ahmet çakır'ın "taçlı kral metin oktay" kitabından;
isfendiyar'ın yıldırım aşkı!
macaristan milli takımını 3-1 yenmelerinin ardından cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından ödüllendirilmek üzere ankara'ya davet edilen kafile uçakta inanılması zor bir olay yaşar. metin oktay bunu şöyle anlatır: "uçağımız istanbul'dan havalanalı henüz 10 dakika olmuştu, ifendiyar (açıksöz) benim yanımda oturuyordu. birden bana döndü 'metinciğim' dedi, 'ben şu hostes kızla evlenmek istiyorum!' "bastım kahkahayı. katıla katıla gülmeye başladım. çünkü, böylesine bir yıldırım aşka, ilk defa tanık oluyordum, lsfendiyar biraz ayran gönüllüydü. 10 dakika içinde hiç tanımadığı, hiç konuşmadığı, adını dahi bilmediği hostese aşık olmuştu.
"isfendiyar'ın evlenme karan uçağı bir uçtan bir uca sardı. durumu a milli takım tekseçicisi eşfak aykaç'a da duyurdu ve 'lütfen hocam' dedi, 'kızı allahın emriyle siz ister misiniz?'
"eşfak aykaç önce şaşırdı, sonra isfendiyar'ın ısrarlan karşısında kalktı, hostesi allahm izni peygamberin kavliyle bir güzel istedi.
"uçakta kıyametler kopuyordu. hostes kız da teklifi kabul edince, yüzüksüz bir nişan töreni yapıldı uçakta. türk hava yollarının istanbul-ankara seferini yapan uçağı esenboğa havaalanına inerken, ünlülerle dolu uçaktan nişanlı bir çift çıkıyordu."
ahmet çakır'ın "taçlı kral metin oktay" kitabından;
macar zaferi'nin 30.yılına mütevazı kutlama
1986 yılının şubatında hürriyet gazetesinde macar zaferini kazanan takımın buluşması yapılmıştı. o dönemde hürriyet'in spor müdürü olan rahmetli eşfak aykaç ağabeyimizle birlikte takımda yer alan oyuncuları 30 yıl sonra biraraya getirmiştik. o takımın başındaki kişi olan eşfak ağabey eşsiz nezaketiyle beni masanın başına oturtmuş... masanın iki ucunda metin oktay ve coşkun özarı... bu tür toplantılara hemen hiç katılmayan lefter ağabeyin de orada oluşu büyük onur. turgay seren nedense gelememiş, yerine şükrü ersoy koşmuş... hürriyet'te bu tür işlere çok dikkat edilirdi ama nedense o gün futbolumuzun efsane isimlerini karavana ile ağırlamayı yeğlemişiz... metin ağabeyle iki fotoğrafımdan biri de bu. iyi ki öyle olmuş...
ahmet çakır'ın "taçlı kral metin oktay" kitabından;
bir metin vardı ki eşfak aykaç hürriyet gazetesi yazarı
metin'in jübilesi yapılıyor... bu mutlu olay beni hayal aleminde 13 yılın ötesine götürdü. tek seçici olarak macaristan'ın karşısına çıkaracağım türk milli takımını kurmağa çalıştığım günleri düşünüyorum. şurası, burası delinmiş kadronun "9" numaralı mevkiindeki kocaman istifham hala gözlerimin önünde. kim giymelidir milli takımımızın "9" numaralı formasını.
galatasaray'ın 10 numarası var... topa çok sert vuran iki ayağı, eşsiz bir "timing" hassasiyle yükselerek, uzayarak, attığı kafa şutları dikkatimi çekti. şu izmir'li genç beceremez mi işi acaba?
o ara ankara'ya giden galatasaray'dan rica ediyorum. bu genci orada yapacağınız maçlarda santrfor oynatır mısınız?
oynatıyorlar... galatasaray'ın açık farkla galibiyeti ankara'daki iki maçın santrforu izmir'li delikanlı. nefis oyununu yağdırdığı gollerle süslüyor. böyle aldı, benim ilk milli takımımın santrforu metin oktay, o yeri...
mehmet ali gökaçtı'nın "bizim için oyna": türkiye'de futbol ve siyaset kitabından;
bir efsane: 1956 macaristan maçı
türkiye'nin uluslararası futbol arenasındaki maçlarından belki de en önemlisi, macaristan ile 1956 yılında oynanan karşılaşma olmuştu. türkiye için milli maçlar her zaman önemli olmuş, ancak bunlar arasında bazıları, konjonktüre bağlı olarak diğerlerinden çok daha farklı bir önem arz etmişti. "macar maçı" da böyle özel bir maç olarak tarihe geçmişti. ancak önce, bu maça kadar yaşanan sürece göz atmak gerekir.
ikinci dünya savaşı öncesinde sınırlı sayıda takımla maç yapabilen türkiye, savaş sonrasında izlediği politikanın bir gereği olarak batılı ülkelerle çok daha fazla temas kurmaya başlamıştı. bu dönemde maç yapılan takımlar, öncelikli olarak batı'nın futbolda ileri düzeydeki ülkelerinin takımlarıydı. bunlar arasındaki kayda değer milli maçlardan ilki, 1951 yılında almanya'ya karşı berlin'de oynanan ve türkiye'nin 2-1 kazandığı maçtı. deneyimli oyuncular ile genç yeteneklerin bir araya gelmesiyle oluşturulan milli takım, bu maçı kazanarak tarihe geçen ilk büyük zaferlerinden birini elde etmişti. bir anlamda, bu maç türk futbol "mitoloji"sindeki ilk büyük hikâyeydi. maçın kazanılmasında hangi faktörün belirleyici olduğu yıllar sonra bile tam olarak anlaşılamamışsa da, berlin maçı türk futbolu için dönüm noktalarından biri olarak tarihe geçecekti.
almanya maçına kadar denk güçteki takımlarla oynayan milli takımın elde ettiği başarılar ancak mütevazı ölçülerde ses getirmiş, kısa zamanda unutulmuştu. zaten futbolun o kadar popülerleşmiş olmadığı o dönemdeki yankısı da sınırlıydı. sporun daha ziyade kitlelerin "disipline edilmesinin" hizmetinde görüldüğü o dönemde, bu tarz başarıların fazla ön plana çıkarılmayacağı da aşikârdı.
ancak ikinci dünya savaşı sonrasının yeni koşullarında milli takımın almanya karşısında aldığı bu galibiyet, başka bir anlamlandırma çerçevesine oturmuştu. profesyonelliğe geçiş hazırlıklarının yapıldığı, değişen çehresiyle kitlesel bir hüviyet kazandığı bu günlerde, futbolun milli kimliğe ne ölçüde katkı sağlayabileceği ilk kez almanya maçıyla görülecekti. ancak bu maç, söz konusu sürecin erken sayılacak bir dönemine denk gelmesi dolayısıyla 1956'daki macaristan maçı kadar büyük ve süreklilik arz eden bir etki yaratmamıştı.
ikinci önemli aşama ise, türkiye'nin 1954 dünya kupası'na katılma hakkını kazanması olmuştu. kupaya katılabilmek için ispanya ile oynanan üç maç sonunda türkiye, kura ile de olsa isviçre'deki turnuvaya katılma hakkını kazanarak büyük bir sürprize imza atmıştı. türkiye kupada, grup maçlarında macaristan, almanya ve güney kore ile aynı grupta yer almış, farklı kazandığı güney kore maçı dışında kayda değer bir başarı elde edememişti. ancak sonuçlan ne olursa olsun bu turnuva, türkiye'nin futbol alanında uluslararası düzeyde yer aldığı ilk ciddi turnuva olmuştu. 1950 yılında da katılma hakkını elde etmiş olmasına rağmen, maddi gerekçelerle dünya kupasına gitmeyen türkiye için artık böylesi organizasyonlarda yer almak büyük önem arz edecekti.
türkiye'nin katıldığı 1954 dünya kupası'nın finalinde almanya ile macaristan karşılaşmış ve şampiyonluk çekişmeli bir maçın sonunda almanya'nın olmuştu. bu turnuva sonrasında macaristan, artık yavaş yavaş devrini kapamak üzere olan efsanevi kadrosuyla çeşitli ülkelerde özel maçlar yapmaya başlamış, bir anlamda elindeki şöhreti paraya tahvil etmeye koyulmuştu. macarlar, sürpriz bir biçimde dünya kupası'na katılan türkiye'yi de turne programlanna almışlardı. 2 şubat 1956 günü türkiye'ye gelen macar milli takımı ile ayın beşinde oynanması gereken maç, yoğun kar ve şiddetli soğuklar dolayısıyla 19 şubat'a ertelenmişti. hava muhalefeti dolayısıyla türkiye'de bir tür zorunlu ikamete mecbur olan macarlar, önce izmir'de, sonra ankara ve istanbul'da peşte karması adı altında il karmalarına karşı özel maçlar yapmışlar ve bu maçları farklı kazanmışlardı.
nihayet 19 şubat 1956 günü türk ve macar milli takınılan, basın tarafından aylar öncesinden bu maça hazırlanan kamuoyunun yoğun ilgisi altında istanbul mithat paşa stadyumu'nda karşı karşıya geleceklerdi. türkiye'ye gelmeden önce mısır ve suriye'ye giden, türkiye'de de izmir ve ankara'da dört maç yapan, yorgun ve bir o kadar bıkkın macarlar karşısında iyi konsantre olan türkiye, üstün bir oyun çıkararak maçı 3-1 kazanmayı başarmıştı. bu galibiyet, ülkede daha önce örneğine rastlanmamış bir sevinç yaratmış, coşkulu kutlamalar yapılmıştı. gazeteler bu galibiyete geniş yer ayırmışlar; avrupa medyasını taramışlar ve değişik ülkelerdeki gazetelerin bu maçla ilgili haber ve yorumlarını okuyucularına aktarmışlardı. aktarılan yorumlardaki ortak motif, türk milli takımı'nın çok iyi bir takım olduğu ve macarlar karşısında haklı bir galibiyet aldığı idi. türk milli takımı'nın, 1954 dünya kupası'nın finalisti olan ve son altı yılda yaptığı 48 maçta sadece bir yenilgi alan efsanevi macar takımını yenmesi, sevinç ve gurur dalgası estirmişti.
"macar maçı"nın etkisi o günlerle sınırlı kalmamış, onyıllarca yaşayacak bir efsaneye dönüşmüştü. aslında bu maçı bu maçı bu denli büyüten kurgu çok daha sonraki yıllarda oluşturulacaktı. 1950'li yıllarda türk milli takımı, yetenekli oyunculara sahip olmakla birlikte uluslararası futbol arenasında söz sahibi değildi. günlük başarılar elde ediliyor olsa da, türkiye futbolda zayıf ülkeler kategorisine dahildi. bu yüzden, türkiye'nin kimi zaman rakibin zaaflarından, kimi zaman da o günkü kişisel performanslardan kaynaklanan başarıları gerçekçi bir gözle bakılırsa sürpriz niteliğindeydi.
1951 yılında almanya karşısında kazanılan 2-1'lik galibiyet, 1954 dünya kupası'na katılma başarısı ve nihayetinde dünya kupası finalisti macaristan karşısında kazanılan 3-1'lik galibiyetler, türkiye'nin futbolda bir şeyler yapabileceği ve bu işi üst düzeyde yapanlardan geri olmadığı inancını pekiştiren vakalardı. ellili yıllarda kazanılan bu nokta başarıları izleyen yirmi yılda gerek milli takım gerekse kulüp takımlarının aldığı başarısız sonuçlar, ilginin ister istemez geçmişe kaymasına neden olacaktı. ellili yıllardaki başarıların bir benzerinin çok uzun yıllar elde edilemediği zaman diliminde türk futbol dünyası, "macar maçına" olduğundan çok daha büyük bir anlam yükleyecek ve bu maçı türk futbol literatürünün kutsalı haline getirecekti. bu mitos, ancak 1990'larda önce kulüp düzeyinde kazanılan uluslararası basanlar, ardından milli takımın 48 yıl sonra katıldığı dünya kupası'nda üçüncü olmasıyla aşılabilecekti.
macaristan maçıyla beraber, o günkü kadroda yer alan oyuncular da efsaneleştiler. sonraki yıllarda ne denli yetenekli ve başarılı futbolcular gelirse gelsin, "macar maçı" futbolcularının önüne geçemediler. başarısızlıklar sürdükçe bu maç yeniden değerlendiriliyor ve yeni bir imge kazanıyordu. bu psikolojik ortamda bu maça, dönemin futbolcularına ve futbol anlayışına yönelik bir eleştirel bakış da geliştirilmemişti. bir anlamda dillerdeki istisnai başarılara dayanarak oluşturulan türk futbol mitolojisi, sonraki dönemleri de olumsuz etkileyecekti. türk futbolu uzunca bir dönem kendi kurguladığı mitolojik bir dünyada, geçmişteki başarıların gölgesinde yaşamak zorunda kalacaktı.
türk futbolunun bu durumu aşabilmesi, ancak 2000 yılında galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması ve milli takımın ise 2002 dünya kupası'nda üçüncü olmasıyla mümkün olabildi. 2000'lerin başında kazanılan bu başarıların da zaman içinde tıpkı macaristan maçı gibi bir efsaneye dönüşüp dönüşmeyeceği gelecek yıllarda türk futbolunun izleyeceği seyre bağlı olacak.
mehmet ali gökaçtı'nın "bizim için oyna": türkiye'de futbol ve siyaset kitabından;
altmışlı yıllarda milli takım ve geleneğin icadı
ikinci dünya savaşı sonrasında değişen koşullar, futbolun daha başka bir gözle görülmesine yol açmıştı. futbol, endüstrileşmeye doğru giden yolda ülkelerin ve toplumların gelişmişliklerini belirleyen bir göstergeye dönüşmüştü. bu nedenle iyi bir ulusal takımla uluslararası arenada başardı olmak özel bir prestij kazanacaktı.
ellili yıllar, futbolda savaş öncesi dönemde ekol hâline gelmeyi başarmış ülkelerin ağırlıklarını sürdürdükleri bir dönemdi bu dönem aynı zamanda bu ülkelerden bazılarının kendilerini yeni bir futbol anlayışı eşliğinde geliştireceği bir değişim dönemiydi. geçmişte başarılı olmuş bazı ülkeler ise kendilerini yenilemeyi başaramayarak yavaş yavaş sahneden çekilmişti örneğin almanya kendini yenileyerek futbolda büyük aşamalar kaydederken; macaristan, avusturya, çekoslovakya düşüşe geçen ve bir müddet sonra sıradanlaşan ülkeler olacaklardı, avrupa kıtasında futbolun yeniden şekillendiği dönemde, yetenekli futbolculardan oluşan bir kadro ile futbol sahnesine çıkan türkiye de mütevazı ölçülerde başarılı sayılabilecek bir çizgiyi tutturmuştu.
bu yıllarda kazanılan basanlar, türk futbolunun kendine özgü bir stili olması sayesinde kazanılmış değildi. bu başarılar, türkiye futbolda çok yetenekli bir futbolcu nesli yetiştirmiş olduğu için de kazanılmamıştı. türkiye'nin başarıları, daha çok uluslararası futbol ortamının içinde bulunduğu geçiş döneminden faydalanılarak kazanılan "konjonktürel" başarılardı. kazanılan galibiyetler tüm ülke çapında coşkuyla karşılanmıştı. genel kanaat ise, bu başarıların arkasının geleceği yönündeydi. ancak altmışlı yıllara gelindiğinde, dünya futbolunun yaptığı aşamaların ve gelişmelerin uzağında kalan türk futbolu, acı gerçeklerle yüzleşecekti.
1956 yılındaki macaristan maçından sonraki dört yılda toplam on altı milli maç yapan türkiye, çoğunlukla orta düzey takımlar karşılaşmış ve yedi galibiyet almıştı. bulgaristan, romanya ve henüz aşama yapmamış belçika, hollanda gibi ülkeler karşısında alman bu galibiyetlere karşın; ispanya, çekoslovakya, portekiz karşında alman mağlubiyetler, türk futbolunun konumunu gösteriyordu. belirli bir sistemi olmayan türk futbolu, altmışlı yıllara gelindiğinde dönemsel basanlardan da uzak kalacaktı.
bu dönemde, milli takım için beslenen umutlar yavaş yavaş yerini eleştiriye ve umutsuzluğa bırakmaya başlamıştı. ellili yılların nispeten başardı kadrosunun yenilenememesi yanında asıl sorun; sistemi, altyapısı ve yeterli tesisi olmayan türk futbolunun, bu koşullar altında batı ile yarışmasının mümkün olmadığının anlaşılmasıydı. nitekim milli takınım unutulmaz kalecilerinden turgay seren 1963 yılında verdiği bir demeçte etrafı toz pembe görmenin bir işe yaramadığını söyleyecek ve bunun "bizi aslında felakete sürükleyen yegâne neden" olduğuna işaret ederek, "doğru düzgün sahaların hatta topun bile bulunmadığı bir ortamda başarılı olmanın mümkün olmadığını" belirtecekti
ikinci lig'in kurulması, genç milli takım oluşturulması, hep futbolu tabana yayarak gelişmesini sağlamak içindi ancak işlerin sistemli bir bütünlükten uzak yürütülmesi, beklenen sonuçların alınmasını önlüyordu. dünya futbolundaki gelişmelerin çok uzağında kalan türkiye için kelimenin tam anlamıyla hüsran dolu yıllar başlıyordu. milli takım altmışlı yıllarda israil, tunus ve etiyopya gibi takımlar karşısında galibiyetler alsa da, futbolda ileri konumdaki almanya, polonya, çekoslovakya gibi milli takımlar karşısında hezimet olarak tanımlanan cinsten farklı yenilgiler alacaktı. dünya kupası ile altmışlı yıllarda başlayan avrupa uluslar kupası da türkiye için sadece grup maçları aşamasına katılınan, finalleri ancak uzaktan izlenen organizasyonlar idi.
sürekli yıkımlar yaşayan bir insan gibi, türk futbol dünyası da çareyi geçmişe yönelmekte ve eski başarıların gölgesine sığınmakta bulmuştu. 1956 yılındaki 3-1'lik o meşhur macaristan maçı adeta yeniden keşfedilmişti. bu maç, futbolla ilgili hemen her konuda bir tür mihenk taşı haline gelmişti. nitekim, 1962 yılında macaristan'da oynanan ve türkiye'nin 2-1 kaybettiği maç "rövanşı verdik," diye değerlendirilecek ve 1956'daki maçın bir kıstas alınması belki de o an netleşecekti.
bu tarihten sonra oynanan maçlar kaybedildiğinde, macaristan maçını nasıl kazandığımız hatırlatılarak milli takım eleştiri yağmuruna tutulacaktı. kazanıldığında, bu kez de "1956 ruhunun" sahaya yansıdığı anlatılacaktı. örneğin 16 ekim 1966 tarihinde rusya'da elde edilen 2-0'lık galibiyeti, o güne değin görülmemiş bir şekilde birinci sayfadan sekiz sütuna manşet yapan hürriyet gazetesi, bu galibiyeti macar maçından sonraki en büyük zafer olarak kaydetmişti.13 bu galibiyet sonrasında futbol federasyonu başkanı orhan şeref apak da türk futbolunun gelişme yoluna girdiğini ve bu başarının altında başlattıkları ikinci lig ve genç takımlar projelerinin olduğunu söyleyecekti. ancak milli takımın daha sonra oynadığı irlanda ve almanya maçlarını kaybetmesi, değişen fazla bir şeyin olmadığını gösteriyordu.
bu yıllarda milli takımın tek başarısı rcd (kalkınma için bölgesel işbirliği örgütü) kupası'nı kazanmasıydı. rcd, abd öncülüğünde ön asya'da sovyet yayılmasına karşı oluşturulan ve türkiye, iran, pakistan arasındaki ekonomik dayanışma yı geliştirmeyi amaçlayan bir örgüttü. bu örgüt adına 1967 yılında pakistan'ın dakka kentinde düzenlenen turnuvada iran ve pakistan milli takımlarını mağlup eden türkiye, şampiyon olmayı başarmıştı. her ne olursa olsun uluslararası nitelik taşıyan bir turnuvada birinci olmak kamuoyunda sevinçle karşılanmışsa da, yönünü batı'ya dönmüş ülkede bu "doğulu" şampiyonluk, pek kalıcı bir iz bırakmamıştı.
yetmişli yıllarda, milli takım ara sıra alınan tesadüfi galibiyetler bir yana bırakılırsa birbiri ardına başarısız sonuçlar almaya devam etmişti. o dönemde macaristan maçı başarısız sonuçlardan sonra anımsanan bir nostaljik öğe olmaktan öte, yıldönümünde gazetelerde anılarak ritüelleşmişti. "macar maçı" tanıklık edenler şöyle dursun gün dünyada olmayanlar tarafından bile "tanınıyor", adeta kutsanıyordu. o kadroda yer alanlar, neredeyse birer futbol azizi yerine konuluyordu.
türkiye'de sivil toplum ve milliyetçilik kitabında yer alan, tanıl bora'nın "türkiye'de futbol ve milliyetçilik" başlıklı yazısından;
2- "dur tarih vur türkiye" -türkiye futbol ortamında milliyetçiliğin gelişme seyri
futboldaki millî maçlar ve -belki onlardan daha önemlisi- kulüp takımlarının avrupa takımlarıyla yaptığı müsabakalar, öteden beri, hemen her yerde olduğu gibi türkiye'de de milliyetçiliğin başlıbaşına önemli dışavurum vesileleridir. futbol, ulusal tutunum sağlama (cohesion) ve benlik kurma süreçlerinde önemli rol oynar.
türkiye'de, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren uluslararası karşılaşmalar, millî gururun ayrıcalıklı besinleri arasında yer almıştır. ulusal kurtuluş savaşı sırasında türk futbol takımlarının işgal güçleriyle yaptığı maçlarda aldıkları galibiyetler, türk spor tarihi yazımında ulusal direnişin saygın bir cephesi olarak destanlaştırılır. 1950'lere varıncaya dek, uluslararası spor müsabakalarının, görce 'sportmence' bir anlayış içinde önemsendiğini söyleyebiliriz. kazanmaya, yenmeye abartılı bir önem verilmemiş; "katılmak", "uygar dünya sahnesine çıkmak" başlıbaşına değerli sayılmıştır, zira bunlar ulusal varlığın meşruiyeti ve tanınması açısından onaylayıcı vesilelerdir. bu anlayış, hem yeni devletin modernleşme ve yerleşikleşme hedefiyle uyumludur hem de henüz kitle iletişiminin ve popüler kültürün hayli azgelişmiş olduğu bir 'çağın' icabıdır. öte yandan, 1956'da dönemin güçlü macaristan milli takımının 3-1 yenilmesi ve 1968'de fenerbahçe'nin manchester city'yi elemesi gibi münferit (occasionell) başarılar, gerçekten onyıllarca efsaneleştirilmiştir.
millî takım, o tarihlerden itibaren, yüksek bir millî statü değeri kazanmıştır. millî formanın sembolik anlamı, hâlâ bayrağınkine denktir. hatta bu nedenle son yıllarda uluslararası spor giyimi endüstrisinin millî formaları stilize etmesi yadırganmakta; futbol yazarları zaman zaman kırmızı-beyazın ve ay-yıldızın başka motiflerle ve renklerle 'lekelenmemesi' gerektiğine dair uyarılarda bulunma gereği duymaktadırlar. ya da örneğin kulüp takımlarının çoraplarına arma işlenmesinin, beşiktaş'ın amblemindeki türk bayrağının "ayağa düşmesi" anlamına geldiğinden yakınılabilmektedir ("bayrak ayakta değil başta taşınır". metin sertoğlu, hürriyet 12.2.1999).
bende hatırlıyorum bu maçı. zannederim ağabeyim götürmüştü maça. puskas-czibor-bozsik (kafa golleri ile ün yapmıştı) hidekuti o zamanın marodanası gibilerdi.
ilk basımı 2012 yılında cem zamur'un "onun gibisi gelmedi: memleket futbolundan portreler" kitabından;
onun gibisi gelmedi... lefter küçükandonyadis
(...)
fenerbahçe'deki başarılarını kısacık bir yazıya sığdırmak mümkün olmayacağından, burada milli takım forması altında türkiye'ye kazandırdığı başarıları kısa kısa hatırlamakla yetinelim. 1956 yılındaki macar zaferinde en büyük pay ona aitti, iki gol attı. dönemin en büyük savunmacularından bozsik, yediği dünya kadar çalımla başı dönmüş halde maç bitiminde lefter'e koşarak tebrik ediyor ve kendisi için "dünyanın en büyük forveti" diyordu, lefter'in, macar kalecinin "biraz daha uzansam kurtaracaktım," dediği penaltısı tısı için verdiği cevap ise, eğlenceli karakterini yansıtıyordu: "müsaade et de, ben de o kadarını ölçeyim!"
ilk basımı 2012 yılında cem zamur'un "onun gibisi gelmedi: memleket futbolundan portreler" kitabından;
şerçenin kanadı isfandiyar açıksöz
(...)
ve gelelim futbolumuzun neredeyse kırk yıl boyunca en önemli övünç kaynaklarından biri olmuş o unutulmaz macar maçına. isfendiyar maçın başlamasıyla macar defansının tüm dengesini bozarak sağ kanatta harikalar yaratmaya başladı. macar defansının belkemiği lantos'u çılgına çeviren isfendiyar, 6. dakikada rakibi şaşkınlığa sevk eden golün de hazırlayıcısı oldu. önüne uzatılan topu müthiş bir deparla macar savunmasından kurtarıp çizgiye inmiş, ortasında gelen topa lefter'in sol volesi macarlar için sonun başlangıcı olmuştu. ardından gelen penaltı pozisyonunun da hazırlayıcısı olan isfendiyar müthiş zaferin harcını karanlardan biri olmuştu, ardından lizbon'da oynanan ve 3-1 kaybedilen maçta millilerin teselli sayısı da onun ayağından çıktı. mısır'ı kahire'de 4-0 yenen kadronun da fark yaratan isimlerinden biriydi. lefter'in üç golünde onun büyük payı vardı. yine dönemin güçlü takımlarından polonya'yı varşova'da 1-0'la geçen millilerin arasında da o vardı. o sıralarda yeni bir sağ kanat oyuncusu da parlamaktaydı. vefalı hilmi kiremitçi, milli takım seçicileri bu iki yeteneğe dakikaları paylaştırmaya başlamışlardı. son milli maçına madrid'de ispanya karşısına çıktı isfendiyar, 3-0 kaybedilen maçtan sonra bir daha milli formayı giymedi.
16 kez a milli takım forması, 2 kez de b milli takım formasını sırtına geçiren isfendiyar, iki gol kaydetti.
dönem gazetelerinde "kafile başkanı" olarak anlatılan gusztáv sebes (gusztáv scharenpeck 1906-1986) bugünkü tanım ile macar takımının teknik direktörüdür. 1949-57 yılları arasında a milli takımın başında görev almıştır. en büyük başarısı ise 1954 dünya kupası'ndaki ikinciliktir.
nihayet aylardan beri beklenen maçın oynanacağı gün geldi. izmir ve ankara'da olduğu gibi istanbul'da da atletizm pistine seyyar tribün kurulmuştu. deniz tarafındaki büyük merasim kapısından başlayarak bütün numaralı tribün boyunca uzanan bu portatif tribün, gazhane tarafındaki kale arkasında son buluyordu. bu tedbire rağmen stadın alabileceği seyirci kapasitesi 25 binin biraz üzerindeydi. dışarıda kalma tehlikesi yaşamak istemeyen futbol hastaları bir gün öncesinin akşamından "kamp kurup" geceyi betonların üzerinde yatarak geçirmişti. bazı sporseverler üst üste iki gün süren bir spor şöleni yaşamıştı. bunlardan biri o tarihte darüşşafaka lisesi öğrencisi olan alpay öz'dü: "hiç unutmuyorum, bizim (darüşşafaka) bir maçımız vardı spor sergi sarayında. o maçtan sonra kalıp fenerbahçe-galatasaray basketbol takımlarının maçını seyretmiştik. can bartu o maçta oynamıştı. ertesi gün de dolmabahçe'de meşhur macar milli maçı vardı. salondan çıkıp aşağı indik. gece stadın önünde gazeteleri yere serip kaputları üstümüze çekerek yattık. o maçı da seyrettikten sonra döndük okula."7
2001 yılında oygur yamak'ın yaptığı söyleşide eşfak aykaç bu maçla ilgili şunları söylemişti: "maç ertelenmese idi başka bir kadro ile oynayacaktım. kadroyu ilan etmiştim. macarların (izmir ve ankara) maçlarını seyrettikten sonra kadroyu değiştirmek zorunda kaldım. on bire aldığım oyuncu da olmuştur, oyundaki görevlerinde değişiklik de yapmışımdır... oyun planımızı da bütünüyle değiştirdim." aykaç değiştirdiği planı şöyle açıklamıştı: "macar takımının orta sahasında yer alan oyun kurucularını, yani puşkaş'ı ve bozsik'i durdurmak, sol taraftaki czibor'u kontrol altına almaktan ibaretti ana hatlarıyla oyun planımız... bunu yaparken klasik anlamda forvetin sağ iç mevkiinde oynayan coşkun'u geri çekerek, orta sahada oyunun tanzimi görevini ona vererek, oyunun ondan başlaması şeklinde düşündüm." eşfak aykaç'ın sözlerinden coşkun özarı'nın bu maçın kazanılmasında önemli rol üstlendiği anlaşılıyor. bir diğer unsurun, rakibin en önemli silahı puşkaş'ı etkisiz hale getiren beton mustafa olduğunu şu sözlerle belirtiyor: "görevini eksiksiz yaptı. o kadar başarılı ve aman vermeyen bir markaj yaptı ki, puşkaş sıfır oldu, hiçbir şey yapamadı. 10 dakika kala tükendi çocuk, 'beni çıkar,' dedi. yerine saim'i aldım."11