ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
"96 yılında şampiyonluğu nasıl aldık elinizden." diye konuşup durur fenerliler. peki, fenerbahçe 'yi kendi sahasında yenip, şampiyonluğu istanbul'da söke söke aldığımızı, fenerbahçelilerin yaşlı gözleri önünde şampiyonluk turu attığımızı niye unuturlar acaba? biz istanbul tribünlerinde fenerbahçelileri azınlık bırakmış, sahada fenerbahçe'yi ezip geçmiş ve şampiyonluk kupasını istanbul'da kaldırıp, dalga dalga karadeniz'e taşımış bir takımız. bülent şirin 'den okuyalım...
çıkış kapısına yönelmiş, gözü yaşlı, çaresiz bir fenerli...
gün ağarırken yataktan kalkıp, gözlerimi bile ovuşturmadan elimi yüzümü yıkadıktan sonra giyinmeye başladım. gece yatarken, sabah beni uyandırması için kurduğum saatin çalmasına bile gerek*kalmamıştı. zaten doğru dürüst uyumamış, geç kalırım korkusuyla gece boyunca kaç kere uyanmıştım... oysa okula gittiğim hafta arası günlerde, annem yarım saat uğraşırdı beni kaldırabilmek için...
kahvaltı mahiyetinde alelacele bir şeyler atıştırıp yola koyuldum. maça gidiyordum... hem de öyle sıradan bir maça değil, fenerbahçe maçına... yolda giderken, sezonun geride kalan kısmında olup bitenleri söyle bir zihnimde tazeledim:
trabzonspor, transfer döneminde samsunspor'dan hasan şengün'ü (dobi hasan), fenerbahçe'den osman denizci'yi ve rizespor'dan da hasan vezir'i alarak zaten güçlü olan kadrosunu iyice takviye etmiş ve şampiyonluk ta hayli iddialı bir duruma gelmişti. hazırlık maçlarında parlak sonuçlar elde eden ve ali kemal denizcilin jübilesinde istanbul'da beşiktaş'ı da 2-1 yenen trabzonspor, sezonun ilk maçlarında birtakım sıkıntılarla karşılaşmış, zonguldakspor'u trabzon'da güzel bir futbolla 3-1 yendikten sonra 2. hafta deplasmanda boluspor'a 1-0 yenilince pusuda bekleyen istanbul basını vaveylayı koparmıştı. 3. haftada da kendi sahasında ankaragücü ile 0-0 berabere kalınca camia karışmış ve teknik direktör ahmet suat özyazıcı'nm gönderilip yerine avrupalı isim yapmış bir teknik adam getirmenin hesapları yapılmaya başlanmıştı. neyse ki takım bir sonraki maçta trabzon'da beşiktaş'ı 3-1 tik skor ve muhteşem bir futbolla yenince sular durulmuş, ilk yarıyı lider g.saray'ın bir puan gerisinde tamamlamıştı. ilerleyen haftalarda trabzonspor inatla zirveyi takip etmiş, sonraları lider olmuş olan f.bahçe'nin kocaelispor deplasmanından 1-otık yenilgiyle eli boş dönmesi sonucu kendi sahasında elde ettiği 4-0'lık adanaspor galibiyetiyle bir puan farkla liderliğe yükselmiş ve işte o gün gittiğim f.bahçe-trabzonspor maçı gelip çatmıştı.
bu maça gelirken f.bahçe'nin iki önemli futbolcusu selçuk yula ve ilyas tüfekçi sakatlanmış ve sezonu kapatmışlardı. acaba bu durum trabzonspor'un beklenen başarısına gölge düşürür müydü? hayır, ne alakası vardı? sezonun ikinci yarısında takıma önemli katkılar yapmış olan osman denizci, sezon başında sakatlandığı için bütün bir ilk yarı oynamamıştı işte...
trabzonspor çok zor yenilen bir takımdı...
eğer trabzonspor bu maçı kazanırsa, o zaman 2 puan sistemi uygulandığı için fark 3 puana çıkacaktı. daha ligin bitmesine 10 hafta olmasına rağmen, f.bahçe'nin bahsi geçen iki oyuncudan mahrum ve bundan dolayı büyük moral çöküntüsü içinde olması ile trabzonspor'un yüksek form grafiği herkeste " kazanırsa trabzonspor şampiyon olur" görüşünü hâkim kılıyordu. hatta beraberlik halinde bile trabzonspor'un şampiyonluğu artık bırakmayacağı düşünülüyordu. çünkü trabzonspor çok zor yenilen bir takımdı.
arkadaşlarla buluşup stada girdik. daha saat sabahın sekizi... maçın başlamasına sekiz saat var ama tribünler dolmaya başladı bile... o zamanlar büyük maçlarda tribünler eşit olarak bölünüyor ve daha kalabalık olacaklarını varsayan rakip takım taraftarları ilk dakikalarda bize hitaben, "bir avuç i... dua etsin polise..." diye bağırıyorlar. ancak ilerleyen saatlerde tribünlerin yarısını filan değil, dörtte üçünü bizim doldurduğumuzu görünce kuyruğu kıstırıp susuyorlar...
neyse vakit geliyor, maç başlıyor... doğal olarak iki takım da son derece kontrollü oynuyor. zaten böyle bir maçta iyi futbol ve bol gol bekleyen de yok... yine de trabzonspor, rakibin sıfır pozisyonuna karşılık tam 3 kez kaleciyle karşı karşıya kalıyor ama atamıyor. dakikalar akıyor ve bitiş düdüğü yaklaşıyor. arkadaşlar " çıkalım" diyorlar fakat bende de skor ne olursa olsun, maç bitmeden çıkmama hastalığı var. uzatma anları... rakip yarı alanın ortalarında taç çizgisine yakın bir yerden, bize göre sağ, rakibe göre sol kanattan bir faul atışı kazanıyoruz. hakem sadık deda'nm ne yapacağı belli olmaz, daha önceki bir maçta bir golü iptal etmişti "top kaleye girmeden oyun süresi bitti" diye... yani top havadayken bile maçı bitirebilir...
atışı turgay kullanıyor ve topu penaltı noktası civarına ortalıyor... dobi hasan yükselip topa kafasıyla şöyle bir dokunuyor. "aman be dobi..!" demeye başlamıştık ki... o da ne? kaleci yaşar sendeledi ve topu tutamadı... top tıngır mıngır şampiyonluğa gidiyor... gidiyor... gidiyor... yaşar kalkıp yetişmeye çalışıyor ama boşuna... meşin yuvarlak filelerle çoktan sarmaş dolaş olmuş bile...
keşke " zamanda yolculuk" mümkün olsa da, o meşin yuvarlağın filelerle sarmaş dolaş olduğu andan, kadıköy'e kadar uzanan gerçeküstü zaman dilimini her trabzonsporlu görebilse... zihnimde o zaman diliminden, düzensiz parçalar halinde kesilmiş fotoğraflar var... inanılmaz bir uğultu... ben de bağırıyorum ama sesim çıkıyor mu çıkmıyor mu bilmiyorum... çıkış kapısına yönelmiş, gözü yaşlı, çaresiz ve zavallı bir fenerli... stattan çıktık ama yürüdüm mü, koştum mu, yoksa ışınlandım mı, onun da farkında değilim... sonra kurbağalıdere'nin üzerindeki o ufacık köprü... mahşeri kalabalığın gırtlaklarını yırtarcasma çıkan ve hâlâ daha gök kubbede yankılanan "şampiyon trabzon" avazeleri... ufka yaklaşmış güneş, bu tarihi manzarayı kaçırmamak için batmakta pek de acele etmiyor sanki...
her biri bir ömre bedel olan bu manzaralar bir yana da, gözümün önünden hiç gitmeyen ve zannediyorum gözlerimi ebediyyen kapatıncaya dek gitmeyecek olan bir enstantane var... göl olup da stad yukarıda bir parça anlatmaya çalıştığım alacakaranlık kuşağına girdiği saniyelerde bir de baktım ki sahaya bir delikanlı girmiş, kaleci şenol'a sarılıyor. delikanlı şenol'u bıraktı ve kollarını havaya kaldırdı. çocuğun üstünde yoktu, başında yoktu (ya da ben öyle hatırlıyorum). ama belliydi ki, o anda yeryüzünde ondan daha mutlu bir insan da yoktu. işte o enstantane benim hafızamda kristalleşti...
o delikanlı eğer hayattaysa şimdi orta yaşlarında olmalı... kim bilir nerelerdedir şimdi... ve acaba ne yapıyordur? yirmi küsur yıl daha geçse, benim o anki duygularımdan zırnık bile koparamaz...