ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
öncelikle kendime uygun bir asistan bulmalıydım. onu, bir parça şansın yardımıyla, istanbul'a doğru yola çıkmadan önce buldum.
frankfurt'da yaşıyordu. türk'dü; mesleği gazetecilikti, akıcı bir almancası vardı ve alman futbol federasyonu'nun a gurubu antrenör lisansına sahipti.
yaşar, sevilmeye lâyık bir insan ve güvenilir bir iş arkadaşıydı. kafası, uygulamaya geçirmek istediği pek çok fikirle doluydu, ama o da bana benzer bir durum davdı. nerede başlayıp, nerede bitireceğini bilmiyordu.
antrenmanlar sırasında değişikliklerle dolu, ilgi çekici bir çalışma programı sunmak için çaba gösteriyordu. fakat futbolcuların onu benimseyip benimsemediklerini hiçbir zaman anlayamadım. o sıralar türk dili benim için kırk kilitli kapı gibiydi. yaşar'la birkaç hafta sonra ayrılmak zorunda kaldık. kalp hastası olan eşi için kaygılanıyordu ve benden frankfurt'a geri dönmek için izin istedi.
takımı konya'da sezona hazırlayan, deneyimli ve değerli bir antrenör olan günay kayarlar da, alman futbol federasyonu'nun hennef deki antrenör yetiştirme okulunda a grubu lisansını almak üzere bir aydan uzun bir süre için almanya'ya gitmek istiyordu.
böylece florya'daki antrenman sahasında yine terk edilmiş ve tek başına kalmıştım. el, ayak hareketleriyle ve benim söylediklerimi takıma ingilizceden tercüme eden kaptan fatih'in yardımıyla, futbolculardan ne beklediğimi açıklamaya çalışıyordum.
kendi kendime "bundan daha kötü bir başlangıcı ancak eskimolar ülkesinde yaşayabilirdim," dedim.
yeniden uygun bir asistan aramaya başladım. fazla uzağa gitmem ve aramam gerekmedi. geçen sezon galatasaray'ı çalıştıran iviç'e yardımcı olan bir genç vardı. bir oyuncu olarak futbol yaşamına kulübün a genç takımına antrenörlük yapmak üzere son verdiğini bildirmişti. adı mustafa denizli idi. onu oldukça iyi tanıyordum. en azından futbol yeteneği hakkında pek çok şey biliyordum. harika bir tekniği vardı; muhteşem çalımlar ve aldatmacalarla en olmayacak pozisyonlardan gole gitmesini biliyordu. komple bir futbolcunun sahip olması gereken şeylerdi bunlar.
1979 yılının nisan ve aralık aylarında, 1980 avrupa şampiyonası eleme grubu maçlarında almanya karşısında izmir'de 0-0, gelsenhirchen'de 2-0 sonuçlanan maçları oynayan türk millî takımı'nın kadrosunda yer almıştı.
antrenörlüğü ve iş arkadaşı olarak yetenekleri konusundaysa henüz bilgim yoktu. takım ve baş antrenör arasında birleştirici bir unsur olarak, takımın kulağı ve takım içinde söze dökülmeyen diyalogların tercümanı olarak yetenekleri neydi?
daha sonra ortaya çıkacağı gibi, talihli bir seçimde bulunmuştum.
a antrenörlük lisansını alarak almanya'dan dönen günay, menajerliğimizi yapması için getirdiğim teklifi kabul etmedi. oysa günay'a böyle bir pozisyonun bütün avantajlarını anlatmaya ve işi çekici hale getirmeye çalıştım. ama antrenörlüğü, takımla sahaya çıkıp başarı peşinde koşmaktan ve pazar günkü maçlardaki iç gıcıklayıcı heyecandan vazgeçemeyecek kadar ağır basıvordıı. üzülmüştüm, ona insan ve antrenör olarak çok değer veriyordum. birbirimizi bugün bile hâlâ kaybetmiş değiliz.
mustafa ile iyi anlaştık. birbirimize karşılıklı olarak tecrübelerimizi aktardık. futbolcuların, kariyerleri sürecinde, deneyimli bir antrenör için bile son derece ilginç olabilecek bilgiye sahip olmaları gerçekten şaşırtıcıydı. mustafa da, ben de yalnızdık. onun ailesi izmir'deydi. benim eşim de en önemli işlerimizi halledebilmek için almanya'da bulunuyordu...
benim de, mustafa'nın da karşılaştığımız binlerce soru ve bunlar için pek az yanıtı vardı. bizden beklenenlere karşılık verebilmemiz için çok şey yapmak, daha da fazlasını başarmak gerektiğini saptamıştık.
ancak bizim düşüncelerimizin ve tasarılarımızın, geçmiş zamanların başarısını tekrar yaşatmak için bir garanti olarak gördükleri futbolculara milyarlarca liralık yatırım yapan yönetim kurulunun görüşlerine pek uymadığı belliydi.
heyecanımızın pek fazla sevecenlik ve sabırla karşılanmadığını kabul etmek zorunda kaldık. hakkımızda olumlu düşünen ve genel durumu doğru olarak değerlendirebilen, sayıları pek de çok olmayan dostların vereceği morale epeyce ihtiyacımız vardı.
bizimle aynı düşünceleri paylaşmayanlarda eksik olan iyi niyet değildi; hele ilgi eksikliği hiç değildi kuşkusuz. eksik olan, parayı doğru ekonomik yatırımlara yönlendirecek düşünceydi. kulüplerin pek sık içine düştükleri bir hata...
önce çevreyi düzenlemek, insanın kendini rahat hissedeceği ve çalışmanın bir zevk olacağı ortamı yaratmak gerekirdi. spordaki başarı daima insanın kendisini psikolojik olarak rahat hissetmesine bağlıdır.
gerçi girişimlerimiz tümüyle havada kalmıyordu, ama bizi bilinçli biçimde destekleyen ve savunduğumuz görüşlere hak veren kimse de yoktu.
antrenman sahasını bir ölçüde de olsa kullanılabilir hale getirecek makineler mevcut değildi. çakıllı kumla örtülü olan antrenman sahada hedefi bulacak bir pas atmak bile mümkün değildi.
malzemecimiz ahmet baba için, takımı tam olarak donatılmış bir şekilde maça göndermek tatlı bir meşakkatti. mevcut formalar yetersizdi ve ahmet baba'nın kullandığı bavullara bavul demek mümkün değildi. bütün malzeme, çuvallar içinde maçtan maça taşınıyordu. kramponlu futbol ayakkabılarının içine giren somunları kırıldığında bunu çıkaracak alet bile yoktu, ki bu, devre arasında çok kısa zamanda halledilmesi gereken bir iştir. tüm bunlar, "sahada kendini parçalamak ve başarılı olmak için gerekli olan ortamı yaratacak" şeyler değildi...
işini bilimsel ve titiz bir biçimde yapan masörümüz ve fizik tedavi uzmanımız mehmet'in düzgün bir ilk yardım çantası bile bulunmuyordu. futbolcuları en kısa zamanda tekrar oyuna girecek hale getirmek için gereken ilâçlar, merhemler ve bantlar yoktu. tıbbî cihazlar ve aletlerin ise izine bile rastlanmıyordu. en önemli şeyler için para yoktu ve bir kulübün asıl sermayesini futbolcuların oluşturduğu bilinci mevcut değildi. adele zedelenmelerini ve kan toplanmalarını tedavi etmek için tıbbi malzeme yerine, bir enfraruj lambasına mutfaktan getirilen buz kullanılıyordu.
kulübün ve takımın daha başarılı olmasını engelleyen pürüzlerden söz etmeye başladığıma göre, hafta sonlarında deplasman maçlarına giderken takımın kullanımına "tahsis edilen" otobüsleri de bu arada saymalıyım. araba mezarlığından yeni çıkmış gibi görünen enkazlaşmış gürültü makineleriydi bu otobüsler. ortalama konforun sözü bile edilemezdi; sağ salim eve döndüğünüze şükretmeniz gerekiyordu.
diğer pek çok ufak tefek şeylerle de manzara tamamlanıyordu. 14 uzun yıl boyunca neden tek bir başarılı yıl bile geçirilmediği kolayca anlaşılıyordu...