daha futbol oynamadan önce galatasaray beni istedi. bunun ilginç bir hikâyesi var. basketbol a milli takımı'yla yugoslavya'dan dönmüştük. suadiye otel'in arkasında golf sahası vardı. orada da çadırspor diye bir takım kurulmuş, beşiktaşlı coşkun ve sedat, galatasaraylı süt ali, kâmil, yüksel oynuyorlar. çiçek sineması'nın karşısında da 7 kişilik bir futbol sahası var. "hadi" dediler, "basketbolcularla maç yapalım." maç 6-6 berabere bitti, bunları mahvettim. dediler ki, "turnuva başlıyor, aman sen de çadırspor'dan oyna." baba gündüz de orada, maçları seyretmeye geliyor. galatasaray a takım oyuncularıyla fenerbahçe'nin a takım oyuncuları karşılaşıyor, ben de galatasaraylıların içindeyim. metin falan oynayamıyor o takımda. fenerbahçe ile galatasaray finalde karşılaşacak. beni "galatasaraylıların arasında oynama" diye tehdit ediyorlar. eve kaçtım. anneme "aman sakın bana izin verme, hadise çıkacak" dedim.
galatasaraylılar üç kişi geldi, annem "hayır" diyemeden yaka paça alıp beni götürdüler. saha tıklım tıklım dolu. en az 10 bin kişi var. maç başladı, 9-0 yaptık, 9 golü de ben attım. kaleci selahattin'i bir o yana yatırıyorum, bir bu yana. fenerbahçeliler beni dövmek için sahaya girdiler, linç edecekler. kavga çıktı, polis geldi, maç yarıda kaldı. neyse, suadiye golfe döndük. gırgır olsun diye, "bu futbol çok hoşuma gitti, kavgalı mavgalı bir spor. karar verdim, futbol oynayacağım" dedim. suat, "oğlum burası parke mi, yağmurda çamurda nasıl oynayacaksın? futbol oynamayı o kadar kolay mı zannediyorsun?" dedi. "sen kendine yer ara, ilk milli maçta sağ iç ben oynayacağım" karşılığını verdim. o dönemde henüz futbol oynamıyorum. neyse bu olaydan sonra fenerbahçe beni kadroya aldı. ilk milli maçta sağ iç ben oynuyorum, suat yedek. tek seçici de galatasaraylı eşfak aykaç. o maçta polonya ile 1-1 berabere kaldık.
eşfak aykaç diyor ki: " polonyalılar daha ziyade müdafaa oyunu oynamaktadırlar. biz ise hücum takdiği tatbik edeceğiz."
tek seçici eşfak aykaç polonya takımı ve bugünkü taktiğimizhakkında aşağıdaki mütemmim malûmatı vermiştir: «- polonya takımının hakiki kubvvetini bilmiyorduk. antrenör cihat vasıtasiyle fransız milli takım antrenöründen malûmat rica ettik. ondan aldığımız malûmata göre, polonyalılar daha ziyade müdafaa oyunu oynamaktadırlar. içlerinde sivrilmiş büyük kıymetler yoktur. daha ziyade sağaçıkları, sağiçleri, santraforları iyidir. işte bu malûmata dayanarak takımımızı klâsik «wm» esasına göre teşkil ettim. biz daha ziyade hücum tatiği tatbik edeceğiz. rakiplerimiz sahaya müdafaa taktiğiyle çıkarlarsa, ilk 15-20 dakikada muvaffak olmamız lâzımdır. eğer hücum insiyatifini onlara kaptırırsak, bu takdirde kadriy'i solhafa kaydıracağım ve necdet'i çift santrhaf olarak oynatacağım.»
30, 31 ve 32 sene önce almış olduğumuz üç mağlûbiyetin revanşı bugün oynanıyor
-halit kıvanç
italya'da bir millî maçtan önce telâşlı bir müşteri lokantaya girer. kendisine arzulâdığı yemeği soran garsona: «getir, der, ne getirirsen getir!.. bugünkü maça bilet bulamadıktan sonra ne iştahım kaldı ki...»
garson müşterinin kulağına eğilir ve hafifçe mırıldanır: «isterseniz bende bir açık tribün bileti var.»
müşteri hemen yerinden fırlar. «ver, kaç para istersen râzıyım... bin liret... iki bin liret... üçbin... beşbin... onbin...»
fakat müşterinin teklif ettiği her miktar karşısında garson dudak büker. nihayet adamcağız son bir gayeyle: «bak, diye bağırır, kapıda otomobilim duruyor. onu elindeki biletle değişelim.»
garson gayet soğukkanlı sorar: «kaç model?»
* * *
bir açık tribün biletine otomobilini vermeğe razı olan maç hastasıyla alay etmeğe veya bir otomobil karşılığında bir açık tribün bileti vermeğe nazlanan karaborsacıya kızmağa kalkışmayalım. şu anda değilse bile bu ana kadar çoğumuz ayni dertle yoğrulduk ve pek çoğumuz ümidini kesip radyo başına çökerken şimdi pek azımız stadın yolunu tutuyoruz.
garip bir hadise... artık millî maçlar arifesinde takımın şekli veya taktiği, rakibin kuvveti veta tekniği hiç mühimsenmez oldu. işte size bir rakam; dün matbaaya bilet istemek için belki 133 kişi, fakat takımı sormak için sâdece 3 kişi telefon etti.
halbuki tanımadığımız, bilmediğimiz polonya futbolü karşısında gireceğimiz imtihan, küçümsenecek gibi değildir. bizzat polonyalılar «macaritan galibi türkleri yememiz zordur» derken, ister istemez kısır neticeli son hazırlık maçı gözlerimizde canlanıyordu. fakat hemen ardından teselli buluyor, «bütün iş ay-yıldızlı formayı giyinceye kadar...» diyorduk. hakikaten nice başarısız hazırlık maçlarından sonra nice büyük başarılar elde etmiştik.
hem içimizdeki his, bizi çok defa aldatmıştır. mithatpaşa stadında millî takımımızın kalesine ikiden fazla gol girdiğini gördük mü hiç? o halde gene ümit kaynağımız «uğurlu» mithatpaşa stadında toplanıyor.
üç maç... üç mağlubiyet...
geriye, çok geriye dönelim. otuz iki sene evvele... türk millî futbol takımı olimpiyatlardan dönerken lotz'da polonya ile karşılaşıyor. tarih: 29 haziran 1924... hakem ivançiç adında bir macar...
bir sene sonra, 2 ekim 1925 de bu defa istanbul'da taksim stadında gene polonya ile karşı karşıya geliyoruz. hakem bugünkü alman futbol federasyonu başkanı dr. bauwens...
«hâmit - kadri, m. nazif - k. rifat, nihat, sahih - mehmet, alâettin, zeki, mithat, bedri» onbiri de bir yıl evvelki netice ile 2-1 mağlup olmaktan kurtulamıyor. bu seferki tek golümüzü atan fenerbahçeli zeki rıza değil beykozlu o zamanki süratiyle «bahriyeli» zeki'dir.
aradan bir yıl daha geçiyor. 12 eylül 1926 da lemberg'de iki takım üçünccü karşılaşmalarını yapıyorlar. çek gejnar'ın hakemliğindeki maçta şöyle bir tertiple oynuyoruz: «rasim - kadri, burhan - k. rıfat, h. ragip, burhan - mehmet, m. nazım, zeki, sami, muslih.»
oyun içinde takım değişiyor. alaettin ve vahi giriyorlar. fakat ne değişiklik yapsak beyhude... maçı, hem de çok açık farkla kaybediyoruz: 6-1. tek gol alaettin'in eseri...
türk milli takımı dünya çapında bir macar zaferiyle kapadığı 1955-56 mevsiminden sonra 1956-57 devresinde ilk maçını yapıyor. üstelik rakibimizi tanımıyoruz. «form» u hakkında bir fikir verirse, son bir ayda yaptığı iki maçı da beşer gollük galibiyetlerle bitirmesini ehemmiyetle kaydetmek gerekir.
buna karşılık bizde futbol mevsimi gelmiş, hattâ geçmekte iken. futbolcularımızın çoğu elân formlarına girmiş değillerdir. esasen bu noktadır ki. tek seçici'yi tereddütlere boğmuş, nihayet düşündüğü taktiğe göre bir tertip kurmuştur. gerek «seçme» deki, gerekse «taktik» teki hatâ veya sevabın derecesini bugün sahada görmek mümkün olacaktır.
«stad» ve «seyirci» avantajının büyüklüğü, bilhassa milli maçların asli unsurlarıdır. bu iki avantajın da bizde bulunması, ümitlerimizi arttıran hususların başında gelmektedir.
diğer taraftan tek seçici'nin «hücum taktiği» ile oynıyacapımızı açıklaması, üzerinde durulmada değer mahiyettedir. «en iyi müdafaa taarruzudur» diyen asker darbımeselini, futbolda da tatbik etmek, sahaya «aman yemiyelim, aman yenilmeyelim» diye çıkmaktan daha makûl görünmektedir. ancak bütün işin «hücum» veya «müdafaa» olsun, verilen taktiği oyuncuların tatbik edebilmesindedir. yoksa önceden çizilen programlar, verilen direktifler, kâğıt üstünde karışık çizgilerden ibaret kalır.
avusturyalı hakemler triosu, bilhassa orta hakemi jiranek, böyle bir maçı vukufla idare edecek ehliyettedir. oyunun cereyanının da hakemlere yardımcı olması temenni edilir.
maçın başlama saatini yazmak, bu defa biraz garip düşüyor. zira topa ilk vurulacağı aaat 14 de değil, daha sabahın 10 unda, 11 inde stad yükünü almış, hatta numaralı tribün talihlileri dahi yerlerini bir an evvel emniyete almak için saat 12 de stada yollanmış olacaklar.
alâkasızlık var diyemiyeceğim... kaç gündür bu maçın lâfı oluyor. gazeteler sütun sütun yazıyor... milliyetde bilet için seferber oldu âdeta... fakat hani bizim günümüzde büyütüp «bir yenersek şunları» diye heyecanlandığımız, peşin tahminlere dalıp sabırsızlandığımız millî maçlar vardır ya, o hava yok bu maçın arifesinde. belki de polonya futbolu bize pek yabancı da ondan...
bir iki gazete akıl ederk 30-40 sene evvel oynanmış polonya maçlarında yer almış emekli futbolcularımızı konuşturdular. fakat bugünkü futbolları için bir fikir almak pek tabii imkânsızdır. anlattıklarını güzel bir masal gibi dinledik...
kısacası, bu meçhul futbolu bir türlü büyümseyemedik ve ona hırslanamadık. israil, yunan, iran milli maçlarında bile hepimizin şöhretlerini işitip sahada aradığımız futbolcular vardı. bunlarda hangimiz kimi tanıyoruz ki... diyeceğim bizim millî takımımızıa çok kere olağanüstü kudret veren hasmın, namıma, şanına karşı bilenme pek olmadı bu milli maçtan önce... halbuki aldıkları neticelere baksanıza. polonyalılar hiç de öyle yabana atılır gibilerden değiller... hattâ çekinilecek, korkulacak cinstenler... belki «rakipten korkmayız, ellerimiz ayaklarımız titremeden oynamak daha iyi değil mi?» dşyenleriniz buluanbilir... hayır dostlar! ayyıldızlı formayı ben de taşıdım. bizim millî takımın rakibinden korkması elinin ayağının titremesi değil, bilâkis pekleşmesidir...
bugün millî maçı seyredecek bizlere düşen vazife alkışlarımızla, teşviklerimizle, ayyıldızlı çocuklara işi ciddi gördüğümüzü anlatıp onları biran evvel coşturarak şahlandırmaktır. gelin bu vazifeye ilkönce hep beraber milli marşımızı söyleyerek başlayalım. haydi hep bir apızdan ve semaları çınlatarak...
bu yazı hâlen polonya kafilesiyle beraber memleketimizde bulunan spor muharriri tadeusz maliszewski tarafından gazetemiz için hazırlanmıştır. tadeusz maliszewski futbol federasyonu ikinci başkanı olduğu gibi, polonya spor muharrirleri birliği'nin de başkanıdır.
türk futbolunu ilk defa otuz sene evvel lemberg'dekl türkiye - polonya milli maçında görmüştüm. fakat hemen ifade etmeliyim ki. altı golle kaybettikleri bu maçtan sonra geçen otuz sende türklerin çok terakki ettiğini gayet iyi biliyorum. bu sözüme delil olarak da, bugün dünyanın en kuvvetli kadrolarının başında gelen macarları 3-1 gibi net bir sonuçla mağlûp eden türk millî takımını kaydedebilirim.
lemberg'deki altı gollük maçı ve o maçtaki türk oyununu bugünkü karşılaşmaya miyar almak, muhakkak ki hatâlı bir mukayeseye yol açar. bu bakımdan ben maç hakkındaki görüşümü belirtirken doğrudan doğruya bugünkü şartları esas almaktayım.
polonya için zor bir maç
polonya takımı bu sene altı millî karşılaşma yaptı. ilk müsabaka norveç'le idi ve golsüz beraberlikle neticelendi. bundan sonraki üç maç ise, üç mağlûbiyetle polonya futbolu için bir tehlike işareti oldu. nitekim macaristan'a 4-1, doğu almanya'ya 2-0 ve bulgaristan'a 2-1 yenildikten sonra futbolumuzu idare eden mekan teizma tamamen değişti. federasyon yeni şahıslardan kuruldu.
son iki maçın beşer gollük galibiiyetlerle kapanması, polonya futbolunu idare mes'uliyetini yüklenenler için başarılı bir başlangıçtı. fakat yılın milli maçlar takvimi daha kapanmadı ve bence macar maçı hariç, en zor, en ağır karşılaşmamız geldi. bu, türkiye maçıdır.
norveç'i 5-3. finlandiya'yı 5-0 yenen polonya takımı umumiyetle iyi oyunlar göstermişti. şimdi türkiye'ye karşı da muzaffer çıkarak bu iki galibiyetin sevincini devam ettirmek ve aynı zamanda formunu muhafaza ettiğini ispat zorundadır.
türklerin macarlara karşı kazandığı galebe, polonya'da geniş akisler uyandırmış, basın buna büyük ölçüde yer vermişti. o günlerden kalan kanaat, türkiye'de türk milli takımını yenmenin zorluğudur. şimdi ben buna diğer bazı unsurları da ilave edeceğim.
polonya takımı gayet kötü hava şartları içinde, uzun ve pek yorucu bir seyahat yapmıştır. futbolcuların bazısı elân iyileşmemiş, elân kendini toplayamamıştır. bu sebeple takımın nihai şeklinin tesbiti dahi güçleşmiş, düşünülen tertipte bazı değişiklikler yapılması icabetmiştir.
bunun yanısıra türk takımının kendi sahasında ve kendi seyircisi önünde oynayacağını da hesaba katmak gerekir. bu iki unsur, bir çok milli maçlarda neticeye fazlasiyle tesir eder.
mühim bir noktaya daha temas etmek isterim. bu da sahadır. futbolu istendiği güzellikte oynayabilmek için önce iyi futbolcu, fakat hemen ardından da iyi bir saha lâzımdır. polonya takımı normal çimen bir sahada esas futbolunu oynayabilmektedir. istanbul stadının sahası, duyduğumuz gibi. iyi değilse, bu, top kontrolünü çok güçleştirecek ve polonya oyuncularım rahat top aktarmaktan alıkoyacak demektir. kötü bir saha daima top falsolarına sebebiyet verir ve o da neticeye müessir olan faktörlerdendir.
bebabeblik iyi bir neticedir
polonya milli takımı «wm» sistemiyle oynar. ancak oyuncularının numaralanması, macarlarda olduğu gibidir. yani santrhaf 3. solbek 4. sağhaf 5 numaralı forma giyer. takımın teknik değeri mütalaa edilirse, oyuncuların umumiyetle hemayar olduğu görülür. aralarında kaleci szymkowiak, satrhaf korynt ve sağaçık pohl diğerlerine nazaran klas futbolculardır.
bu satırlardan sonra netice hakkında peşin hüküm vermek, bir tahminde bulunmak gerekirse, şansı türklere vermek, daha mâkûl olur. ben polonya'dakl gazeteme yazdığım tahminde de aynı peşin hükmü kaydettim. işte tekrarlıyorum: «türklere karşı beraberlik almamız, iyi bir netice olacaktır. galibiyet şansı türk milli takımınındır.»
yazıma son vermeden önce burada resmi ve vazifeli şahıslar dışında halktan gördüğümüz sempatiye hayranlığımı bilhassa belirtmek isterim. yolda polonya futbolcularına gösterilen alâka ve yakınlığı, türk milletinin polonya milletine yakınlığı seklinde tefsir ederek ziyadesiyle memnun olduk. herhalde türklere mukabele edebilmek için türk milli takımının polonya'ya iadei - ziyaretini beklememiz lâzım geliyor.
golümüzün kahramanı metin'in diğer gollük şutları, sahanın en iyi oyuncusu polonya kalecisi tarafından kurtarıldı
rakiplerimizin «müdafaa» taktiği, takımımızın baskılı oynamak imkânını arttırdı. birinci devrede ikinciden daha canlı ve tesiliydik
-gündüz kılıç
polonyalılar kırmızı - beyaz kıyafetleriyle sahaya fırladılar, halkı selamlayıp sahaya yayılarak ısınmağa koyuldular. hareketleri pek canlı, çevik, arzulu idi. zıpzıp zıplıyorlar havada parendeler atıyorlar, sağa sola acaip ritimlerle sallanıyorlar, yerlerde yuvarlanıp duruyorlardı. hani şu yavaş yavaş dünyanın yarı gençliğini zıvanadan çıkaracağa benzeyen isterik «rock and roll» ezbesine tutulmuş gibiydiler... derken bizimkiler gözüktüler, daha ağır ve gevşek bir halleri vardı. onların ısınma edâsını da bir raksa uydurmak gerekirse vâkur ve kendine güvenen «zeybek» in tempılarına benzetebilirdiniz. iki tarafın da formaları beyaz olduğundan bizimkiler ev sahipliği yapıp gardroplarındaki kırmızılarını giyiverdiler... sonra bir boru sesi... polonya millî marşı... ikinci bir boru sesi ve millî marşımız... cidden semayı çınçınlatarak, tüylerimiz dikenleşerek hep bir ağızdan çok candan haykırdık: (korkmaz sönmez bu şafaklarda...)
maçın gevşetici havası
işler olup bittikten sonra (ben demedim mi) ciliği hiç sevmem. fakat ne yapayım ki maçtan önce yazımda o her millî maçtan evvel bizleri ve futbolcularımızı saran heyecanlı, rakibi büyümseyici, hırslı havayı bu sefer bir türlü koklayamadığımı yazmıştım. bu bizim için bir dezavantajdır da demiştim... emin olun stadı ve oyuncularıumızı maçtan önce dolduran atmasfor buydu. havagazı gibi tatlı bir uyuşukluk ve hayaller içinde insanı gevşeten bir havaydı bu...
bereket ki golü yiyiverdik
fakat daha üçüncü dakikada polonyalılar yegâne gollerini frikikten atıverdiler. daha bizimkiler «baraj kuralım mı?», «baraja kim geçecek?» diye düşünüp birbirlerini çekip dururken polonyalılar çabucak topu dikerek akıllı ve evvelce düşünülmüş usulleriyle sayılarını yaptılar. golü (7) numaralı oyuncuları yerden sıkı bir vuruşla ağlarımıza taktı. tribünlerden iritaz sesleri yükselir gibi oldu. futbolcularımız bile hakeme söylenmeğe yeltendiler. halbuki gol, pek meşrû bir goldü. frikik atışlarını hakemin ikinci düdüğü veya işaretini beklemeden atmak bütün dünyada, atan takımın bir avantajı olarak kabul edilmiştir. duvarın kuruluşunu, herkesin yerini almasını beklmeye zerre kadar lûzum yoktur.
bizim demode frikiklerimiz
biz futbolumuzda frikik olunca ilk önce iki üç oyuncunun «ben atacağım, sen atacaksın» diye çekişmesi, sonra halkın «şu atsın» diye seslenmesine, hakemlerimizin tekrar tekrar (9) adımlar arşınlamasına alışkın olduğumuzdan bu alaminut atışa hayretler içinde baka kaldık. lakin bu gole ben kendi hesabıma bizimkiler atmış kadar sevindim. zira futbolcularımız ondan sonradır ki, kaç gündür kendilerini saran rakibi küçümseme havasından sıyrılıp «ha! bunlarda iş varmış» diyerek kollarını sıvayıp koştular, fırtınalaştılar... artık sahada hakiki türk futbolu konuşuyordu...
oyunu avcumuza aldık ve golü de attık
oyun bizim onbirin avucundaydı. polonyalıların ellerinden teknik ve taktik gibi filanları çoktan almıştık. onlar hücumlarımızı ancak vücut zoru ile defetmeğe çabalıyorlardı. bu göğüs geriş biraz da kırasıya ve sertçe oluyordu ya her neyse... nihayet yedinci dakikada basri'nin polonya kalesi önlerine süzülen çok düzgün bir serbes vuruşuna geriden para gibi fırlayarak şahane bir kafa konduran metin beraberlik gollümüzü yaptı... baskımız onbeşinci dakikaya kadar pek ezici bir suretle devam etti. onbeşinci dakikadan itibaren oyun mütevazin bir hal aldı. sonra yirmibeşinci dakikadan itibaren yine azdık, yine fırtınalaştık...
dışarıdakiler ve içeridekiler
haftaymda tribünlerde hepimiz pek memnunduk. bugün maç bizimdi. çocuklar iyi çalışıyorlardı. bizler dışarıda böyle konuşup şevklenirken futbolcularımız da içeride «onlardan çok iyiyiz, adamlar durdular, bittiler» filân gibilerinden konuşup tekrar gevşediler galiba... çünkü ikinci devrede bu zamansız ve miskinleştirici güvenleriyle sahada çok durgun ve şuursuzdular. bu derde ilâç olarak takımda ufak bir değişiklik yapıldı. lefter çıktı kadri solaçğıa geçti ve recep soliçe taze kuvvet olarak girdi.
alnımızın ta ortasına vuran son fırsat
kırkbirnci dakikada saim'in çok uzaklardan rakip kalenin göbeğine ylladığı top polonya altı pas sahasını karmakarışık etti. bu karışıklıkta yakın mesafeden topu ayak burnu ile dürten metinin vuruşunu kaleci uzaktan, bizlere, içerden çıkarıyormuş gibi gelen bir şekilde çeliverdi. oyuncularımız gol olduğunu anlatmak isteyen sinirli jestlerle terter tepindiler. orta hakemine çıkıştılar, yan hakemine söylendiler. fakat hakem otoriter hareketlerle golü vermedi de vermedi... maçtan sonra pozisyona yakın bâzı futbolcularımıza ve kale arkasındaki fotoğrafçı arkadaşlardan birkaçına sordum. kimi topun dörtte üçü içerdeydi diyor. kimisi tamamı... kimisi de çizginin üzerindeydi hükmünü veriyor... biliyorsunuz ki, gol olması için topun tamamının çizgiyi geçmesişarttır... artık geçti mi, geçmedi mi orasını sâdece allah bilir...
polonyalılar vücut suplesleri kondisyonları bizden üstündü. bizimkiler ataklarını, ikili müğcadelelerini canlarını dişlerine takıp son eforla yaparlarken onlar daha rahat ve yumuşaktılar. gel gelelim bu canlılıklarını çok kerre kasdi, gayrinizami ve sportmence olmıyan girişlerde, mmüdahalerde kullandılar. bilhassa takım kaptanları olan (5) numaralı oyuncunun çirkin hareketeri ve çekişmeleri gözlerimizi tırmaladı durdu...
maçtan önce türk takımının hücum taktiği ile oynayacağını biliyorduk. fakat bu taktiği ofansif oyuncuları defansif mücadelerine nazaran çok zayıf olan iki yan haf kuramazdı. oyunun büyük bir kısmını hasım kalesinin önünde oynamamıza rağmen geriden oraya gelen toplar hesaplı paslar değil de ekseriye defedici vuruşlardı... sonra daha ziyade tehlikeli mıntıkada yani onsekiz çizgisi civarında kümelenip «saha markajı» yapan hasım müdafaanın ekmeğine yağ sürersecine bilhassa solaçğımız hep içerlere kayıp o sahayı büsbütün sıkıştırdı ve düğümledi.
eğer biz maçta baskılı oynadıysak bu daha ziyade rakiplerimizin çekilişindendir...
turgay: çok az iş düştü. yediği golde önünde doğru dürüst kurulamıyan karmakarışık barajdan topu göremedi. hatâsızdı. bilhassa uzun degajmanlarla takımına faydalı oldu.
basri: başarı ile vazifesini yaptı. fedâkardı.
saim: büyük başarı ile vazifesini yaptı.
naci: başarı ile vazifesini yaptı.
mustafa: çok çalışkan ve başarılıydı. marke ettiği soliçin geri oynamasıyle de biraz zayıf olan hücumcu tarafı da göze batmadı.
necdet: müdafaada iyi hücumda pek zayıftı.
isfendiyar: arkadaşlarına sayısız gol fırsatı hazırladı. başarı ile oynadı.
can: ilk millî maçı için muvaffak oldu demek gerekir. bir senelik bir futbolcu ve ilk millî maçı dile kolay...
metin: sahanın ne yaptığını bilen kurucu ve netice alıcı yegâne oyuncusu yıldızı idi.
kadri ve lefter: kadri ayak bileğinden, lefter ise kasıklarından sakat olan bu sol taraf belki de bu ârızaları yüzünden aslâ tanıdığımız ve görmek istediğimiz kadri ve lefter değildiler.
polonyalılar
polonya millî takımında kaleci szymkowiak, bek masellli, (5) numaralı suszezyk, sakatlanıp çıkan sağ açık pohl arkadaşları arasında sivrildiler.
maçtan sonra soyunma odalarına gidenler türk takımı odasında üzüntü, polonyalıların tarafında ise bir sevinç havası hissettiler. maçın 1-1 berabere neticelenmesi. polonyalıları memnuniyete boğmuştu.
tek seçici krug: «türkler çok iyi oynadı» diyordu. «bilhassa süratlerine hayrab oldum ifade edilebilirim ki türk milli takımı avrupa futbol ekipleri için korkulu bir rakiptir. bu maçı gördükten sonra macarları hakkiyle yendiğinize kanaat getirdim. kalecimiz iyi oyaamasaydı, netice muhakkak aleyhimize tecelli ederdi. forvet hattınızda sağ kanat fevkalâdeydi.»
antrenör konsewicz bu fikirlere iştirâk ve şunları ilâve ediyordu: «- türkler daima taaruzda, biz ise müdafaadaydık. sahanın sert oluşu forvetimizin oyununu bozdu. esasen bütün takımımız normal futbolünü gösteremedi. sağhafınız en iyi oyuncunuzdu.»
takımını mağlubiyetten kurtaran kaleci szymkowiak gayet mütevazi bir edâ ile konuşuyordu: «netice normaldir. türkler çok iyi oynadılar. ben ise sadece vazifemi yaptım. santrfornuzu ve bilhassa sağacığınızı çok beğendim.»
kaleci szymkowiak son dakikalardaki münakaşalı pozisyon için de şöyle diyordu: «topu bir karış kadar kale çizgisi dışında tuttum, katiyen içerden çıkarmadım.»
golün kahramanı sarışın sağaçık pohl, sakat kalçasını oğuşturarak fikrini söyledi: «saha çok sertti. bununla beraber türk takımının daha iyi oynadığını söylemeliyim. attığını frikik - golüne itiraz ettiler. halbuki topu dikip hemen atmak, en doğru şekildir. karşıki takımın dizilmesini beklemek bir kaide değil, bilakis bir hatadır.»
türk takımının odasında kaçan bir galibiyetin üzüntüsü hissedilirken tek seçici eşfak aykaç: «takımdaki bütün oyunculardan memnunum. kendilerine verdiğim taktiği, vazifelerini hakkiyle yaptılar.» diyordu.
polonya maçı için millî takımı antrene eden cihat arman'ın prağ'da yapılacak türkiye - çekoslovakya maçında da vazifesine devam edeceği haber verilmektedir.
1956 senesinin şubat ayı içinde ve bir haftada iki milli maç yapmıştık. bunlardan biri polonya, diğeri ise çekoslovakya ile idi. her iki takımla da otuziki sene zarfında temasta bulunmamıştık.
görmediğimiz ve hakkında bilgi edinemediğimiz bu takımlarla yapacağımız karşılaşmaların neticeleri bizce meçhuldü.
bu iki maçtan ilkini mithatpaşa stadında polonya ile yapmış ve üçüncü dakikada müdafaamızın baraj kuramamasından faydalanan polonya'nın attığı gole, takımımız da bir golle cevap vererek 1-1 bitirmiştik.