halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından maçla ilgili anısı;
ilk maçımı yurt dışında anlatmıştım. ilk milli maçımı da yurt dışında anlattım. bir türk takımının galibiyetin i yurt dışından anavatana duyurmuştum. türk milli takımı'nın galibyetini de ilk kez yurt dışından vatanıma duyurdum.
tarih, 19 mayıs 1957 idi. yer varşova'nın santral stadı...
polonya futbolu o günlerde de sonraki günleri kadar güçlüydü. kaç ülkenin takımına boyun eğdirmişti. üstelik kendi toprağında oynuyordu. 60 bin seyirci, 60 bin polonyalıydı. ve ben varşova radyosu mikrofonu başındaydım. oyun alanı kenarındaydım. spiker kulübesinden filan değil... sıcak bir bahar günüydü. az ötemde niyazi sel ağabey de türkiye radyoları'na anlatacaktı maçı... ben ise, özel bir çağrıyla varşova radyosunun türkçe yayınıyla anavatana iletecektim milli maçı... çifte yayın yani... biraz ilerimde de gazeteci olarak gelmiş pertev tunaseli oturuyordu çimler üzerinde. sonraki yıllarda nefes kesen bir spiker olarak isim yapacaktı pertev tunaseli... güney amerika spikerlerini hatırlatan temposu ve stiliyle...
işte o gün de latin amerika tarzında bir maç spikeri olmayı isterdim. bir brezilyalı, bir arjantinli gibi... dakikalarca bağırabilseydim "gooooool" diye... çünkü öyle bir golün spikeriydim o gün... yıllar boyunca polonya kalesinde öyle bir golü çok, hem de pek çok arıyacaktık. sonraki yıllarda polonya ile maçımız oldu muydu, toplar hep bizim kaleye girip çıkacaktı. 8-0'lık rekora dayanıncaya kadar... varşova yolculuğumuz, bir bakıma bir yıl önce moskova'ya gidişimize benziyordu. bu kez lefter'i uçak korkusundan vazgeçirememişlerse bile, uçağa binmeye razı etmişlerdi. ancak lefter'le mehmet ali uçak buluta girip de biraz sallanmaya başladı mıydı, koltukların dan fırlayıp yere oturuyorlar, ağlamaklı oluyorlardı. o maçta milli takımın teknik sorumlusu macar szekelly hoca'ydı. istanbul'dan viyana'ya geldikten sonra, havaalanında lefter'le mehmet ali, hocaya yalvarmaya başlamışlardı.
"ne olur." diyorlardı. "sorun soruşturun. tren mi olur, otobüs mü olur, neyse binelim gidelim." szekelly ile yanyanaydık tesadüfen.. bana eğildi, lefter'le mehmet ali'nin anlamasını önlemek için almanca olarak "şimdi söyleyeceğimi sen de onayla" dedi. onlara döndü: "siz ne diyorsunuz? viyana ile varşova arası 15-20 dakikalık bir uçuş. değer mi bu zahmete? sorun bakın halit'e..." çaresiz bu meşru yalana katılmak zorundaydım. hiç değilse yalancılığa ağzım ortak olmasın, dedim ve başımla "evet" işareti yaptım. böylece bindik uçağa... onlarda bindi. havada şöyle böyle bir saat geçmişti ki.. iki büyük futbolcu "bizi aldattınız. hani 15 dakikaydı" diye isyan ederken, uçağın birden sallanmasını ve lefter'le mehmet ali'nin korku içinde koltuklarına yapışmasını hiç unutamam... şimdi deplasmana otobüsle gidilince yakınan bazı genç futbolcuları gördüğüm zaman o büyük yıldızları hatırlıyorum, "hey gidi" diyorum. onlar uçak istemezlerdi. şimdikiler ise uçak yok, diye şikayet ediyor.
varşova'da turgay şeren'in kaptanlığındaki takımımız o zamanın düzeni içinde 2-3-5 dizilişiyle şöyleydi: turgay (gs), b. ahmet (bjk), basri (fb), mustafa (ank. muhafızgücü), ergun (gs), nejat (vefa), isfendiyar (gs), mehmet ali (adalet), metin (gs), kadri (gs), lefter (fb).
o sıralarda ahmet berman (büyük ahmet) beşiktaş'taydı. daha sonra galatasaray'a geçecekti. mehmet ali has da fenerbahçe'den adalet'e transfer olmuştu. maç bir bakıma "kalecilik savaşı"ydı. polonya kalesinde döneminin yıldızı szymkowiak vardı. bizde de turgay... polonyalılar 60 bin seyircisinin coşkusuyla, evsahipliği avantajıyla hızlı başlamışlardı. oyun alanı kenarında maçı radyoda anlatırken, hemen yakınımda sevimli yönetici ağabeyimiz hasan ekin'in bağırışları mikrofona kadar geliyordu. "aman çocuklar, dayanın çocuklar. şu ilk daklkalan gol yemeden atlatalım. haydi aslanlarım" diye boyuna bağırıyordu hasan ağabey... polonyalılar durdurulabilecek gibi değildi. dalga dalga geliyorlardı üstümüze.. her an gol pozısyonundaydılar, başta turgay, basri, mustafa, iyi dayanıyorduk. neredeyse ilk yarı bitecekti. ah şu ilk devreyi gol yemeden kapatabilseydik... işte maçın 40'ıncı dakikasına gelmiştik. ve o anda... evet, tam 40'ıncı dakikada... polonya forvetinin yine çok hızlı ve sert atağında kempny topla daldı. kaderde gol varmış, derken.. turgay rakibinin ayaklarına uçarak bu muhakkak golü önledi. ama öyle kaldı. kıpırdamıyordu kalecimiz.. antrenör szekelly ve sağlık ekibi koştular. tedavi yarar sağlamıyor, turgay oyundan alınıyordu. mikrofonda "büyük şanssızlık, değerli dinleyiciler, turgay da çıkıyor. bu ana kadar kalemizi başarıyla koruyan turgay da sakatlandı. işimiz iyice zorlaşıyor" derken, ümitsizdim. şimdi kaleye fenerbahçeli şükrü ersoy geçmişti. oyun yeniden başladı. dakikalar ilerliyordu. 43'üncü dakikayı bulmuştuk. iki dakika daha dayanırsak, devreyi 0-0 kapatabilecektik. ve ben anlatıyordum: "sadece iki dakika var, sevgili dinleyiciler... başarılı bir oyunla güçlü rakibimize evinde gol şansı vermedik. şimdi top mustafa'da. ortalarda mustafa.. hızlandı birden.. lefter'e yuvarladı. lefter şöyle bir baktı, sonra sol yanındaki mehmet ali'ye... şimdi mehmet ali'de top dalıyor mehmet ali.. güzel, çok güzel... mükemmel geçti. karşısına çıkan polonyalı.. kornyt bu... kornyt'yi çalımladı. iki kişi birden geliyor bu defa.. geçiyor geçiyor, onları da geçiyor mehmet ali... evet, iki polonyalı'nın arasından uzattı topu. kendi de sıyrıldı. kaleciyle karşı karşıya... vurdu... ve gol... mehmet ali vurdu.. ve gol.. gol. sevgili dinleyiciler.. gol gol gol.. türkiye 1 - polonya 0... türkiye 1 - polonya 0... gol gol gol... mehmet ali nefis sürdü, nefis attı golü... gol yemiyelim. aman devreyi böyle 0-0 bitirsek derken şimdi golü atan biziz.. galibiz galibiz, polonya'da 60bin seyirci önünde polonya'ya karşı galibiz şimdi..."
ikinci yarı? onu hiç sormayın. ben nasıl anlattığımı bilemiyorum. çocuklar da nasıl oynadığını... şükrü kalede panter gibiydi. turgay'ın başarısını devam ettiriyordu. büvük ahmet'in yerine büyük ali (gs), isfendiyar'ın yerine hilmi (vefa), metin'in yerine abdullah (beykoz) giriyordu. son dakikalarda takımca savunmadaydık artık. yapacak başka şey de yoktu. galibiyetimizi, bu altın galibiyetimizi korumalı, korumasını bilmeliydik. avusturyalı hakem grill son düdüğünü çalgında, oyundaki futbolcularımız, kenardaki yedeklerimiz, yöneticilerimiz, hasan ekin, szekelly ve naklen yayını kapar kapamaz niyazi sel'le ben, gazeteci arkadaşlar birbirimize kenetlenmiş, sevinç gözyaşları içinde kutluyorduk bu büyük başarıyı... gün, 19 mayıs'tı... tarihimizin bir güzel günü, bir güzel spor zaferiyle süslenmişti. polonya'yı polonya'da yenmiştik.
halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından maçla ilgili anısı;
o güzelim polonya zaferinin akşamı varşova'da otel warszawa'nın kapısına indiğimde kafilemizden birini kalın kaleci kazağıyla gördüm. oysa hava iyice sıcaktı. ama o, kazakla dört dönüyordu ortalarda... az sonra olay aydınlığa çıktı. meğer maçtan önce tatlı bir polonyalı sarışına rastlamış otel kapısında... ona takımın kalecisi olduğunu söylemiş. kalecilik şöyle dursun takımın oyuncularından olmadığı halde... akşam için sözleşmiş. kız kendisini rahat tanısın, kaleci olduğunu anlasın diye de, birinden ödünç kalın yakalı kazak alıp giymiş. peki, kız nerede mi? daha önce gelip kendisinin kaleci olduğunu söyleyen bir başkasıyla birlikte...
epey gülmüş, olayın kahramanlarını epey kızdırmıştık. maç kazanan bir kafilede olmak, her zaman tatlıdır zaten... varşova yolculuğumuz da bu bakımdan şahane geçmişti.