ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir sabah erken saatlerde antrenman planlarımla meşgulken zil çaldı. eşim istanbul yabancılar dairesi'nin gönderdiği iadeli taahhütlü bir mektubu içeri getirdi. posta memuruna imza vererek mektubu aldığımı onaylamam gerekiyordu.
eşime, "yabancılar dairesi'nden mi?" diye sordu. "başka bir yerden değil de, niçin yabancılar dairesi'nden ?"
sonra, "belki de burada kalma hakkın yok," diye takılmayı sürdürdüm. "seni almanya'ya geri göndermek istiyorlar herhalde."
şaşkınlıkla yüzüme baktı ve gayet rahat bir ifadeyle, "belki de senin işini ben yapacağım ve sen de uçağa atlayıp dönmek zorunda kalacaksın," dedi.
bir yıldan beri galatasaray'da antrenör olarak çalışıyor, istanbul'da oturuyordum; resmî kaydım vardı ve yolculuklarda nereye gidersem gideyim pasaport kontrollerinde hiçbir zorlukla karşılaşmamıştım. tersine, herkes bana karşı her zaman nazik ve dostça davranmıştı. elbette pasaport kontrolleri sırasında kısa bir konuşma geçiyordu, ama hiçbir zaman belgelerimle ilgili bir uyarı gelmemişti.
ahmet'e, "aynı mahkemede olduğu gibi," dedim "hangi nedenle üç gün içinde orada bulunmam gerektiğini kimse açıklamıyor." memurlarla anlaşabilmek ve niçin oraya davet edildiğimi anlayabilmek için ahmet de benimle yabancılar dairesi'ne geldi. sonradan işin kokusunu baştan aldığını anlattı. ama o gün beni huzursuz etmemek için tek bir kelime bile söylememiş. işte benim ahmet'im böyleydi; her zaman yanımda, her zaman gözümün önünde ve her an yardım etmeye hazır. daha o zamandan bile, benim için en iyiyi isteyen, ama neyin daha farklı ve daha iyi yapılabileceğini de açıkça söyleyen bir oğlum gibi olmuştu.
her zaman iyi giyinirdi; temiz ve yakışıklı; oyuncularımızdan da alışkın olduğumuz gibi modaya uygun ve şıktı. ayrıca iyi bir eğitim almıştı; hem aile evinde, hem de sapanca yakınlarında okuduğu bir öğretmen okulunda. oradaki anılarını otobüs yolculuklarında saatlerce anlatırdı.
arabamızı uygun bir yere park ettik. birkaç merdiven çıktık ve dünyanın bütün dillerinin bir arada konuşulduğunu sandığım bir odaya girdik. burada, her hangi başka bir kentin istanbul kadar enternasyonal olamayacağını düşündüren bir dil karmaşası hâkimdi. emniyet müdürlüğü'nün yabancılar dairesi'ne ait bu odada dünya her zamankinden daha yakındı.
"pekâlâ," dedim. istanbul'da bir yıldan beri kurallara uygun olarak ikamet ediyorum."
evimin bulunduğu ayazpaşa'da, solunda bir bakkal, sağında bir kasap bulunan küçük bir büroda faaliyet gösteren muhtarlıkta kayıtlıydım. böylece, kendimce nüfus dairesine başvurmuş, kaydımı yaptırmış ve istanbul şehrinin bir sakini olarak kabul edilmiş olduğuma inanıyordum. ayrıca, türkiye futbol federasyonu'nun, türkiye 1. ligi'ndeki bir kulübün antrenörlüğünü yapabilmem için verdiği izin belgesine de sahiptim. gerekli lisansım vardı ve pasaportumda da her hangi bir tarihte, her hangi bir mahkemede cezaî takibata uğramış olduğuma dair hiçbir ibare yoktu. yani aslında emniyet müdürlüğü'nün yabancılar dairesi'ne iç rahatlığıyla girebilir ve soruları da hiç çekinmeden yanıtlayabilirdim. ama bu kentte ancak bir yıl yaşamış olan kim resmî dairelerle ilgili meselelerden anlayabilir ki?
bizi çağırdılar. ahmet ve benden, o zamana kadar resmî dairelerde gördüğüm bütün büroları geride bırakan ve içinde sadece devasa bir yazı masası bulunan odaya girmemizi istediler. resmî dairelerin havasını, yabancılar dairesi'nin en üst yetkilisinin odasında bulunduğumuzu hemen anlayacak kadar tanıyordum. ama soru hâlâ, bütün bunların ne anlama geldiği idi.
ve sonra yetkili geldi. hızlı ve kısa adımlarla. omuzlarında bol sırma bulunan bir üniformayla. itiraza tahammülü olmayan, insanı düzen ve disipline davet eden askerce bir tavrı ve sert bakışları vardı. "iyi günler."
birbirimizi selamladık. gerçek bir sempati, dürüstlük ve inanılırlık ifade eden bakışlarını gözlerimden ayırmadan elimi sıktı. ama bu arada oraya çağrılmamın ^sıl nedeninden hiç söz etmiyordu.
ziyaretçiler, dilekçe verenler, ikamet izni bekleyenler, kimi zaman istenen kimi zaman istenmeyen yabancı konuklar ve işçiler için ve özellikle de, benim durumumda olduğu gibi, eksiği görülen biri çağrıldığında kullanılmak için hazır tutulan küçük sandalyelere oturttular bizi. o an yavaş yavaş anlamaya başladığım gibi, ikametini bildirme yükümlülüğünü yerine getirmeyenleri de oturttukları sandalyelerdi bunlar.
büyük masanın arkasında oturan adam, "ne kadar süreyle hapsedilmek istiyorsunuz bay derwall?" diye sordu.
şefin gözünü bile kırpmadığını ve en küçük bir gülümsemeye bile meyletmediğini görünce, "aman tanrım" diye düşündüm; "olup bitenler düşündüğümden de kötü."
ne olduğunu anlamadan şaşkınlıkla baktım ona. "aynı, mahkemede olduğu gibi" diye geçti içimden, "ancak bu kez durum farklı. bu sefer şahit değil, zanlıydım."
işi şakaya vurarak karşılık vermeye çalıştım; belki bir şansım daha olabileceğini, henüz hüküm giymediğimi söyledim. karar çıktıktan sonra da, kalecimiz simo'nun kurduğu kale alanı kadar küçük bir hücrede ne kadar kalmak isteyeceğimi bana yine sorup sormayacağını merak ettiğimi belirttim. ama, tecil edilecek bir cezayı da seve seve göze alabileceğimi, insanın sonuçta, zaman zaman kendini düzeltmeye karar verdiğini ve ayrıca ilk defa bana böyle bir öneride bulunulduğunu söyledim ve "durum gerçekten o kadar kötü mü?" diye sordum.
sonunda hafifçe gülümseyerek, bir yıl boyunca yaptığım çeşitli hataları saymaya başladı.
"ikamet müsaadesi için bir dilekçe vermeyi unuttunuz. çalışma izni başvurusunda bulunmayı ihmal ettiniz. yabancılar dairesi'ne başvurmanız için yapılan çağrıya iki kez karşılık vermediniz. bir yabancı ve konuk işçi olarak her hangi bir iş bağlantısı kanıtlamadan ve çalışma izni almadan ülkemizde üç aydan fazla ikamet ettiniz; ülke dışına çıktınız, tekrar geldiniz ve galatasaray'da antrenör olarak çalışmayı sürdürdünüz. inanılır gibi değil."
yabancı bir ülkede alışılmış olduğu gibi, bu formaliteleri halletmek için kulübüm galatasaray'ın gerekeni yaptığına inandığımı ona anlattım. sonra yetkili, o anda yerime iyice yerleşmemiş ve sağlam oturmamış olsam beni yere düşürebilecek bir şey sordu: "bay derwall, siz beni gerçekten tanımıyor musunuz? benim kim olduğumu bilmiyor musunuz?"
birçok şeye hazırlıklıydım, ama böyle bir soruya değil. ve sonra, böylesine önemli bir dairenin böylesine önemli bir kişisini tanımayabileceğimi, bunu anladığını söyledi. dilim tutulur gibi oldu; birtakım özürler sıraladım. çok üzgün olduğumu, her gün pek çok kişiyle tanışıp selamlaştığımı ve unutkan biri olduğumu söyledim. unutkanlığımdan sıkıldığımı belirterek, bir de, konuşma ortamında üzerinde smokin, gece kıyafeti ya da spor bir giysi varken tanışılan birini üniforma içınde tanımanın güçlüğünden bahsettim. kusuruma bakmamalarını, ama ne zaman ve nerede kendisiyle tanışma zevkine erişmiş olduğumu öğrenmeyi elbette çok istediğimi söyledim.
şans eseri onu ahmet de tanımıyordu. gözlerini yumup başını yukarı kaldırarak olumsuzluk belirten bir işaret yaptı. istanbul ve türkiye'de, önümden geçip duran taksi şoförlerine arabaya binmek istemediğimi anlatabilmek için bu işareti öğrenmem gerekmişti. aynı işaret almanya'da olsa, onaylama ve davet olarak anlaşılırdı. yani ahmet de bu işaretiyle, onu kendisinin de tanımadığını ve daha önce hiç görmediğini belirtiyordu.
fakat asıl sürpriz sonra geldi. gülümseyerek konuştu: "bir keresinde takımınızla bir maçtan sonra levent tenis kulübü'nde akşam yemeği yemiştiniz. başkanımız, yani beşiktaş kulübü'nün başkanı ve ben dans pistinin arkasında bir köşede oturuyorduk. ahmet'le ikiniz masamıza geldiniz, bizi selamladınız, kendinizi tanıttınız ve sonra çok güzel sohbet ettik. bu tavrınız, bazı hırsları ve rekabet duygusunu kolayca bir yana bırakıp sportmence bir davranışla yanımıza gelmeniz çok hoşuma gitmişti. bu hepimizi çok sevindirmişti."
bunları söyledi ve bu kez tüm yüzü güldü. "ben beşiktaş'ın başkan yardımcısı'yım; buna ne diyeceksiniz bakalım?"
ne diyebilirdim ki? iyice sarsılmıştım. beşiktaş başkan yardımcısı ve aynı zamanda istanbul yabancılar dairesi üst düzey yetkilisi olan bu kişiyi tanımamış olmam utanç verici ve affedilmez bir durumdu. o ki kişiliğinde adalet, hakkaniyet, sorumluluk ve düzeni birleştiriyordu...
bir kez daha içtenlikle güldü; telefonla çay ısmarladı ve bir yıllık ikamet ve çalışma izni çıkartması için sekreterine vermek üzere pasaportumu istedi.
şu anda kendi kulüp arkadaşlarıma yaptığım doğru mu bilmiyorum, bay derwall. bizim için tehlikeli bir kişisiniz. belki de sizi ülkeye hiç sokmamak beşiktaş için çok daha iyi olacaktı."
daha sonra olanlara özellikle değinmeye gerek yok. futboldan söz ettik ve işimizde pek çok benzerlikleri paylaştığımızı gördük. kaygıları ve sıkıntıları, ama aynı zamanda işten, oyunculardan ve tek başına futboldan duyulan sevinci.
o yıl, fenerbahçe ile aynı puana sahip olan beşiktaş averajla şampiyonluğu kaçırmıştı. biz ise sezon sonunda beşinci sıradaydık; uefa kupası'na katılmaya hak kazanamamış, buna karşılık federasyon kupası'nı almıştık.
ülkede ligin en iyi takımlarından biri olan beşiktaş hâlâ bir çim sahaya sahip değildi. toprak sahalarda çalışmak zorundaydı. galatasaray'ın ise bir değil, iki çim sahası birden vardı.
demek ki biz iki adım ilerideydik. ama beşiktaş'ın homojen oynayan bir takıma sahip olduğu göz önüne alındığında bir adım geride sayılırdık. beşiktaş yıllardır olgunlaşmış, şampiyon olmaya hazır ve kararlı bir takıma sahipti.
bu açıdan bakıldığında, galatasaray'da ortadan kaldırılması gereken ve ancak sağlam ve çetin bir elin halledebileceği engeller vardı.
ikamet iznim çıkana ve çok anlamlı bir bakış eşliğinde bana verilene kadar bir süre daha konuştuk. bu mekânı, damgasıyla, puluyla tam bir ikamet iznine sahip birinin mutluluğuvla terk ederken, doğal olarak hak ve düzeni koruması gereken devlet karşısında yeni bir anlayış ve görev duygusu içine girdiğimi hissediyordum.
çok teşekkürler affan keçeci; beşiktaş'ın sevgili başkan yardımcısı ve böylesine önemli bir dairenin başkanı. bana, özel işlerimi en kısa zamanda ve kendim halletmem gerektiğini bir kez daha hatırlatmış oldunuz. o zamanlar sizi tanımak ve takdir edebilmek beni çok sevindirmişti.