«korkmuyorum sör» diye bağırırdı iviç, kendisine niye korktuğunu sorduğumuzda. sonra uzun uzun kanıtlamaya çalışırdı, niçin korkmadığını. kendince bir yığın şey anlatırdı da bir türlü «madem korkmuyorsun sör, öyleyse niye istanbul’da sahaya çıkan takımın başka, deplasmanda başka» sorumuza bir türlü yanıt veremezdi. göstergeyi bulmuştuk aslında biz... hosiç’ti bu... takımda hosiç varsa, iviç kazanmaya oynuyor demekti. istanbul’daki her maçta vardı hosiç. deplasman maçlarında ise hosiç oynamazdı. onun olmadığı takımın oyun şekli de değişir, o kanat adamı gibi oynayan bekler, döner, wm bekleri gibi oynar, santrayı geçmezlerdi. takım da alışmıştı buna. açıklanan kadroya bakar, oynanması, istenen oyun tarzını dinler, sonra da geri zekâlı olmadıkları için hedefin bir puan olduğunu anlayıp, ona göre oynarlardı. iviç’in yönetiminde son yılların en güzel futbolunu sadece istanbul’da oynayan galatasaray şampiyonluğu bu «deplasman korkusu» yüzünden kaybetmişti.
aynı korku bakıyoruz bu yıl derwall’de var. mustafa denizli ile tartıştık, geçen hafta uzun uzun. «korkmuyoruz» dedi o da... «peki madem korkmuyorsunuz, öyleyse nedir bu, orta sahası dahil, takımın yarısından fazlasını savunma adanılan ile kurmak, çift stoper, çift libero, çift bekle oynamak? nedir öyleyse, istanbul’da oynadığı her maçta daha iyi bir performans göstermeye başlayan levent’i deplasmanlarda sahaya sürmeyip, erdal’ı kurbanlık koyun gibi ilerde yalnız bırakmak?»
mustafa bir şeyler anlatmaya çalıştı. ama anlatamayacağını biliyordu. çünkü gerçeği biliyordu. galatasaray deplasmanda korku içinde, hep savunmaya dönük bir takımla sabaya çıkıyor, bu takımın hücum başarısı ölçüsünde gol arayışı içine girebiliyordu. sahaya çıkarılan takıma bakan futbolcular, amacın ne olduğunu daha dizilişten sezip, oyunlarını kuruyorlardı. çünkü korku onların da içine yerleştirilmişti. yıllar yılı, galatasaray iki ayrı futbol oynuyordu. istanbul'da başka, deplasmanda başka. bu deplasman oyunu, hep bir puan üzerine kuruluydu...
işte beş puan geride bitirilen ilk yarıdan sonra, ikinci yarının ilk maçında sahaya çıkan takıma bakın, levent gene yok... erdal gene ilerde yapayalnız... geride, çanakkale geçilmez bir savunma hattı kurulmuş. kime karşı? ligin en alt sıralarındaki denizli’ye karşı. 18 maçta ancak 18 gol atabilen denizli’den gol yememek için, kim varsa savunmaya doldurulmuş. bahtiyar’ın başına özel adam dikebilmek için bir futbolcu gözden çıkarılmış. türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi stoperi, orta saha diye aslında geriye dönük oynaması için sahaya çıkarılmış. bir anda galatasaray iki kişi birden kaybetmiş. oysa koy yusuf’u korkmadan stopere, tek başına hem bahtiyar! durdursun, hem de geri kalan denizli forvetlerini. eğer varsa tabii... çünkü denizli, galatasaray’ın kendisinden korktuğundan fazla, o galatasaray’dan korkuyor...
orta sahaya bakın... oyun kurulup gol çıkarılacak orta sahaya: yusuf... bülent... mustafa... koy üçünü orta alan adamı diye yan yana, bir kişi etmezler, ilerde sözüm ona burak, abramczik ve erdal var. ama oyuna bakıypr-sunuz. ileri oynayan tek adam erdal... öbür ikisi, orta saha kalabalığı içine girecekler.
böyle oyun olur mu?;
eğer galatasaray, 17 maçta 34 gol yiyen denizli önünde bir maç boyu sadece iki pozisyona girebiliyorsa, ortada bir yanlışın, hem de çok büyük bir yanlışın olduğu muhakkak. ama bu yanlış derwall’den değil, yönetim kurulum dan kaynaklanıyor. yönetim kurulu teknik direktörüne, «deplasmana korkmadan git. istersen kaybet. ama korkmadan oyna. öyle oynadığın sürece arkandayız» güvencesini vermiyor. babıâli’nin yüklenmek için nasıl fırsat kolladığını bilen iviçler ve derwalller, bu yüzden hep «yenilmemek» hesabı yapıyorlar. böylece iki galatasaray ortaya çıkıyor. hücum galatasaray’ı... savunma galatasaray’ı. .. böylece korku futbolcunun içine yerleşiyor. içine yerleşen bu korku futbolcünun içindeki «büyük takım» hüviyetini de söküp atıyor. insan hem büyük, hem korkak olamaz ki... üstelik tipik türk, futbolcusu olarak fundementalleri çok yüksel olmadığından iki ayrı maçta, iki ayrı görevi ne kafaları, ne akılları alıyor. bir futbolcu ezverleyip oynamaları kolayken o küçük futbolu da şaşırıyorlar.
galatasaray yönetim kuruluna önermiştik... «beraberlik primlerini kaldırın» diye, «bir milyarlık takım kurmuşsanız, büyük takımsanız, beraberliğe prim ne demek? bırakın, primi sizinle berabere kalmayı başaranlar alsınlar.» ama onların kafası almıyor önce. dinlerken «doğru... doğru...'» diye kafa sallıyorlar. ama iş uygulamaya gelince, «çıt» yok. ikinci yan başlarken, derwall’le de, futbolcularla da konuşulmalı, bu takımın taraf tazının da, yönetiminin de artık beraberlik istemediği anlatılmalı ve «beraberliğe prim yok» deklarasyonu yapılmalıydı. o zaman derwall, belki bu kadar anlamsız savunma adamı ile takım yapmaz, bu kadar anlamsız bir orta sahayı, ortaya sürmez, o zaman derwall, fatih’ten, takımda topa vurmayı en iyi bilen adamdan, geriye değil, ileriye dönük yararlanmayı düşünür, o zaman derwall, simoviç’in kalesinden yaptığı degaj ortalara sahip çıkarak, kaleci-santrfor golleri yaratan levent’i takıma koyar, o zaman derwall, «ya hep, ya hiç» diye oynardı. böyle oyunun faydasını da galatasaray * kısa zamanda görürdü.
hadi takım önde olsa, lider olsa, temkini hoşgör. beş puan gerideyken, hâlâ korkuyor ve böyle bir takımı, böyle bir taktikle sahaya sürüyorsan, o zaman galatasaray’ı değil, kendi kelleni düşünüyorsun demektir. çünkü kaybedecek bir şeyi olmayanlar korkmaz. beş puan geride olmakla, yedi puan geride olmanın farkı yok. yetişmek için her maçı kazanmak gerek.
böyle pis beraberlikler, derwall’i ve mustafa denizli’yi kurtarır, ama galatasaray’ı biraz daha bataklığa gömer. galatasaray yönetim kurulu, deplasman yenilgileri sonunda kelle istenmeyeceğine, teknik adamlarım inandırmak ve beraberliğe artık hiçbir suretle prim verilmeyeceğini açıklamalıdır.