golümüzün kahramanı metin'in diğer gollük şutları, sahanın en iyi oyuncusu polonya kalecisi tarafından kurtarıldı
rakiplerimizin «müdafaa» taktiği, takımımızın baskılı oynamak imkânını arttırdı. birinci devrede ikinciden daha canlı ve tesiliydik
-gündüz kılıç
polonyalılar kırmızı - beyaz kıyafetleriyle sahaya fırladılar, halkı selamlayıp sahaya yayılarak ısınmağa koyuldular. hareketleri pek canlı, çevik, arzulu idi. zıpzıp zıplıyorlar havada parendeler atıyorlar, sağa sola acaip ritimlerle sallanıyorlar, yerlerde yuvarlanıp duruyorlardı. hani şu yavaş yavaş dünyanın yarı gençliğini zıvanadan çıkaracağa benzeyen isterik «rock and roll» ezbesine tutulmuş gibiydiler... derken bizimkiler gözüktüler, daha ağır ve gevşek bir halleri vardı. onların ısınma edâsını da bir raksa uydurmak gerekirse vâkur ve kendine güvenen «zeybek» in tempılarına benzetebilirdiniz. iki tarafın da formaları beyaz olduğundan bizimkiler ev sahipliği yapıp gardroplarındaki kırmızılarını giyiverdiler... sonra bir boru sesi... polonya millî marşı... ikinci bir boru sesi ve millî marşımız... cidden semayı çınçınlatarak, tüylerimiz dikenleşerek hep bir ağızdan çok candan haykırdık: (korkmaz sönmez bu şafaklarda...)
maçın gevşetici havası
işler olup bittikten sonra (ben demedim mi) ciliği hiç sevmem. fakat ne yapayım ki maçtan önce yazımda o her millî maçtan evvel bizleri ve futbolcularımızı saran heyecanlı, rakibi büyümseyici, hırslı havayı bu sefer bir türlü koklayamadığımı yazmıştım. bu bizim için bir dezavantajdır da demiştim... emin olun stadı ve oyuncularıumızı maçtan önce dolduran atmasfor buydu. havagazı gibi tatlı bir uyuşukluk ve hayaller içinde insanı gevşeten bir havaydı bu...
bereket ki golü yiyiverdik
fakat daha üçüncü dakikada polonyalılar yegâne gollerini frikikten atıverdiler. daha bizimkiler «baraj kuralım mı?», «baraja kim geçecek?» diye düşünüp birbirlerini çekip dururken polonyalılar çabucak topu dikerek akıllı ve evvelce düşünülmüş usulleriyle sayılarını yaptılar. golü (7) numaralı oyuncuları yerden sıkı bir vuruşla ağlarımıza taktı. tribünlerden iritaz sesleri yükselir gibi oldu. futbolcularımız bile hakeme söylenmeğe yeltendiler. halbuki gol, pek meşrû bir goldü. frikik atışlarını hakemin ikinci düdüğü veya işaretini beklemeden atmak bütün dünyada, atan takımın bir avantajı olarak kabul edilmiştir. duvarın kuruluşunu, herkesin yerini almasını beklmeye zerre kadar lûzum yoktur.
bizim demode frikiklerimiz
biz futbolumuzda frikik olunca ilk önce iki üç oyuncunun «ben atacağım, sen atacaksın» diye çekişmesi, sonra halkın «şu atsın» diye seslenmesine, hakemlerimizin tekrar tekrar (9) adımlar arşınlamasına alışkın olduğumuzdan bu alaminut atışa hayretler içinde baka kaldık. lakin bu gole ben kendi hesabıma bizimkiler atmış kadar sevindim. zira futbolcularımız ondan sonradır ki, kaç gündür kendilerini saran rakibi küçümseme havasından sıyrılıp «ha! bunlarda iş varmış» diyerek kollarını sıvayıp koştular, fırtınalaştılar... artık sahada hakiki türk futbolu konuşuyordu...
oyunu avcumuza aldık ve golü de attık
oyun bizim onbirin avucundaydı. polonyalıların ellerinden teknik ve taktik gibi filanları çoktan almıştık. onlar hücumlarımızı ancak vücut zoru ile defetmeğe çabalıyorlardı. bu göğüs geriş biraz da kırasıya ve sertçe oluyordu ya her neyse... nihayet yedinci dakikada basri'nin polonya kalesi önlerine süzülen çok düzgün bir serbes vuruşuna geriden para gibi fırlayarak şahane bir kafa konduran metin beraberlik gollümüzü yaptı... baskımız onbeşinci dakikaya kadar pek ezici bir suretle devam etti. onbeşinci dakikadan itibaren oyun mütevazin bir hal aldı. sonra yirmibeşinci dakikadan itibaren yine azdık, yine fırtınalaştık...
dışarıdakiler ve içeridekiler
haftaymda tribünlerde hepimiz pek memnunduk. bugün maç bizimdi. çocuklar iyi çalışıyorlardı. bizler dışarıda böyle konuşup şevklenirken futbolcularımız da içeride «onlardan çok iyiyiz, adamlar durdular, bittiler» filân gibilerinden konuşup tekrar gevşediler galiba... çünkü ikinci devrede bu zamansız ve miskinleştirici güvenleriyle sahada çok durgun ve şuursuzdular. bu derde ilâç olarak takımda ufak bir değişiklik yapıldı. lefter çıktı kadri solaçğıa geçti ve recep soliçe taze kuvvet olarak girdi.
alnımızın ta ortasına vuran son fırsat
kırkbirnci dakikada saim'in çok uzaklardan rakip kalenin göbeğine ylladığı top polonya altı pas sahasını karmakarışık etti. bu karışıklıkta yakın mesafeden topu ayak burnu ile dürten metinin vuruşunu kaleci uzaktan, bizlere, içerden çıkarıyormuş gibi gelen bir şekilde çeliverdi. oyuncularımız gol olduğunu anlatmak isteyen sinirli jestlerle terter tepindiler. orta hakemine çıkıştılar, yan hakemine söylendiler. fakat hakem otoriter hareketlerle golü vermedi de vermedi... maçtan sonra pozisyona yakın bâzı futbolcularımıza ve kale arkasındaki fotoğrafçı arkadaşlardan birkaçına sordum. kimi topun dörtte üçü içerdeydi diyor. kimisi tamamı... kimisi de çizginin üzerindeydi hükmünü veriyor... biliyorsunuz ki, gol olması için topun tamamının çizgiyi geçmesişarttır... artık geçti mi, geçmedi mi orasını sâdece allah bilir...