raphael honigstein'ın "dördüncü yıldız: alman futbolunun kendini yeniden keşfi ve dünyayı fethi" adlı kitabından
arne friedrich
gana maçı kendimize olan güvenimizi iyicene arttırmıştı; genç bir takım olmamıza rağmen turnuvada başarılı bir sonuç alabileceğimiz düşunmeye başlamıştık. son 16'da grubunu sürpriz bir şekilde ikinci sırada bitiren ingiltere ile karşılaşacaktık. (bu noktada herkes, şaşırtıcı olmayan bir şekilde maçın penaltılara kalacağını konuşuyordu ve biz de tabii
ki penaltılara çalışıyorduk.) biz ezeli rakiplerimiz olarak hep italya ve hollanda 'yı görüyorduk ama ingiltere'ye de saygı duyuyor ve maça çok ciddi şekilde hazırlanıyorduk. iyi bir takımdı ingiltere ve aramızdaki rekabet çok eskilere dayanıyordu.
urs siegenthaler ve christopher clemens her zamanki gibi harika bir maç önü analizi yapmışlardı. ikili bize ingiltere'ye karşı oyun planımızda ne gibi değişiklikler olacağını, maçtan neler bekleyeceğimiz, kime nerede ve nasıl basmamız gerektiğini, ve rakibin hangi oyuncularının topla oynamalarına izin verebileceğimizi detaylı bir şekilde anlatmışlardı. bunun yanı sıra, milli takım analistleri john terry'nin sürekli ileri çıktığını fark etmişlerdi ve bizim, topu kaptıktan sonra onun boş bıraktığı alana koşular yaparak, bundan yararlanabileceğimizi düşünüyorlardı.
sahaya çok iyi bir dizilişle çıkmıştık ve maça da çok iyi başladık. ilk golde manuel neuer’in kullandığı aut atışı klose’ye asist oldu. geliştirdiğimiz bir kontratak sonucu ikinci golü de podolski’yle bulduk. matthew upson skoru 2-1’e getirdiğinde birkaç dakika bocaladık ve o anda frank lampard’ın sayılmayan golü geldi. eğer hakem golü verse durum 2-2’ye gelecekti. o pozisyonda neuer’in ne kadar zeki bir oyuncu olduğunu da görme fırsatımız oldu: o, direğe çarpıp yerden seken topu sanki hiçbir şey olmamış gibi eline almış ve hemen sahanın öbür ucundaki klose’ye fırlatmıştı. ben çok uzakta olduğum için topun çizgiyi geçip geçmediğini görememiştim ancak neuer’in bu kadar hızlı ve kendinden emin hareket ettiğini görünce “herhalde geçmedi çizgiyi,” diye düşündüm. devre arasında antrenörler bize topun aslında çizgiyi geçtiğini söylediler ama açıkçası hakem o golü saysa bile sonuç değişmez ve biz maçı alırdık. (ilerleyen günlerde fotomontajla gol çizgisinin öne çekildiği ve topun çizgiyi geçmediğini gösteren, şaka olarak hazırlanmış bir fotoğrafı da masaj masasının hemen yanındaki duvara yapıştırmıştık.)
top rakipteyken 4-4-1-1, bizdeyken 4-2-3-1 ile oynuyorduk. sahadaki dizilişimiz rakiplerin boş alan bulmalarını ve gol pozisyonlarına girmelerini zorlaştırıyordu. defansif orta saha oyuncularından, yani bastian schweinsteiger ve sami khedira’dan biri sürekli geriye yardıma geliyor ve bu da savunmamızı daha da güçlü kılıyordu. hücumda da doğru zamanı bekleyip, rakibi bir anda gafil avlayabilecek kondisyonumuz ve oyunu okuyabilen, nasıl gol pozisyonuna girebileceğimizi bilen, ve topu sahanın istediği her yerine rahatça atabilen, zeki ve yetenekli bir kalecimiz vardı. almanya tarihinde o güne dek bizim kadar dikine futbol oynayan bir takım olmamıştı. ingiltere maçının ikinci yarısında oyun planımızı sahaya daha da sağlıklı bir şekilde yansıtmış ve maçı 4-1 kazanmıştık. (maçtan sonraysa hem ben hem de schweinsteiger, frank lampard’la forma değiştirdik.)
ingiltere maçı sonrası kendimize olan güvenimiz zirveye çıkmıştı. grup aşamasında elenme korkusunu üzerimizden atmış, kendimizi çok daha rahat hissetmeye başlamıştık zira görevimizi yaptığımızı ve bundan sonra gelen kazanımların ekstradan birer ikramiye olacağını düşünüyorduk. zira o kadar genç bir takımdık ki taraftarlarımız ingiltere’ye elenseydik bile bizi affedeceklerdi. bir sonraki turdaki rakibimiz olan cezayir’in çok iyi bir takım olduğunun bilincindeydik fakat aynı zamanda da o engeli de aşarsak kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmayacağını düşünüyorduk.