ilk basımı 2002 yılında olan hakan dilek'in "işte böyle bir şey" kitabından;
"dosttuk arkadaştık hani..." coşkun ozarı
"kamplarda zeytin, peynir ve reçel yenilecek diye tamim yayınlanırdı. her futbolcuya birer ya da ikişer tane çay fişi dağıtılırdı." belleğimiz sağlam... tarih 23 kasım 1975... takımımız, sovyetler birliği'ni atatürk stadı'nda, fomenko'nun kendi kalesine attığı golle 1-0 yendiği maçın öncesinde izmir'de kampta... coşkun hoca portakal suyu içmek isteyen çocuklarını kıramıyor. kıramadığı çocuklar da, rasim karalar, fatih terimler, b. mehmet'ler, cemil'ler, turgaylar, ali kemaller... ilk gençliğimizin en şık çocukları. sen misin "üstten" izin almadan portakal suyu içiren: "ankara'dan müfettiş gelmiş ve hakkımda soruşturma açmıştı. çok zordu koşullar..." insanın nutku tutuluyor. farkında olmadan 'naşı yaa? doğru mu söylüyorsun hoca?' gibi abuk sabuk şeyler çıktı ağzımdan. "yanlış söylenecek durum yok. belgeler ortada."
47 yıl sonra
yıl 2001. italyan marco'nun torbadan küçük elleriyle türkiye çektiği 1954 mart'ından tam 47 yıl sonra yeniden dünya kupası finalleri için heyecanlandık. 47 yıl öncenin milli takımı'ndan bir oyuncuyla yine siyah-beyaz fotoğraflar üzerinde gezinmek mümkündü, ama günlük spor basını, kriz dönemi türkiye'sinde futbolculara verilecek primin üzerine gidiyor, milli duygularla yer değiştiren ve bu duygulardan biraz daha güçlüymüş gibi duran 200 bin doları konu ediyordu. daha önce de bir jip mevzusu yormuştu gazete manşetlerini. yani mevzu tamamen "duygusaldı!" ve biz de "duygusaldık". yani bizim bu özel mülkiyet düşmanlığını aştı iş. coşkun hocanın hakkında soruşturma açılmasına neden olan portakal suyu macerasının üzerinden 26 sene geçmiş. ya da o günlerde portakal suyu durumundaki çocuklar, bugün koca delikanlı olmuş aslanlar gibi tribünlerdeki yerlerini almışlardır. anlatsak inanırlar mı acaba?
hemen istatistiklere gidelim: 1961-62, 1963-68, 1971-75, 1981-84, 1986 yılları arasında milli takımımızın değişen, ama hep tercih edilen çalıştırıcı ismi olarak tarihimizde müstesna bir yeri var coşkun özarı'nın - toplam 56 maç, 24 mağlubiyet, 14 galibiyet ve 16 beraberlik: "sürekli gidip geliyorduk. çünkü o dönemdeki yönetimle ve mentaliteyle anlaşmak mümkün değildi. ben istifa ediyordum, onlar kabul etmiyorlardı. çünkü kim bu olanaksızlıklar içinde çalışmayı kabul ederdi ki? 'gel' diyorlardı, hadi bakalım gidiyorduk. ne saha, ne kamp yeri vardı, ne de para vardı. bir izmir kampında maçtan önceki idman için sahanın kilidini kırıp içeri girmiştik. kimse dünyada ne olup bittiğini bilmiyordu ki!.. zaten federasyon başkanları tamimle atanıyordu. gelen başkan da, ne yapıyor ilk iş olarak, ekonomi kuruyordu kendine göre. rakibimizi izlemek için yurtdışına gitmeden önce üst düzeyde rezervasyon yaptırırdı adamlar. 250 mark harcırahla yola çıkardım. benim için ayarlanan otele gider önce kapının arkasındaki fiyat listesine bakardım. 200 mark sadece yatak parasıydı... tabii çok güzel anlarımız da oldu." o zamanlar futbol federasyonu'nun "milli maçta para olmaz çünkü milli maç vatani görevdir" dediği zamanlar. o zamanlara öykünüyoruz tabii. kristal düşlerimizin üzerinde kara bulutların dolaştığı ama gülümseyerek gezdiğimiz zamanlar. biz bu para işinin -tüm hayatımıza olduğu gibi- sporu altetmesine karşıyız asıl.
macar maçı
"bir macar maçı var ki... 1956'da..." diye anlatmaya başladığı güzel bir anının penceresinden içeri alıyor bizi. ol rivayet ki halk bugünkünden daha aç başarıya. macar maçının galibi futbolcular evlerine eskort eşliğinde dönerken her yaştan insanlar pencerelerden çiçek atıyor. ankara'da büyük millet meclisi'ne çıkarıyorlar takımı. dönemin başbakanı adnan menderes hem de arkasında kendi imzası bulunan birer altın kol saati hediye ediyor helalinden... sonra oyuncuları celal bayar "kabul ediyor": "bazen tarihin bir döneminde rastlıyor, iyi ekipler buluşuyor. bizde de sadece asker olan bir mustafa ertan vardı. o da ankara karagücü takımından. gerisi galatasaray, fenerbahçe ve beşiktaş takımlarının en iyi topçularıydı. 1951'de federal almanya'yı yenen takımı falan düşünün. onlar bu dönemde yanyana gelmiş iyi futbolculardı. ünlü alman yıldız breitner'le daha sonraki kurslarda görüştüğümüzde 'halk bazen çok ister. avrupa şampiyonu olduk, halk sevinçten çıldıracak gibi olmuştu. ama dünya şampiyonu olduğumuzda aynı ilgiyi görememiştik,' demişti. yani bazı şeylerin doğal akışı içinde gerçekleştiği ve mucize diye adlandırabileceğimiz durumlar olur. işte o anlardan biri de bu macar maçıydı."
şampiyon galatasaray
coşkun özarı 1970-73 yılları arasındaki o muhteşem galatasaray takımının başında. yanında ingiltere'den brian birch var. selahattin beyazıt, coşkun özarı'nm galatasaray lisesi'nden arkadaşı. kafa kafaya verip iyi bir ekip için kolları sıvıyorlar. "tek yetkili özarı'dır," diyor beyazıt. iyi de ediyor. coşkun hoca aynı takımdan oyuncuları transfer etmenin daha iyi olacağını düşünerek ptt'den aydın metin ve tuncay'ı alıyor: "aydın ve metin oynuyordu, ama tuncay küçüktü daha. ve sonra en iyilerinden biri tuncay çıktı. hatta şekersporlu cengiz diye bir futbolcu vardı, ben onu aldım, metin'i de onun yedeği olur diye düşünmüştüm. ancak cengiz istanbul'a ve büyük bir takıma ayak uyduramadı ve geri dönüp kayboldu ortalıktan. metin ise yıldız bir oyuncu oldu. o da çok akıllı, efendi ve iyi bir futbolcuydu. türkiye'nin en iyi kanat oyuncularından biri oldu."
şerefli mağlubiyetler dönemi
1970 yılı şampiyonlukla geçildi ve ingiliz birch saha içi çalıştırıcısı olarak galatasaray'a alındı: "bana çok saygılıydı birch. biraz da menfaat tabii. cebinde akrep vardı birch'ün. ben yemek yemesem yemek yemezdi. bütün idare bendeydi o zamanlar. bazı şeyler yanlış biliniyor. ben istifa edip ayrıldıktan sonra kendisi galatasaray adası'nda yanıma gelip 'siz istifa ettiniz ama ben aynı cesareti gösteremedim. bütün başarı sizin eseriniz,' dedi. bir yanlışı da şurada düzelteyim. hıncal uluç falan yazdı. ben güya bir gazeteye 'şerefli yenilgiler dönemi benimle yaşandı,' demişim. böyle aptalca bir şeyi ben söylemem. zaten antrenörlüğü de bu yüzden biraz erken bıraktım. sabah kalkıp gazetelere baktığımda bir gün önce ne demişim, ne uydurmuşlar diye bakıyordum. kendileri uyduruyor, kendileri inanıyordu yazdıklarına."