ligde son 10 haftaya girilirken beşiktaş ve galatasaray kıyasıya bir mücadeleye girmişler. beşiktaş kalan 10 maçın 9unu kazanıp sadece galatasaray ile 1-1 berabere kaldı.galatasaray ise son 10 maçta 7 galibiyet,3 beraberlik alınca sezon sonu namağlup olmasına rağmen beşiktaşın ardından averajla 2.oldu. galatasarayın sezon sonuna kadar 10 maçlık serisi şöyleydi:
1.g/ rizespor 0-2 galatasaray ( 30.03.1986 ) 2.g/ galatasaray 2-1 eskişehirspor ( 06.04.1986 ) 3.g/ sakaryaspor 2-4 galatasaray ( 13.04.1986 ) 4.b/ galatasaray 0-0 trabzonspor ( 20.04.1986 ) 5.b/ zonguldakspor 0-0 galatasaray ( 27.04.1986 ) 6.b/ galatasaray 1-1 beşiktaş ( 04.05.1986 ) 7.g/ bursaspor 0-1 galatasaray ( 11.05.1986 ) 8.g/ galatasaray 5-2 mke ankaragücü ( 18.05.1986 ) 9.g/ kocaelispor 0-1 galatasaray ( 25.05.1986 ) 10.g/ galatasaray 1-0 sarıyer ( 01.06.1986 )-bu maçtayız
ilk basımı 1997 yılında olan bülent gürkan ve m. sait orhan'ın "trabzonspor efsanesi" kitabından;
1 haziran 1986 işte ligin son pazarı. şampiyonluk düğümünü çözecek maçlardan biri, avni aker stadı'nda sahnelenecekti. acı ama gerçek, bu son 90 dakikanın sonucu trabzonspor'u etkilemiyordu. ama tam 5 bin taraftarını yüklenip gelmiş, beşiktaş, 90 dakika sonunda şampiyon çıkabilirdi. 36. haftaya 54'er puanla giren beşiktaş'la galatasaray'ın maçı aynı anda saat 15.30'da başlatılıyor. tek maçla kapanmayacak ölçüde puan üstünlüğüyle trabzon'a gelen beşiktaş'a karşı, g. saray inönü stadı'nda sarıyer karşısında. futbolseverlerin bir kulağı istanbul'da, bir kulağı trabzon'da. 36 maçlık maratonda dananın kuyruğu kopacak, lig şampiyonunu seçecek. trabzon'da dakikalar 20'yi gösterirken, sol taraftan deniz tarafındaki kaleye doğru yönelen korner atışında, genç kaleci ihsan topu elinden sektiriyordu ki, hemen oracıkta bitiveren genç gökhan hışımla vuruyor, top beşiktaş'ı trabzonspor karşısında 1-0 öne geçiriyordu. bundan sonra sağlı sollu gelişen trabzonspor ataklarında inatla direnen beşiktaş takımı vardı sahada. bordo-mavililerin tüm ataklarında savunma gedik verse de beşiktaş kalecisi zafer, geçit vermiyordu. kalesinde adeta devleşen zafer, 90 dakika boyun ca tek bir hata olsun yapmamış,, kalesine adeta kilit vurmuş, ve beşiktaş'ın 1-0'lık galibiyetinin mimarı olmuştu.
talat tokat'ın abi aker'de çınlayan bitiş düdüğü, ünlü hakemin de kariyerinde son çaldığı düdük olacak. ama bundan daha önemlisi maçı trabzonspor: 0 - beşiktaş: 1 olarak resmileştiren tokat'ın hakemlik yaşamındaki son düdük beşiktaş'ın şampiyonluğunu ilan ediyordu. galatasaray da istanbul'da sarıyer'i 1-0 yenmişti. 16. hafta sonunda puanlar 50'de eşitlenmişti ama +9 averajıyla beşiktaş şampiyondu.
derwall yönetimindeki galatasaray'da başarılı bir sezon geçirmiş hatta ligi namağlup tamamlamıştı ama şampiyon beşiktaş'tı.sarı-kırmızılı taraftarlar trabzon'dan gelen 1-0'lık beşiktaş'ın galibiyeti haberi ile oturdukları yerde donup kalmışlar, kaçan şampiyonluğa hala inanamıyorlardı. aynı anda avni aker'de beşiktaş'ın simge başkanı süleyman seba omuzlarda. 15 bin dolayında trabzon seyircisi yenildikleri rakibe karşı öfkeli değil. bilakis beşiktaş'a, yani şampiyona sempatiyle bakıyorlar. siyah-beyazlı taraftarlar gibi avni aker'de tur atan beşiktaşlı futbolculara alkış tutuyorlar. işte futbol, işte trabzon, işte centilmenlik...
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
beşiktaş, fenerbahçe ve galatasaray arasında başa baş bir yarış olacaktı.
sonraları geriye, şampiyonluk için tarifi mümkün olmayan bir mücadele veren beşiktaş ve galatasaray kaldı. birbirimize hiçbir ödün vermeden geldiğimiz son maçlarda kimin şampiyon olacağı hâlâ belli değildi.
o yıl şampiyon olmayı başaramadık. beşiktaş'a oranla iki maç daha az kazanmıştık. beşiktaş'dan dört fazla beraberliğimiz vardı. buna karşılık sezon boyunca tek bir oyun bile kaybetmemiştik. sezon sonundaki durum belki tatmin edici değildi ama, bizim için hayli öğreticiydi. gelecek yıl şampiyon olmayı başarabileceğimizden emindik.
yine de büyük bir üzüntü içine düşmüştük. bu, bütün sezon boyunca ellerinden geleni yapmış olan futbolcularımız için son maçlarda ortaya çıkan küçük bir trajediydi. sadece bu sezonda altı maç golsüz berabere sonuçlanmıştı. tek bir değerli gol bile daha fazlasını elde etmemize neden olabilirdi. bu bize, on dört yıl aradan sonra tekrar şampiyonluğa ne kadar yaklaştığımızı gösteriyordu.
bir diğer hata kaynağını da, beşiktaş'la aynı puana sahip olmamıza rağmen ligi ikinci olarak bitirmemize neden olan, averajımızın ondan eksi 7'lik bir fark göstermesinde aramak gerekiyordu.
eksiğimizi sezon başında göremediğimiz açıktı. uç adamlarımız yeterince "sivri" değildi. gerçi geçen yıla göre 23 gol daha fazla atmış ve 8 gol daha az yemiştik. ama bu, lig sıralamasında diğer takımlarla aramızı kesin bir şekilde açıp şampiyonluğa ulaşmak için yeterli değildi.
taraftarlanmız ve hayranlarımız çok mutlu değillerdi belki, ama, keyifleri yerindeydi.
takımın, bir adım ileri atmanın ötesinde başarılı olduğunu göstermiştik. uefa kupası'na katılmanın yanı sıra, artık, avrupa şampiyon kulüpler kupası'nda da yer almak için fazla bir şey gerekmiyordu belki de.
pek çok oyuncuda, gösterilen performansın sonuç getirmemesi ve başarısızlığın ortaya çıkması sonucu oluşan ve ezici bir etki yapan o büyük yük ve baskının kalktığını hissediyordum. aslanlar gibi mücadele etmişler, bütün bir sezon direnmişler ve saygıyı, kabulü ve değer verilmeyi hak ettiklerini kanıtlamışlardı. artık hiçbirimizin saklanmasına, şehirde utanç içinde dolaşmasına, yetersizlik ya da yenilgiler yüzünden sataşmalara ve laf atmalara hazırlıklı olmasına gerek kalmamıştı. birdenbire yine hayranlık ve takdir görmüştük ve bu, insanın kendini iyi hissetmesi, tartışması ve gelecek hakkında konuşması için çok olumlu bir etki yaratmıştı.
oyuncular ise takımın ve kulübün sorumluluğunu taşıma duygusunu keşfetmişlerdi. herkes kendini rahat hissediyordu ve takımı günde bir kereden fazla antrenmana çağırmak hiçbir sorun yaratmıyordu. anlayış, ilgi, merak ve başarı isteği ortaya çıkmıştı. bunlar umuttan da ötesine olanak veren özelliklerdi.
artık antrenmanlara ve antrenman maçlarına taraftarlar da gelmeye başlamıştı. 3. lig takımlarıyla yaptığımız maçlar büyük seyirci çekiyordu. mutlaka pek çok amatör lig ve üçüncü lig takımı da şampiyonluk maçlarında kendilerini bu kadar çok sayıda coşku dolu taraftarın desteklemesini isterdi.
takımımız taraftarlarına tempolu futbol ve nefis tek pas örnekleri sunuyordu; kimse yanlış pas vermekten korkmuyordu. tek tek rakip oyuncular karşısında da taktik olarak üstündük; futbolcular antrenman çalışmalarından da, maçlardan da zevk alıyorlardı. bu ortamda nepimiz 1986-87 sezonuna büyük umutlarla bakıyorduk.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir sabah erken saatlerde antrenman planlarımla meşgulken zil çaldı. eşim istanbul yabancılar dairesi'nin gönderdiği iadeli taahhütlü bir mektubu içeri getirdi. posta memuruna imza vererek mektubu aldığımı onaylamam gerekiyordu.
eşime, "yabancılar dairesi'nden mi?" diye sordu. "başka bir yerden değil de, niçin yabancılar dairesi'nden ?"
sonra, "belki de burada kalma hakkın yok," diye takılmayı sürdürdüm. "seni almanya'ya geri göndermek istiyorlar herhalde."
şaşkınlıkla yüzüme baktı ve gayet rahat bir ifadeyle, "belki de senin işini ben yapacağım ve sen de uçağa atlayıp dönmek zorunda kalacaksın," dedi.
bir yıldan beri galatasaray'da antrenör olarak çalışıyor, istanbul'da oturuyordum; resmî kaydım vardı ve yolculuklarda nereye gidersem gideyim pasaport kontrollerinde hiçbir zorlukla karşılaşmamıştım. tersine, herkes bana karşı her zaman nazik ve dostça davranmıştı. elbette pasaport kontrolleri sırasında kısa bir konuşma geçiyordu, ama hiçbir zaman belgelerimle ilgili bir uyarı gelmemişti.
ahmet'e, "aynı mahkemede olduğu gibi," dedim "hangi nedenle üç gün içinde orada bulunmam gerektiğini kimse açıklamıyor." memurlarla anlaşabilmek ve niçin oraya davet edildiğimi anlayabilmek için ahmet de benimle yabancılar dairesi'ne geldi. sonradan işin kokusunu baştan aldığını anlattı. ama o gün beni huzursuz etmemek için tek bir kelime bile söylememiş. işte benim ahmet'im böyleydi; her zaman yanımda, her zaman gözümün önünde ve her an yardım etmeye hazır. daha o zamandan bile, benim için en iyiyi isteyen, ama neyin daha farklı ve daha iyi yapılabileceğini de açıkça söyleyen bir oğlum gibi olmuştu.
her zaman iyi giyinirdi; temiz ve yakışıklı; oyuncularımızdan da alışkın olduğumuz gibi modaya uygun ve şıktı. ayrıca iyi bir eğitim almıştı; hem aile evinde, hem de sapanca yakınlarında okuduğu bir öğretmen okulunda. oradaki anılarını otobüs yolculuklarında saatlerce anlatırdı.
arabamızı uygun bir yere park ettik. birkaç merdiven çıktık ve dünyanın bütün dillerinin bir arada konuşulduğunu sandığım bir odaya girdik. burada, her hangi başka bir kentin istanbul kadar enternasyonal olamayacağını düşündüren bir dil karmaşası hâkimdi. emniyet müdürlüğü'nün yabancılar dairesi'ne ait bu odada dünya her zamankinden daha yakındı.
"pekâlâ," dedim. istanbul'da bir yıldan beri kurallara uygun olarak ikamet ediyorum."
evimin bulunduğu ayazpaşa'da, solunda bir bakkal, sağında bir kasap bulunan küçük bir büroda faaliyet gösteren muhtarlıkta kayıtlıydım. böylece, kendimce nüfus dairesine başvurmuş, kaydımı yaptırmış ve istanbul şehrinin bir sakini olarak kabul edilmiş olduğuma inanıyordum. ayrıca, türkiye futbol federasyonu'nun, türkiye 1. ligi'ndeki bir kulübün antrenörlüğünü yapabilmem için verdiği izin belgesine de sahiptim. gerekli lisansım vardı ve pasaportumda da her hangi bir tarihte, her hangi bir mahkemede cezaî takibata uğramış olduğuma dair hiçbir ibare yoktu. yani aslında emniyet müdürlüğü'nün yabancılar dairesi'ne iç rahatlığıyla girebilir ve soruları da hiç çekinmeden yanıtlayabilirdim. ama bu kentte ancak bir yıl yaşamış olan kim resmî dairelerle ilgili meselelerden anlayabilir ki?
bizi çağırdılar. ahmet ve benden, o zamana kadar resmî dairelerde gördüğüm bütün büroları geride bırakan ve içinde sadece devasa bir yazı masası bulunan odaya girmemizi istediler. resmî dairelerin havasını, yabancılar dairesi'nin en üst yetkilisinin odasında bulunduğumuzu hemen anlayacak kadar tanıyordum. ama soru hâlâ, bütün bunların ne anlama geldiği idi.
ve sonra yetkili geldi. hızlı ve kısa adımlarla. omuzlarında bol sırma bulunan bir üniformayla. itiraza tahammülü olmayan, insanı düzen ve disipline davet eden askerce bir tavrı ve sert bakışları vardı. "iyi günler."
birbirimizi selamladık. gerçek bir sempati, dürüstlük ve inanılırlık ifade eden bakışlarını gözlerimden ayırmadan elimi sıktı. ama bu arada oraya çağrılmamın ^sıl nedeninden hiç söz etmiyordu.
ziyaretçiler, dilekçe verenler, ikamet izni bekleyenler, kimi zaman istenen kimi zaman istenmeyen yabancı konuklar ve işçiler için ve özellikle de, benim durumumda olduğu gibi, eksiği görülen biri çağrıldığında kullanılmak için hazır tutulan küçük sandalyelere oturttular bizi. o an yavaş yavaş anlamaya başladığım gibi, ikametini bildirme yükümlülüğünü yerine getirmeyenleri de oturttukları sandalyelerdi bunlar.
büyük masanın arkasında oturan adam, "ne kadar süreyle hapsedilmek istiyorsunuz bay derwall?" diye sordu.
şefin gözünü bile kırpmadığını ve en küçük bir gülümsemeye bile meyletmediğini görünce, "aman tanrım" diye düşündüm; "olup bitenler düşündüğümden de kötü."
ne olduğunu anlamadan şaşkınlıkla baktım ona. "aynı, mahkemede olduğu gibi" diye geçti içimden, "ancak bu kez durum farklı. bu sefer şahit değil, zanlıydım."
işi şakaya vurarak karşılık vermeye çalıştım; belki bir şansım daha olabileceğini, henüz hüküm giymediğimi söyledim. karar çıktıktan sonra da, kalecimiz simo'nun kurduğu kale alanı kadar küçük bir hücrede ne kadar kalmak isteyeceğimi bana yine sorup sormayacağını merak ettiğimi belirttim. ama, tecil edilecek bir cezayı da seve seve göze alabileceğimi, insanın sonuçta, zaman zaman kendini düzeltmeye karar verdiğini ve ayrıca ilk defa bana böyle bir öneride bulunulduğunu söyledim ve "durum gerçekten o kadar kötü mü?" diye sordum.
sonunda hafifçe gülümseyerek, bir yıl boyunca yaptığım çeşitli hataları saymaya başladı.
"ikamet müsaadesi için bir dilekçe vermeyi unuttunuz. çalışma izni başvurusunda bulunmayı ihmal ettiniz. yabancılar dairesi'ne başvurmanız için yapılan çağrıya iki kez karşılık vermediniz. bir yabancı ve konuk işçi olarak her hangi bir iş bağlantısı kanıtlamadan ve çalışma izni almadan ülkemizde üç aydan fazla ikamet ettiniz; ülke dışına çıktınız, tekrar geldiniz ve galatasaray'da antrenör olarak çalışmayı sürdürdünüz. inanılır gibi değil."
yabancı bir ülkede alışılmış olduğu gibi, bu formaliteleri halletmek için kulübüm galatasaray'ın gerekeni yaptığına inandığımı ona anlattım. sonra yetkili, o anda yerime iyice yerleşmemiş ve sağlam oturmamış olsam beni yere düşürebilecek bir şey sordu: "bay derwall, siz beni gerçekten tanımıyor musunuz? benim kim olduğumu bilmiyor musunuz?"
birçok şeye hazırlıklıydım, ama böyle bir soruya değil. ve sonra, böylesine önemli bir dairenin böylesine önemli bir kişisini tanımayabileceğimi, bunu anladığını söyledi. dilim tutulur gibi oldu; birtakım özürler sıraladım. çok üzgün olduğumu, her gün pek çok kişiyle tanışıp selamlaştığımı ve unutkan biri olduğumu söyledim. unutkanlığımdan sıkıldığımı belirterek, bir de, konuşma ortamında üzerinde smokin, gece kıyafeti ya da spor bir giysi varken tanışılan birini üniforma içınde tanımanın güçlüğünden bahsettim. kusuruma bakmamalarını, ama ne zaman ve nerede kendisiyle tanışma zevkine erişmiş olduğumu öğrenmeyi elbette çok istediğimi söyledim.
şans eseri onu ahmet de tanımıyordu. gözlerini yumup başını yukarı kaldırarak olumsuzluk belirten bir işaret yaptı. istanbul ve türkiye'de, önümden geçip duran taksi şoförlerine arabaya binmek istemediğimi anlatabilmek için bu işareti öğrenmem gerekmişti. aynı işaret almanya'da olsa, onaylama ve davet olarak anlaşılırdı. yani ahmet de bu işaretiyle, onu kendisinin de tanımadığını ve daha önce hiç görmediğini belirtiyordu.
fakat asıl sürpriz sonra geldi. gülümseyerek konuştu: "bir keresinde takımınızla bir maçtan sonra levent tenis kulübü'nde akşam yemeği yemiştiniz. başkanımız, yani beşiktaş kulübü'nün başkanı ve ben dans pistinin arkasında bir köşede oturuyorduk. ahmet'le ikiniz masamıza geldiniz, bizi selamladınız, kendinizi tanıttınız ve sonra çok güzel sohbet ettik. bu tavrınız, bazı hırsları ve rekabet duygusunu kolayca bir yana bırakıp sportmence bir davranışla yanımıza gelmeniz çok hoşuma gitmişti. bu hepimizi çok sevindirmişti."
bunları söyledi ve bu kez tüm yüzü güldü. "ben beşiktaş'ın başkan yardımcısı'yım; buna ne diyeceksiniz bakalım?"
ne diyebilirdim ki? iyice sarsılmıştım. beşiktaş başkan yardımcısı ve aynı zamanda istanbul yabancılar dairesi üst düzey yetkilisi olan bu kişiyi tanımamış olmam utanç verici ve affedilmez bir durumdu. o ki kişiliğinde adalet, hakkaniyet, sorumluluk ve düzeni birleştiriyordu...
bir kez daha içtenlikle güldü; telefonla çay ısmarladı ve bir yıllık ikamet ve çalışma izni çıkartması için sekreterine vermek üzere pasaportumu istedi.
şu anda kendi kulüp arkadaşlarıma yaptığım doğru mu bilmiyorum, bay derwall. bizim için tehlikeli bir kişisiniz. belki de sizi ülkeye hiç sokmamak beşiktaş için çok daha iyi olacaktı."
daha sonra olanlara özellikle değinmeye gerek yok. futboldan söz ettik ve işimizde pek çok benzerlikleri paylaştığımızı gördük. kaygıları ve sıkıntıları, ama aynı zamanda işten, oyunculardan ve tek başına futboldan duyulan sevinci.
o yıl, fenerbahçe ile aynı puana sahip olan beşiktaş averajla şampiyonluğu kaçırmıştı. biz ise sezon sonunda beşinci sıradaydık; uefa kupası'na katılmaya hak kazanamamış, buna karşılık federasyon kupası'nı almıştık.
ülkede ligin en iyi takımlarından biri olan beşiktaş hâlâ bir çim sahaya sahip değildi. toprak sahalarda çalışmak zorundaydı. galatasaray'ın ise bir değil, iki çim sahası birden vardı.
demek ki biz iki adım ilerideydik. ama beşiktaş'ın homojen oynayan bir takıma sahip olduğu göz önüne alındığında bir adım geride sayılırdık. beşiktaş yıllardır olgunlaşmış, şampiyon olmaya hazır ve kararlı bir takıma sahipti.
bu açıdan bakıldığında, galatasaray'da ortadan kaldırılması gereken ve ancak sağlam ve çetin bir elin halledebileceği engeller vardı.
ikamet iznim çıkana ve çok anlamlı bir bakış eşliğinde bana verilene kadar bir süre daha konuştuk. bu mekânı, damgasıyla, puluyla tam bir ikamet iznine sahip birinin mutluluğuvla terk ederken, doğal olarak hak ve düzeni koruması gereken devlet karşısında yeni bir anlayış ve görev duygusu içine girdiğimi hissediyordum.
çok teşekkürler affan keçeci; beşiktaş'ın sevgili başkan yardımcısı ve böylesine önemli bir dairenin başkanı. bana, özel işlerimi en kısa zamanda ve kendim halletmem gerektiğini bir kez daha hatırlatmış oldunuz. o zamanlar sizi tanımak ve takdir edebilmek beni çok sevindirmişti.
20 mayıs 1985'te rakibini elinden kaçıran ve averajla gelen ikinciliği sindirmek durumunda kalan beşiktaş çok değil, bir yıl sonra aynı şekilde şampiyon oldu. bu sefer de bir ilk vasanmıs ve bir takım ligi namağlup bitirmişti ama ikinci olmaktan kurtulamamıştı. zonguldak deplasmanına çıkan lider galatasaray, 27 nisan 1986'daki maçta rakibiyle golsüz berabere kalmış ve orduspor'u 5-1 yenen beşiktaş bir gollük averajla birinci sıraya yükselmişti. bir sonraki hafta iki rakip karşılaştı. 4 mayıs'taki derbinin ilk yarısında yusuf un şahane volesiyle öne geçen galatasaraylılar ikinci devre ziya'yı durduramayınca son dört maçta rakibinin puan kaybetmesini ya da az gollü farklarla kazanmasını beklemeye başladı. sonraki hafta beşiktaş averaj farkını üçe, sondan bir önceki hafta da küme düşen sakaryaspor'a altı tane atarak sekize çıkartmıştı. son maçlar öncesinde yine de san kırmızdı bir umut sözkonusuydu. 1 haziran günü galatasaray evinde sarıyer'le karşılaşırken, beşiktaş trabzon yokuşuydu. gazeteciler beşiktaş'ın trabzonspor'u tek farkla yenerse, galatasaray'ın sanyer'e tam 9 gol atıp atamayacağını merak ederek bunu jupp derwall'e sordular. aldıklan yanıt "beyler, sarıyer futbol takımı, caz takımı değil!" aynen de öyle oldu, iki takım da maçlannı 1-0'lık skorlarla kazandılar ve beşiktaş'ın payına şampiyonluk mutluluğu, galatasaray'a yenilgisiz ikincilik gururu düştü.
galatasaray'lı rahmetli engelli taraftar sezgin özcimbomlu'nun anısı kendi ağzından..
“1986 haziran ayında şampiyonluk düğümünün çözüleceği son maç olan sarıyer maçı oynanacaktı fakat beşiktaş da trabzon’da trabzonspor ile karşılaşıyordu. bu maçın skoruna göre şampiyonluk belirlenecekti. mahşeri bir kalabalık var. saatler öncesinden stadın kapıları kapatılmış. herkesin gözü maçta, kulağı radyodaki trabzon-beşiktaş maçındaydı. ben her zamanki gibi galatasaray kulübesine yakın bir yerde maçı seyrediyordum. bir ara, yedekler arasında bizim rambo yusuf’un elindeki radyoyu farkettim. o da beşiktaş maçını dinliyordu. bende yusuf’un yanına gidip ‘abi ver birazda biz dinleyelim’ dedim. radyoyu aldığım anda spiker ‘evet sayın seyirciler karadeniz takımı beraberliği sağladı’ dedi. sevinçten çılgına dönmüştüm, kendimi tekerlekli sandalyemden aşağı bıraktım. yerde çılgınlar gibi sevinirken, derwall de hayret dolu gözlerle beni seyrediyordu. herhalde bu hareketlerimden dolayı ayaklarımdan sonra aklımı da kaybettiğimi düşündü. maalesef sevincimizi kursağımızda bırakan spikerin sesiyle kendime geldim ‘rizespor bu golüyle beraberliği yakaladı’ diyordu. golü karadeniz ekibinin attığı doğruydu ama maçları dönüşümlü yayınlayan radyo, ben aldığım sırada rize maçını anlatıyormuş.”
pazartesi sabahından bu yana, telefonumuz kesiksiz çalıyor. arayanlar hep galatasaraylılar. ve hep iki şey soruyorlar. trabzon - beşiktaş maçında şike var mı? kocaeli maçında galatasaray taraftarını niçin ağır şekilde eleştirdik? onları tahrik edenlerin, örneğin beşiktaşlı olduğunu açıklayan ve ligi etkileyen semra özal’ın hiç günahı yok mu?..
tam üç günden beri anlatmaktan dilimizde tüy bitti. bir kez daha burada özetleyeceğiz...
1 - trabzonspor - beşiktaş maçında şike yoktur. ( http://www.macanilari.com...iktas-198519863805--.html) olmayacaktır da... çünkü... çünküsü açık. eğer bu ülkede, trabzonspor gibi, adını şampiyonluklara yazmış bir kulüp de şike hesaplarının içine giriyor, girebiliyorsa, zaten o ülkede artık her şey kokuşmuş demektir. her şeyin kokuştuğu, trabzonsporlulardan para ile şampiyonlukların satın alındığı bir ülkede de, şampiyonluğun kıymeti harbiyesi yoktur.
trabzon’a bugüne dek adımımızı atmadık. ama çok trabzonlu tanıdık. çok trabzonlu dinledik. trabzon, bu maçı satmayacaktır. yenilebilir. galatasaray gidip yenmedi mi? beşiktaş da gider ve yener. üstelik galatasaray’a göre daha da kolay yener. çünkü siyah-beyazlı takım, ligi bitirmiş, her türlü iddiasını yitirmiş bir trabzon ile oynayacaktır. bu böyle biline... bunun ötesinde, bir yanda trabzon’a, bir yanda galatasaray seyircisine yönelik tahrikler ve her zaman olduğu gibi yangına körükle gitme merakımız var, hepsi bu...
beşiktaş’ın sakarya’ya 6 gol atması da, tüm galatasaraylılara göre şike... ( http://www.macanilari.com...aspor-198519863707--.html) inanmış, inandırılmışlar... peki niye olsun?.. bu beşiktaş, ligin en çok gol atan, bu sakarya en çok gol yiyen takımı değil mi? sakarya, bu kaleci engin yüzünden ligden düşmüyor mu? öteye gitmeye gerek yok. galatasaray, sakarya’ya, sakarya’da, hem de sakarya’nın ligde kalması söz konusu iken dört gol atmadı mı? olduğu dönemde, adapazarı’nda o sıralar hiçbir takıma birden fazla gol atamayan, maç kazanamayan galatasaray’dan dört gol yiyen sakarya, ligden düşmesi kesinleştikten sonra, önüne gelene dört beş atan beşiktaş’tan, istanbul’da niçin 6 yemesin?
insanın kafası eğri düşünmeye koşullanınca, doğruyu düşünmek ve görmek zorlaşıyor.
2 - kocaeli’nde galatasaray’ın; tarihinin en karanlık gününü yaşamasına ramak kalmıştı. ( http://www.macanilari.com...saray-198519863705--.html) hakem coşkun kutay, istese düdüğünü çalar ve maçı galatasaray aleyhine tatil ederdi. federasyon, galatasaray’ı hükmen yenik sayar, iki de puanını silerdi. galatasaray bu ayıbı ömür boyu silemezdi.
kocaeli seyircisi, üzerine şişe ile, sıraları sökerek saldıran galatasaraylılara karşılık verse, bu ülke ikinci bir kayseri - sivas olayı yaşar, kan gövdeyi götürür, hastaneler yaralı, morglar ölü dolardı. ondan sonra da bu ülkede artık, «ben galatasaraylıyım» demekten utanmayacak tek kişi kalmazdı.
tahrik varmış yokmuş, araya kışkırtıcı ajanlar sızmış bizi ilgilendirmiyor...
galatasaray büyük kulüptür... şampiyon olduğu için değil... bu ülkenin en eski kulübü olduğu için büyüktür. en kutsal bir irfan ocağından doğduğu için büyüktür. adı ulusal boyutları aşmış, uluslararası düzeye yazılmış olduğu için büyüktür ve nihayet taraftan ile büyüktür. büyük kulüp taraftarı olmanın fiyatı ve sorumlulukları vardır. büyük kulüp taraftan olmak, örnek olmak demektir. tahriklere kapılmamak demektir. şampiyonluklarda coşmayı bilmek kadar, şampiyon olanı kutlamayı da bilmek, yenilgiyi en vakur şekilde karşılayabilmek demektir.
gözü dönmüş, ağzından salya akan, hiç kimseyi dinlemeden önüne geleni yıkarak saldıranlar, büyük kulüp taraftan olamazlar. bunları polisten önce, o büyük kulübün gerçek taraftarları durdurmalıdır.
işte bunun için yazdık. gerekirse gene yazarız. galatasaray adını, birkaç bin kendini bilmez çılgının kirletmesine, bizim gibi başkaları da izin vermemeliler.
3 - semra özal’ın beşiktaşlı olması, kızılacak değil, sevinilecek, spor adına, futbol adına sevinilecek bir olaydır. yıllardır bu ülkede futbol sahalarına kadınları getirmek için her şeyi yapıyoruz. bugün târihte ilk kez bir başbakan hanımı bu işe öncülük ediyorsa, kutlanır, alkışlanır...
bize sorarsanız, semra özal, başbakan özal’ın en müspet tarafıdır. başbakanın bacanağı, içişleri bakanlığı yapmış, yürütmede hâlâ etkili ali tanrıyar galatasaray başkanı oluyor da, başbakanın hanımı niçin beşiktaşlı olamıyor?
semra özal tribüne geldiği zaman, onu sadece beşiktaşlılar değil, tüm sporseverler alkışlamak zorundadır. çünkü semra hanımın yaptığı, spor adına çok önemli bir iştir.
beşiktaş, maçlarını beşiktaş olduğu için kazanıyor. semra hanım beşiktaşlı olduğu için değil. öyle olsa, fenerbahçeli olduğunu açıklayan cumhurbaşkanı sayesinde, fenerbahçe her yıl şampiyon olurdu.
devlet büyüklerinin, hele hele onların eşlerinin, takım tutmalarından korkacağımıza, «bakın, ilk kez spor, yönetim kademesinde bu derece ilgi görüyor» diye sevinelim.
pazar günü, galatasaray’ın günüdür. hayır... şampiyonlukla falan ilgisi yok sözlerimizin. pazar günü, galatasaray büyüklüğünü seyircisinin davranışları ile kanıtlamak, çirkin tabloyu unutturmak, o olayların gerçek birkaç tahrikçi ve birkaç kışkırtıcının eseri olduğunu dosta düşmana göstermek zorundadır.
galatasaray’ın gönüllerdeki yerini, kazanılacak kupa değil, seyircinin düzeyi belirleyecektir.
çapulcular, şampiyonluğa layık değildir.
sporun, yenmek ve yenilmenin, kazanmak ve kaybetmenin ötesindeki kutsallığını ve güzelliğini bilenler ise, şampiyon olmasalar da daima en büyüktür ve öyle kalacaklardır!.
geçen cuma, öğleden sonra, adları lazım değil, beşiktaş camiasının önde gelenleri ile birlikteydik. galatasaray’ın işinin iş olduğuna inanıyorlar ye «üç maçı da almışlar» diyorlardı....
cumartesi sabahı galatasaray kampına gittik. kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. onlar da beşiktaş’ın işi bitirdiğine eminlerdi. «kesin haber aldık. iş tamammış» diyorlardı.
güldük... ama iş gülmekle bitmiyor... türk sporseverlerinin yarısından fazlası, kendisini bir şika çılgınlığına kaptırmış. kendi takımından şüphe ediyor, rakip takımdan şüphe ediyor, tarafsız takımdan şüphe ediyor. herkesten,. her şeyden şüphe ediyor. kafasını şike kumuna öyle saplamış ki, pırıl pırıl güneşi dahi göremiyor.
oysa son haftalarda, türk sporunun onuru olacak, alkışla spor tarihine yazılacak sonuçlar var.
şike böyle veba gibi ortalığı sarmış olsaydı, yeni salihlispor diye, bu ülkenin onda dokuzunun adını dahi bibi mediği bir takım, iki şampiyon adayı bolu ve tarsus idman yurdu’nu birbiri ardına çelmeler miydi?
tarsus idman yurdu’nun milyarder başkanı kuzey man’da para mı yok? yoksa salihli’nin bu genç çocukları hep milyonerler mi? bunun adı, sporun onurudur.
erzincan, diyarbakırspor’la niye öyle dişe diş savaştı,; peki? peki ya gaziantep? erzincan, diyarbakır’ı tek puanla döndürürken, an tep bir gol yese, bugün adana demirspor şampiyondu? yemediler... çünkü, erzincan ile antep de sporun onuruydular. peki ya galatasaray’a karşı, bir kupa finali oynar gibi oynayan ve şerefi ile yenilen ankaragücü neydi?
«şike yok» diyecek kadar saf değiliz. yar... özellikle, futbolcuların, hele birbirini yakından tanıyan futbolcuların, «hatır» şikesi yaptıklarını erkekçe ile erkekçe konuşan futbolcular da söylüyorlar. ama elde siyah bond çantaları, gizlice el değiştiren çeklerle, bütün' maçların önceden ayarlandığı iddiasına da inanmıyoruz.
bu ülkede sporu, sporun onuru için yapanlar, sporu kirleten alçaklardan hiç de aşağı değil. hatta misliyle fazla...
spor kamuoyu ve bu kamuoyunun yaratıcıları, şike dedikoduları ile uğraştıkları kadar, sporun onuru olanları da yüceltmeyi bilseler, bu sayı giderek daha da artacak ve gelecekte, şikeciler kendi yarattıkları batakta boğulacaklar,
örnek... lig şampiyonları ile, o düzmece, o sahte, o iğreti programlan yapmayı, programcılık sanan trt’cilerin aklına, bir hafta ara ile, bir ligin kaderini iki kez değiştiren yeni salihlispor’u, sporun onurunu tanıtmak, onurlandırmak geldi mi?
çılgına dönmüş tarsus seyircisi, yalan bir anonsla uyutulmasaydı, bugün bu takımın bazı futbolcuları hayatta bile olmayacaklardı belki?
hiçbir iddiasının bulunmadığı maçı, sporun onuru için canı pahasına oynayanlar, alkışların en büyüğüne layık değiller mi?
her maçta, her sonuçta şike arayanlar, biraz da kendi kafalarını muayene ettirsinler. «herkesi nasıl bilirsin» demiş eskiler.
şike var... doğru... ama dosdoğru oynayanların, çok daha fazla olduğu, daha da doğru!.