. daha da yakın buluyordum onu her geçen gün. kokusunu tanıyordum artık. sabahları onu uyandırmak için uyuduğu odaya girdiğimde bütün odanın onun kokusuyla dolu olacağım biliyordum. kazara elim etinin herhangi bir parçasına değse, bir şey için mahsusçuktan kavga edip itişirken birbirimize yaslansak, bir sebepten sıcaklığını çok yakınımda duyuversem utançtan ölüyordum. o kadar zevkli bir utanç ki, mahalle bakkalından ufak tefek bir şeyler yürütmek gibi, öğretmen arkasını döner dönmez yanındakinden kopya çekmek gibi, merdivende önünden çıkan kızın eteğinden baldırını görmek gibi. anneme sorsam, "kardeşsiniz siz, ablan o senin," diyecekti. ama seviyordum onu. ı yani galiba seviyordum, sanırım sevmek böyle bir şeydi. hiç yanımdan gitmesin istemekti. yanımdan gitmesin, gündüz de gece de benimle dursun, başka odada uyumasındansa gelsin benimle balkonda başlı-kıçlı yatsın gerekirse, benimle simit satmaya, mahalle maçına, okula, denize de gelsin. ekmeği, babamın sigarasını birlikte alalım, birlikte büyüyelim, okulumuzu bitirip evlenelim, el ele tutuşalım, annesi de iyileşsin, bayramlarda hem onun annesini hem benimkini ziyaret edelim. ben askere gittiğimde bile o her hafta sonu beni görmeye gelsin. onunla aile olalım, "araba aldık çok borcumuz var," diyelim, "çocuk ne zaman, çocuk?" desinler, biz utanalım. ama hiç ayrılmayalım.
denk geldikçe gündüzleri ama çoğunlukla babam da geldikten sonra akşamları, dünya kupası maçları seyrediyorduk beraber. ona bütün takımları, futbolcuları öğretmiştim artık. kamerun'un dedesi milla'yı, romanya'nın golcüsü lacatuş'u, burruchaga'yı, baggio'yu, valderrama'yı, ingilizlerin ihtiyar kalecisi shilton'ı, adını söylerken utanıp hızlıca yuvarladığımız schilacci'yi resimlerini görür görmez tanımaya başlamıştı. yeşiller ya bolivya'ydı ya irlanda, maviler italya, mavi şortlu sanlılar da brezilya. golleri albüme ortak bir heyecanla kaydediyor, puan hesaplarını birlikte yapıyorduk artık hep.
o günlerde bir de nihal teyze çok gelir gider olmuştu bize, partici faik'in karısı. biz akşamlan balkona atılmış televizyondan maçları seyrederken o gelir, mutfakta annemle oturur ya da balkonda bizimle oturuyorsa durmadan şefika'dan bir şeyler ister, yaptırınca da, "aferin kızıma, maşallah, pırlanta," der, onu severdi. annesi hasta diye, en küçükleri o diye hepimiz üstüne titriyorduk şefika'nın. sabahları erkenden uyandığım ve uyanmasına sabırsızlandığım halde onu uyandırmamak için çıt çıkarmıyor, hemen her gün uğrayıp top oynamaya çağıran evrenos'la sırf şefika'nın evde canı sıkılmasın diye çıkmıyor, canı bir şey istediğinde bir koşu gidip alıyordum. annem her çarşıya çıktığında onun üstüne başına bir şeyler alıp getiriyor, babamsa ne kadar yorgun olursa olsun maçı izledikten sonra hepimizi birer külah çekirdek alıp kordon'a çıkarıyor, bir de kâğıt helva arasında bayır dondurması ısmarlıyordu. tek derdimiz şefika üzülmesin, annesine dertlenmeyecek kadar oyalansın, keyfi yerinde olsundu. ama nihal teyze'de başka bir hal vardı. yanımızda oldu mu, tiksindirecek kadar merhamet dolu bakışlarını şefika'dan hiç ayırmıyor, her fırsatta saçını, başını okşayıp sırtını sıvazlıyor, buram buram bir yapmacıklıkla ona "canım"dan, "yavrum"dan, "kuzum"dan başka laf etmiyordu. akşamlan gelip annemle beraber mutfağa yerleşiyor, ablalarından hangisi hastanede refakatçi kalmamışsa onu da aralarına alıp kâh kızı ağlatarak kâh fısıldaşarak bir şeyler konuşuyorlardı. bir seferinde şefika'ya su almak için mutfağa girdiğimde, "e, ama bakamayacak diyorsun nurten, başka çare mi var?" dediğini duymuştum. beni görünce bıçak gibi bir sessizlik saplanmışa havaya. şefika'nın küçük ablası ağlıyordu, annemin de gözleri doluydu. suyumu verip sepetlediler beni mutfaktan soma.
hayatimin en güzel yazı üç buçuk hafta sürdü. her sabah gövdemin içini dolduran sıcacık bir neşeyle uyanıyor, bütün bir günü onun kokusunun gölgesinde, onun yarım, üzgün gülümseyişini izleyerek, onunla oyunlar oynayarak geçiriyordum. çok seviyordum onu. onun bana gülüşü, benimle olmayı, hep yanımda durmayı sevişi, kimi zaman kazara bana değen sıcaklığı, benimle dünya kupası maçlarını seyredişi, evrenos'un ispanyol olduğuna inanışı, babamın yakın gözlüğünü takıp özal taklidi yapışı, o üzgün, kıvırcık, gamzeli ve çürük dişli halleri aklımı başımdan alıyordu. mutluluktan bir yerlerim çatlayıverecek gibiydi. karnımın içinde hep, sanki gülmekten katılıyormuşum gibi bir düğüm vardı. her şey yolundaydı basbayağı. kupa'da da italya ve arjantin'i tutuyordum, ikisi de iyi gidiyordu. çok mutluydum bu üç buçuk hafta boyunca; belki de bir daha ömrüm boyunca olmadığım kadar.
temmuz ayının ilk gecesi bozuldu büyü. tuttuğum iki takım yan finalde karşı karşıya geliverdi ilk önce. italya ile arjantin yarı final oynayacaktı. ama arjantin'i daha çok seviyordum ve gönlüm biraz daha ondan yana olduğu için italya yenilince çok durmadım üzerinde. arjantin finaldeydi. illa ki tek kazanan olacak eninde sonunda.
daha haftası dolmadan bir gece, sabaha karşı üzerimize soğuk su dökülmüş gibi çalan telefonla geldi asıl kara haber. şefika'nın annesi ölmüştü. daha hastalığının ne olduğu bile bir türlü anlaşılamamış kadıncağız, daha fazla dayanacak kudret bulamamış, büyük kızından bir bardak su istedikten yarım saat kadar sonra yummuştu gözlerini. şefika'yla beni bir komşu kadına emanet edip doluşup gittiler hastaneye, haber gelip de bizi yataklarımızdan çıkarınca. ben gözleri sanki doğduğundan beri bu habere ağlamak için bekleyen şefika'yla kalakalmışım, ölüm ne yabancı şey, hele de çocuk için. ne yapacağımı bilemeden sarıldım ona. saatlerce ayrılmadan durduk öyle. başı boynumun oyuntusunda titriye titreye, hıçkıra hıçkıra, dura dinlene ağladı şefika. o ağladıkça ben de ağlıyordum. annesini bir kez görmüştüm onun. ama annesine değil, ona ve onun ağlayışına ağlıyordum ben zaten. yaşı kaç olursa olsun bütün kadınların ağlamasında insanın kendi annesinin ağlayışını hatırlatan bir şey var, canından can yolar adamın. o güzel kokusuyla kollarımın arasında, yumuşacık ve pespembe avuç içleriyle bacaklarım döve döve ağlıyordu şefika. o ağladıkça ben kahroluyor, onu kollarımın arasında tutuşumla her saniye daha da büyüyor, büyüyordum. yine de ölüm yalnızca ölenden arta kalana zor, gerisi fasa fiso. o ağlıyordu, ben ona ağlıyordum.
ne kadar ağladık, ne kadar inledik bilmiyorum hiç, ağlayınca zaman sunuyor çünkü yavaşlıyor. bir vakit sonra annemle babam geldi. ağlamaktan bitap düşmüştü şefika. annem bir hap verdi ona. on-on beş dakika içinde, yavaş yavaş yıkılan dev bir bina gibi uykuya daldı hıçkırarak. babam beni alıp babaanneme bırakacaktı, oradan yine hastaneye dönüp cenazeyi alacaklardı. ayak diredim, yaygara koparttım, ağladım, dövündüm; nafile. bırakmadılar. şefika'yla kalmak istiyordum. ben onu bu kadar severken, o bu zor gününde bensiz ne yapardı? gitmek istemiyordum. kolumdan çeke çeke bindirdiler arabaya, babaanneme teslim ettiler beni.
yorgun düşmüştüm ben de, en sevdiğimin bu kadar yakınından geçen ölüm, beni de hırpalamıştı. uyuyup kalmışım.
öğleni geçiyordu uyandığımda. geceyi bir kâbus gibi korkunç ama gerçek olmaması umuduyla silik hatırlıyordum. final günüydü.
mutfakta kahvaltı hazırlayan babaanneme görünmeden usulca çıktım evden. koşa koşa eve geldim. kapıyı komşumuz seniye teyze açtı. evde kimse yoktu, şefika da yoktu. "cenazeye gittiler," dedi seniye teyze. beklemeye koyuldum. televizyona baktım. balkonda oturdum. albümümüzü karıştırdım. dişlerimi fırçaladım. vitrinde duran gazete hediyesi ansiklopedileri indirip tekrar dizdim. balkonu yıkadım. kavun kesip dolaba koydum şefika gelince serin serin yesin diye. annemler dönene kadar daha birbirine benzer benzemez bin türlü şey yaptım. oyalamaya çalıştım kendimi. iki-üç saat kadar sonra ağlamaktan eski bir deri eşyaya dönmüş yüzüyle annem, şefika'nın dört ablası, babası, bir-iki komşu kadın ve şefika'nın babasıyla ablalarım çan'dan getiren adam geldi. şefika ortalıkta görünmüyordu. "şefika nerde?" diye bağırdım. kimse cevap vermiyordu. herkes o kadar kendince ağlıyordu ki, zaten benim yaygaram yalnızca kendimi rahatsız ediyordu. anneme sordum tekrar. annem içine içine ağlıyordu. ağzım açacak gibi değildi. anneler ağlarken konuşmazlar zaten. ablalara sordum teker teker. gelip lirayla önlerinde duruyor, "şefika nerde abla?" diye bağırıyor, eteklerini çekiştiriyor, bir yandan da dolan gözlerimi silmeye uğraşıyordum. onlarsa ben sordukça daha di yüksek fesle, daha da sarsılarak, boğulacak gibi ağlıyorlardı. o koskoca adamlar, ablasının kucağındaki o yetim bebek, komşu kadınlar. herkes ben bağırdıkça daha çok, daha yüksek sesle ağlıyor, kimse soruma bir cevap bulamıyordu. şefika yoktu. bir şey mi oldu? çok ağladı da hasta mı oldu? üzüntüsünden öldü de annesinin yanına mı gömdünüz? nerde bu kız? ne oldu ona?
ağlayarak, öfkeyle, elim ayağım buz gibi fırladım evden. bıraksalar bütün çanakkale'yi, hatta koşa koşa gidip çan'ı sokak sokak arayacak, gördüğüm herkese soracak, en azından bir haber alacak, sonra da gidip neredeyse bulup getirecektim. ne yapacağımı bilemediğimden babamın dükkânına doğru yöneldim.
babam cevap vermiyordu. o cevap vermedikçe ben daha da çok ağlıyordum, hüngür hüngür ağlamak dedikleri şeydi artık benimki. inat ettim, çıldırdım, deli gibi bağırdım feryat figan. babam, "ağlama oğlum," diyordu. "erkek adamsın sen, yakışıyor mu böyle ağlamak?" iyice öfkelenmiştim. boyumun erdiği radardaki bütün kumaş toplarını yere indirmeye başladım. elime ne geçerse yere düşürüyor, sonra da üzerlerine çıkıp tepmiyor, bir yandan da ağlıyor, "şefika nerde? n'aptınız şefika'ya?" diye bağırıyordum.
babam birden belimden kavrayıp havaya kaldırdı beni ve getirip dükkânın önündeki sandalyeye oturttu, kendi de geçti karşıma oturdu. elleriyle yanaklarımı sildi. yan taraftan gürültüme kafasını uzatan kahveci gürkan'a "iki çayla bir su ver bakalım bize," dedi. sonra bana döndü. "bak oğlum," dedi. "şefika yok. gitti." nereye gittiğini sormak için araya girmeme fırsat vermeden devam etti. "nihal hanımların istanbul'da bir ahbapları varmış. emekli, çocuksuz bir kan koca. hem onlara bir yoldaş olsun, evde bir ses olsun hem de kızcağız o fakirlik içinde sefil olmasın diye. okusun, istikbali olsun çocuğun. yazık değil mi ona da? bak annesi de öldü şimdi. nasıl bakacak o adamcağız o hademe maaşıyla o kadar kız çocuğuna? çocuk yaşta evlendirseler daha mı iyiydi oğlum?"
babam yanm saat kadar anlattı, ikna etmeye uğraştı beni. üzüntüm geçecek gibi değildi. o da bir yerlerde üzülüyordu, biliyorum. beni hiç göremeyecekti artık. beni unutup bir daha hiç hatırlamayacaktı da. ama yine de yoksulluk içinde perişan olmasına razı gelmiyordu gönlüm. kederden ölecek gibiydim. küçücük ciğerlerim beni besleyecek kadar soluyamıyordu sanki.
ağlamam geçip de eve gitmeye kalkınca cebinden çıkarıp para sıkıştırdı babam avcuma, epey bir para. saatlerce dolaştım sokaklarda. eve yollanırken de toptancı moiz'in dükkânına uğrayıp iki kutu sakız aldım. futbolcu resimleri çıkan sakızlardan iki kutu, toplamda yüz tane sakız eder. klinsmann'ı bulup albümü tamamlarım en azından diye düşündüm, bir gün geri gelirse ona gösteririm. akşam final maçına kadar hepsinin ambalajını açtım. çıkmadı allah'ın cezası klinsmann, hiç çıkmayacaktı da. seneler sonra bir internet sitesinde bulup çok yüksek paralara alacaktım onun resmini. yirmi yıl sonra tamamlanacaktı albüm.
eve gittikten bir yarım saat kadar sonra kapı çaldı. koşarak gittim, kapıyı açtım. şefika gelecek, "ben vazgeçtim, fakirlik daha güzel, yaşamak istemiyorum ben o insanlarla," diyecek diye ümitlenerek. evrenos'tu gelen, ağlamaktan bir başkasının yüzüne dönmüş yüzümü görünce hiçbir şey demeden dönüp arkasını gitti bir süre baktıktan sonra. "akşam maçı sizde seyredelim mi?" diyecekti, biliyorum. demedi. ürktü halimden. akşam babamla, şefika'sız, bir suç işler gibi izledik final maçını, cenaze yorgunu boynu bükük evimizin balkonunda. klinsmann, arjantinli monzon'u oyundan attırınca dağıldı arjantin. bir de üstüne rudi völler kendini yere atıp yalandan bir penaltı kazandırdı takımına. o penaltıyla şampiyonluktan etti arjantin'i almanya. hep klinsmann'ın yüzünden.
yardımcı hakemler: armando perez hoyos (col), michal listkiewicz (pol)
germany fr: bodo illgner (gk), andreas brehme, juergen kohler, klaus augenthaler, guido buchwald, pierre littbarski, thomas haessler, rudi voeller, lothar matthaeus (c), thomas berthold (dk. 73 stefan reuter), juergen klinsmann
yedekler: frank mill, raimond aumann, karlheinz riedle, uwe bein, paul steiner, andreas moeller, hans pfluegler, olaf thon, guenther hermann, andreas koepke
teknik direktör: franz beckenbauer (ger)
argentina: sergio goycochea (gk), jose basualdo, jorge burruchaga (dk. 53 gabriel calderon), gustavo dezotti, diego maradona (c), nestor lorenzo, roberto sensini, jose serrizuela, oscar ruggeri (dk. 45 pedro monzon), juan simon, pedro troglio
yedekler: angel comizzo, nery pumpido, sergio batista, abel balbo, edgardo bauza, claudio caniggia, nestor fabbri, ricardo giusti, julio olarticoechea
teknik direktör: carlos bilardo (arg)
gol: 1-0 andreas brehme (frg) 85' penalty goal
sarı kartlar: gustavo dezotti (arg) 5', rudi voeller (frg) 52', pedro troglio (arg) 84', diego maradona (arg) 87'
kırmızı kartlar: pedro monzon (arg) 65', gustavo dezotti (arg) 87'