ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
her şey 1988'in bir yaz gecesinde hamburg'da oynanan avrupa şampiyonası yarı final maçında, hollanda'nın almanya'yı 2-1 yenmesiyle başladı. aslında ağırbaşlı insanlar olan hollandalılar kendilerinin de şaştığı bir duruma tanık olmuşlar ve dokuz milyon hollandalı, yani toplam nüfusun yüzde 60'ı zaferi kutlamak için sokaklara dökülmüştü. o salı gecesi, hollanda'nın bağımsızlığına kavuştuğu günden bu yana görülen en büyük toplu gösteri yaşandı. hatta eski bir direniş örgütü üyesi televizyonda, "sanki sonunda savaşı kazanmışız duygusuna kapıldım'1, demişti.
58 yaşında bir hollandalı olan ger blok haberi, honduras ulusal takımı'nı çalıştırdığı tegucicalpa'da almış ve duyduğu mutluluğu, elinde ülkesinin bayrağıyla sokaklarda koşarak dile getirmişti, "inanılmaz bir mutluluk içindeydim", diyordu, "ama ertesi gün o gülünecek davranışımdan ötürü büyük bir utanç duydum"
leidseplein meydanında amsterdamlılar bisikletlerini havava fırlatmışlar (acaba kendilerininkini mi7) ve "yaşasın, bisikletlerimizi geri aldık!", diye bağırmışlardı. tarihteki en büyük bisiklet hırsızlığı sayılan olayda almanlar, işgal sırasında bütün hollandalıların bisikletlerine el koymuşlardı.
yaşamının son 45 yılını, onlarca ciltten oluşan, ikinci dünya savaşında hollanda'nın resmi tarihini yazmakla geçiren kır saçlı, ufak tefek biri olan prof. dr. l. de jong "hollanda gol attığı zaman odanın içinde dans ediyordum", demişti. "ben bir futbol delisiyim", diyen profesör daha sonra şöyle devam etmişti: "bu çocuklar ne yaptılar böyle? bunun savaşla ilgisi olduğu kesin. insanların bunu inkâr etmeleri ne kadar garip."
1974 dünya kupası finalinde almanya'ya karşı hollanda ulusal takımında yer alan willem van hanegem, vrij nederland dergisine verdiği demeçte şöyle demişti: "genel anlamda almanlar'ın en iyi dostlarım olduklarını söyleyemem. beckenbauer fena değildi. kibirli görünürdü ama bu onun oyun tarzından kaynaklanan bir şeydi. onun için her şey çok kolaydı." gazeteci "bunda ne gibi bir terslik var?" diye sorunca van hanegem, "ne de olsa ataları çok yanlış kişiler", diye yanıtlamıştı. hollanda dilinde 'yanlış' anlamına gelen 'fout' sözcüğü ayrıca, 'savaştaki yanlış' anlamını da taşıyordu. şeytanın avukatı rolünü üstlenmiş gibi görünen gazeteci, "bu, onların suçu değil ki", deyince van hanegem hemen ekledi: "olabilir, ama bu gerçek yine de değişmeyecek." ''özgür hollanda' anlamına gelen vrij nederland'ın bir yeraltı gazetesi olarak yayın hayatına başladığı günlerde van hanegem babasını ve iki erkek kardeşini savaştaki bir bombardımanda kaybetmişti. daha sonra da şakayla karışık, "ne yazık ki japonlar futbol oynamıyorlar", demişti.
hamburg'daki maçın tüm dünyada sinirleri gerginleştirdiği ortaya çıktı. maçtan sonra yapılan bir basın toplantısında, 150 yabancı gazeteci, 1 hollanda teknik direktörü michels'i ayakta alkışladı. 1 hollanda'da yayınlanan de telegraaf gazetesinin bir muhabiri, basın locasında oturan israilli bir gazetecinin kendisine; "hollanda'yı tutuyorum. nedenim anlarsın", dediğini yazmıştı.
profesyonel futbolcular rakipleri hakkında genelde çok nazik konuşurlar, çünkü günün birinde onlarla mutlaka karşı karşıya geleceklerini çok iyi bilirler. fakat hollandalılar, almanlar hakkında hiç de nazik konuşmadılar. ronald koeman, almanların maçtan sonra kendilerini tebrik etmeyişlerine fena halde içerlemişti. maç sonrasında formasını değiştirdiği olaf thon'un, alman takımındaki tek iyi insan olduğunu söylüyordu. "futbol savaştır" ifadesini ilk kez dile getiren hollanda teknik direktörü rinus michels de, "şu an söylemek istemediğim nedenlerden ötürü bu yengi bana daha da büyük bir tatmin duygusu verdi", demişti. maçın ikinci yarısı için tünelden stada çıkarken alman seyircilerin aleyhte tezahüratları üzerine tribünlere doğru orta parmağını kaldırıp bilinen işareti yapmıştı. arnold mühren'e göreyse almanya'yı yenmeleri, irlanda'nın ingiltere'yi yenmesi gibi bir şeydi, ama bence bu bile durumu anlatmak açısından hafif kalıyordu.
birkaç ay sonra hollanda'da hollanda-almanya: futbol şiirleri adıyla bir kitap yayınlandı. şiirlerden bazıları profesyonel şairler tarafından yazılmıştı ama diğerlerini yazanlar profesyonel futbolculardı.
kendimi bildim bileli hatta ondan da önce almanlar dünya şampiyonu olmak istiyorlardı
diyordu a. j. heerma van voss. rotterdamlı şair jules deelder ise, 21-6-88 adındaki şiirini, van basten'in golü için yazdığı şu dizelerle bitiriyordu:
ve düşenler mezarlarından sevinç çığlıklarıyla kalktılar.
hans boskamp şöyle yazmıştı:
bir halk veya bir ulus hakkındaki, aptalca genellemelerden hep nefret ettim. beni asıl çeken, bir oranlama yapmaktır. düşündüm ki, tatlı bir intikam olası değil ya da çok kısa süreli oluyor. ama sonra hamburg'da yaşanan, o inanılmaz güzellikteki salı gecesi geldi.
futbolcuların şiirleri nitelik açısından çeşitlilik gösteriyordu. en kötüleri, arnold mühren, johan neeskens ve wim suurbier tarafından yazılanlardı. jan wouters'm denemesi ise en sofistike olanıydı. klişeleşmemiş bir dille yazılan ve bir cümlenin birden fazla mısrada tamamlandığı, kafiyesiz bir tarz kullanmıştı. ruud gullit'in yazdığı, iki mısralık ancak tercüme edilmesi olanaksız şiir, bir futbolcunun yazdığı en iyi şiirdi ve seçki içinde ayrıcalıklı bir yere sahipti. johnny rep'in şiiriyse şöyle bitiyordu:
dipnot: bu yeni forma sadece, kıçınızı silmeye değer.
şiir, hollanda'nın kaplan desenli ve çirkin formalarından söz ediyordu ama ronald koeman'ın maçtan sonraki sözlerine atıfta bulunulduğu da düşünülebilirdi. koeman, arkadaşı thon tarafından kendisine verilen alman formasını tuvalet kâğıdı olarak kullandığını söylemişti. bütün bu dizelerin bize savaşı hatırlattığını tekrarlamaya gerek var mı?
söyleşilerde almanca konuşmayı reddeden van basten'in, hamburg'da gol atarak, savaştan sonra geçen 43 yılda bastırılmış bazı duyguların kapağını açtığını düşünmek insana çekici geliyor ama aslında öyle değil. savaşın, avrupa futbolundaki en büyük rekabetle olan bağıntısı, kim ne derse desin o kadar da fazla değildi.
hamburg'daki geceden önce almanlar'a karşı şiddetli duygular besleyen hollandalılar'in sayısı çok azdı.
almanlar'dan hoşlanmadıkları doğruydu. hollanda'da, kuzey denizi kıyısındaki leiden'da 10 yıl yaşadım ve alman turistlerin pek de sıcak karşılanmadığını gördüm. 'almanlar avrupa'nın işgalini nasıl kutlarlar?' 'aynı şeyi her yaz yeniden yaparak' esprisi çok yaygındı. ama 1982'de oynayan ingiltere-almanya maçında, benim sınıfımdaki genç çocukların çoğunun almanya'nın kazanmasını istediklerini de anımsıyorum. hollanda-almanyadaki jaap de groot'un şiiri, 1966'daki dünya kupası finalinde almanya'nın yenilmesine sadece onun değil, tüm dünyanın üzüldüğünü dile getiriyor. gerçi o zamanlar savaşın izleri daha tazeydi ama 1974 dünya kupası finali gayet sakın geçmişti. van hanegem sahayı gözyaşları içinde terk etmişti ve o maç onun için daha önce yapılan herhangi bir dünya kupası finalinden çok daha önemliydi. yine de 1988'deki havadan eser yoktu. 1974'te, her iki takımın oyuncuları da aynı gibiydi. iki takınım kaptanları olan beckenbauer ve johan cruyff arkadaştılar ve johnny rep ile paul breitner, fifa'nın sahada forma değiştirilmesini yasaklayan kararını protesto etmek amacıyla, maçtan sonra verilen ziyafette birbirleriyle ceket ve kravat değiştirmişlerdi.
hollanda kalecisi jan jongbloed, daha sonra günlüğüne şöyle yazmıştı: "kısa süren hayal kırıklığı yavaş yavaş yerini, gümüş madalyadan duyulan tatmin duygusuna bırakmıştı."
hamburg'dan sonra duyulan öfori hollandalıları bile şaşırtmıştı. o gün ortaya çıkan ulusal değişim, maçtan bir gün önce hollandalılarla almanlar arasındaki tüm düşmanca duyguların yok olduğunu söyleyen jongbloed'de açıkça gözlenmişti. maçtan bir gün sonra, 1974'teki takımı temsilen 1988'deki takıma şöyle bir telgraf çekmişti: 'çektiğimiz acılar nihayet sona erdi.'
hamburg'dan sonra hollanda ne zaman almanya'yla maç yapsa, hollandalılar patladı.
görülen o ki, hamburg'da yaşanan o geceden sonra hollandalılar'ın almanlar'a bakış açısı gitgide kötüleşti. kanıtlar da bu görüşü destekliyor. 1993'te hollanda uluslararası ilişkiler enstitüsü 'clingendael', hollandalı gençlerin almanlar'a karşı olan tutumları konusunda bir rapor yayınladı. at ülkelerini, duydukları sevgiye göre sıralamaları istenen gençler, almanya'yı en alta yazmışlardı. (sondan ikinci sırada da, hollandalı gençlerin, mezhep cinayetlerinin işlendiği yer olarak gördükleri irlanda cumhuriyeti yer alıyordu. ingiltere sondan üçüncüydü. lüksemburg un üçüncü olduğu bu listede hollanda'dan sonra en sevilen ülke, ikinci sıradaki ispanya'ydı.) rapor, hollandalı gençlerin almanlar'dan, erişkin yaştaki hollandalılara oranla çok daha fazla nefret ettiklerini ortaya koyuyor ve "bu ilginin bir nedeni var" görüşüyle sonuçlanıyordu. bir değişim yaşanmıştı ve bu da tamamen futboldan kaynaklanıyordu.
'kökü ne kadar derinde' isimli şiirinde erik van muiswmkel, 'iyi ile kötü'yü kızma nasıl açıklayacağını merak ediyor:
adem, havva, elma? hitler, florence nightingale? bilemiyorum, bilmek de istemiyorum ve tercihan ahlaksızım.
iyi ve kötü bak hayatım, tv'ye bak: turuncu, gullit, beyaz. beyaz, matthaus, siyah.
alman oyuncular kötü, hollandalılarca iyi'ydı. ya da almanlar alman'dı, hollandalılar hollandalı.
bu, daha maçın başlama vuruşunun çok öncesinde netlik kazanmıştı. sun'ın almanya'daki eşi olan bild, dedikoduları öğrenebilmek amacıyla hollandalılar'ın oteline bir muhabir yerleştirmişti. 1974'te, henüz hollanda ile almanya dünya kupası finalinde karşı karşıya gelmeden önce bild, hollanda kampında neler olup bittiği hakkında asılsız bir haber yayınlamış ve haberin başlığını da şöyle atmıştı: 'cruyff, şampanya ve çıplak kızlar'. cruyff buna çok üzülmüştü. final maçını almanya kazandı ve hollanda takım kaptanı 1978 dünya kupası'na katılmamaya karar verdi. 1988'deyse, bild'e yakalanmak istemeyen hollandalı futbolcular neredeyse oteldeki odalarından hiç dışarı çıkmamışlardı. buna rağmen huzur bulamadılar. hollanda futbol federasyonu yetkilileri, almanların getirdiği, iki takımın otelleri değiştirmesi önerisini büyük bir sevinçle kabul ettiler ve sonuçta hollanda takımı, şehir merkezindeki gürültülü intercoruinental otel'de konaklamak zorunda kaldı.
maçtan bir gece önce, saat 01:00'de bir alman muhabir, hollanda takım kaptanı gullit'i odasından aradı ve milan'a transfer olmadan önce hangi takımda oynadığını sordu. gecenin ilerleyen saatlerinde telefon bir kez daha çaldı ve gullit'in ifadesine göre 'biri çok saçma bir şey söyledi'. daha sonra da bir alman gazeteci kapısını çaldı.
ertesi gün maçtan önce iki tarafın oyuncuları sahayı kontrol ederken hollandalı oyuncular alman rakiplerinin gullit'e, korku dolu bakışlarla baktıklarını fark ettiler. gullit'i az da olsa tanıyan alman savunma oyuncusu andreas brehme konuşmak için onun yanma gittiği zaman, diğer alman oyuncular takım arkadaşlarına ağızları açık bir şekilde bakakaldılar. ronald koeman "onlar kesinlikle bizden daha kötüler", demiş ve eklemişti, "ama onlarla maç yapmak zorunda kaldığımız zaman durum daha da kötü oluyor". biz (benim de almanlar'a sempatim yoktu) onun kötü birşeyler olacağına yönelik önsezisini paylaşıyorduk.
ilk devre hollanda, o dönemde avrupa'da görülen en iyi futbolu oynadı. almanlar karşısında sanki rakipleri lüksemburg'muş gibi oynadılar ama gol atamadılar. almanlar ikinci devre için sahaya çıktıklarında yeni bir taktik almışlardı: rakibi tekmelemek. buna hollandalılar da aynı şekilde karşılık verince oyun giderek gerginleşti. sonra jürgen klinsmann, frank rijkaard'ın bacaklarına takılıp düştü -ki bu durumda bacaklarına daldığını söylemek, sakar klinsmann'a iltifat etmek olur- ve rumen hakem ion igna penaltı kararı verdi. bir het parool muhabiri merak etmeden duramamıştı: 'rumenler de savaşta yanlış mıydılar acaba?' (öyleydiler.) kendini yere çok iyi atan bir futbolcu olan matthâus penaltıyı gole çevirdi. almanya, içlerindeki 'en alman' oyuncunun ayağından, şanslı bir penaltı sonucu kazandığı golle 1-0 öne geçmişti. bunu sanki daha önce de görmüş gibiydik.
ama birkaç dakika sonra marco van basten, alman ceza sahası içinde yere düştü ve igna yine penaltıya hükmetti. aslında uefa bu hakemin penaltı kararı verme konusunda son derece yetersiz olduğunu daha önceden anlamış olmalı ki, ona ve yardımcı hakemlerine yanlışlıkla hamburg yerine stuttgart'a gidiş için uçak biletleri vermiş, ancak hakem üçlüsü müthiş bir göreve bağlılık örneği vererek yine de maçın oynanacağı kente uçmuşlardı. hakemler hamburg'a, oyunu çekilmez hale getirmelerine yetecek bir zamanlamayla yetişmişlerdi.
maçın 87. dakikasında, yani genelde almanya'nın maçları kazandığı golleri attığı son dakikalarda van basten bir gol attı. gullit'in de söylediği gibi 'adalet' sonunda, beklenmedik bir şekilde yerini bulmuştu. maçı seyreden don howe kalp krizi geçirdi, ama hangi dakikada olduğunu ben de bilmiyorum.
hollanda-almanya, lyi-kötü. bizim formalarımız maalesef çizgili ama parlak, almanlar'ın formalarıysa siyah-beyazdı. bizim oyuncularımızın ten renkleri çok çeşitliydi, ki buna kaptanımız gullit de dahildi. taraftarlarımızın başlarında uzun saçlı gullit şapkaları vardı. oysa onların oyuncularının hepsi beyazdı ve taraftarları maymun gibi sesler çıkarıyorlardı. bizim oyuncularımız esprili ve doğaldılar. oysa alman mizahının yüz yılı isimli kitap, dünyanın en kısa kitabıydı ve rudı völler'in saçında o absürd lüle vardı. bizim oyuncularımız birer şahsiyetti. oysa almanlar sadece ve o da güç bela, birbirlerinden sırt numaralarıyla ayrılıyorlardı. maçtan iki gün sonra bir alman gazeteci ronald koeman'a, alman halkından nefret ettiği anlamına gelen bir cümlesini hatırlatınca koeman, "ben asla böyle bir şey söylemedim", dedi. "ben sadece alman takımında oynayan ve sürekli olarak hakemlere, bize sarı kart göstermelerini söyleyen, bizi tahrik eden ve ortada hiçbir şey yokken yerlerde yuvarlanan oyuncuları kastetmiştim - bizi bu rahatsız ediyor." ama bir anlamda gazeteci haklıydı, çünkü koeman bu eleştirileriyle, eski alman geleneklerine hakaret ediyordu.
kısaca her iki takını da, hollandalıların kendilerine ve almanlara bakış açılarını özetleyecek bir genelleme yaratmışlardı. biz ruud gullit gibiydik, onlarsa lothar matthâus gibi... bu ulusta belirgin ayıplar da vardı ve bunu duruma uydurmak isteyen hollandalılar kendi terbiyelerini, kendi vakarlarını ve türkler'e, faslılar'a ve gullit gibi surinamlılar'a karşı gösterdikleri hoşgörüsüzlüğü derhal unutmuşlardı. vrij nederland 'almanlara, aslında bütün yabancılardan nefret ettiğimizi açıklamak zorundayız' diye yazmıştı ama bunu hiç kimse yapmadı. almanlar 'kötü', bizse 'iyiydik.
1988'de aralarındaki zıtlık had safhadaydı. hollanda-almanya maçları geçmişte hiçbir zaman diş bileme maçları olmamıştı. oyuncularımız hiçbir zaman onların oyuncularından çok daha soylu olmamışlardı. doğru, 1974'te hollanda dünyanın en iyi takımıydı. ("şoförümün söylediği bir şey çok hoşuma gitmişti. 'en iyi takım kazanamadı', demişti ki bu aynı zamanda hollanda direniş örgütü'nde çalışmış bir alman olan hollanda prensi bernhard'ın maçtan sonra cruyffa söylediği cümlenin aynısıydı.) doğru, hollandalılar o zamanlar bile kişilik sahibiydiler. van hanegem'ın turnuvada giydiği ayakkabılar o kadar eskiydi ki, ulusal marş çalınırken ayaklarıyla tempo tutmaya başlamış ve o sırada ayak başparmağı, ayakkabısındakı bir delikten dışarı çıkmıştı. ama 1974'teki almanlar da anlayışlıydı: beckenbauer, ayakkabıdan çıkan parmağı görünce hollandalı malzemecilere, ayakkabılarının kalıp kalmadığını sormuştu. onlar iyi almanlar'dı. oysa bunun aksine hamburg, ikinci dünya savaşının yeniden yaşandığı yer olmuştu.
savaş sırasında almanya, hollanda'yı beş yıl süreyle işgal etti ve hollandalılara göre hepsi direniş örgütü üyesiydiler. tabii doğal olarak hamburg'da yaşanan o gece, aradan geçen onlarca yılı silip süpürmüştü. almanlar'm göğüslerinde hâlâ kartallar vardı. hollandalı oyuncular direnişçi, almanlar'sa 'wehrmacht'tı.(almanca askeri güç) gerçi bu, anlamsız bir benzetmeydi ama hollandalıların çoğu böyle düşünüyordu. hamburg'dan sonra hollandalıların da en az almanlar kadar sert ve çirkin oynadığını söyleyen gullit olmuştu, ama acımasız hollanda basını ilk defa bundan şikâyetçi değildi. (hollandalı gazeteciler daha önceleri hiçbir zaman futbolculara sarılıp ağlayarak teşekkür ederiz' dememişlerdi.) yapılan fauller alkışlanmış, hatta kutsanmıştı, çünkü hepsi direnişin gereği davranışlardı. vrij nederland'ın hollandalı savunma oyuncusu berry van aerle'yle yaptığı söyleşi şu şekildeydi:
"saçını mı çektim? hiç hatırlamıyorum. başına hafifçe vurdum ama saçını çekmedim."
"çekmedin mi?"
"hayır. başına hafifçe vurdum. buna çok kızdı. çok garip bir tepki gösterdi ve ayağa kalkıp beni kovaladı ama ronald onu durdurunca kendini yeniden yere atıp yuvarlanmaya başladı. bence bu çok garip bir davranıştı."
aslında sahada ne olduğunu hem gazeteci hem de van aerle biliyordu ama bir direnişçi yaptığı kahramanlıktan söz etmeyi hiç sevmezdi. belli bir ironi kullanarak bunu ima ederdi ve zaten bunu da almanlar anlayamazdı. van basten hollanda'nın kazandığı penaltıyı anlatırken şöyle demişti: "kohler dengemi bozdu ve hakem hemen penaltı noktasını gösterdi. ben de onun bu kararını saygıyla karşılamak zorundaydım." hollandalı gazeteciler gülüştüler.
bu maça ilişkin tek benzetme, direnış'e karşı 'wehrmacht' değildi. hamburg, aynı zamanda işgalin tersine dönüşüydü. turuncu üniformalı bir hollanda ordusu tüm araçlarıyla almanya'ya girmiş ve oradaki halkı yenmişti, (ingiltere ve iskoçya arasında sık sık yapılan maçlar döneminde de iskoçlar bir günlüğüne londara'yı fethederlerdi.) almanlar, kendilerine uygun bir davranış örneği gösterip hollandalılara sadece 6.000 bilet verdiler, buna rağmen volkspark stadı hollandalılarla doluydu. almanlar'ın forvetlerinden frank mili bile, "maç almanya'da oynansaydı daha iyi olurdu", demişti ki, bu, bir alman için oldukça başarılı bir espri sayılırdı. hollanda halkı şarkı söylüyordu:
1940'ta geldiler. 1988'de de biz geldik. holadiay, holadio.
hamburg sadece, hiçbir zaman tam olarak beceremediğimiz direniş hareketi değil, aynı zamanda hiçbir zaman tam olarak kazanamadığımız bir savaştı. başka bir açıdan da bize savaşı anımsatıyordu. kısaca hamburg'dan sonra ulusal takımın kaptanından taraftarlara ve hatta başbakanca kadar herkes eşitti. davranış tarzını futbolcular belirledi. maçtan sonra intercontinenta'deyken konga dansı yapıp taraftarların söylediği bir şarkı olan 'münih'e gidiyoruz'u ve popüler bir kafa çekme şarkısı olan 'henüz eve gitmiyoruz'u söylediler. kraliçenin ikinci oğlu prens johan-friso da, 'almanlar'ın şarkı söylediklerini duyuyor musun?' isimli şarkının hollanda versiyonu olan 'o wat zijn die duitsers stil'e eşlik etmişti. gullit, amsterdam'ın leidseplein meydanı'nı dolduran kalabalığın arasında olmaktan mutlu olacağını söylemişti: "ne de olsa almanya'da güzel bir parti vermek olanaksız." blazer ceket giymiş, işe yaramaz bir devlet memurunu tanımlamak için 'bobo' sözcüğünü icat etti ve bu sözcük hemen hollanda diline girdi. bugün bile hollanda halkı birbirlerine 'bobo' der.
siyasal ve sosyal eşitlikten yana olduğumuz için, almanlar'ın mağrur ve küstah olmaları gerekiyordu. hollanda kalecisi hans van breukelen, "o adamların, meslektaşları olduğunuz halde size karşı olan davranışlarını kabul etmek mümkün değil. sizinle bir metre genişliğindeki bir koridorda karşı karşıya gelseler de selam verecek kibarlığı gösteremezler", diye şikâyet ediyordu.
yapılarına uygun olarak almanlar, maçın ahlaki yanını tamamen (ama tamamen) görmezden geldiler. hatta maçtan sonra rakiplerini kutlamak için hollandalıların otobüsüne binen iyi alman beckenbauer bile yenilgiyi 'hak etmediklerini' söylemişti. (ama daha sonra "hollanda o kadar iyi oynadı ki, aldıkları galibiyeti asla küçümseyemem", diyerek ilk ifadesini bir parça yumuşatma yoluna gitti.) matthâus'e göre hakem maçı bir dakika daha uzatmalıydı. völler'in sözleriyse çok garipti: "hollandalılar adeta başka bir gezegenden gelmişlercesine, cennet katma çıkaradeta başka bir gezegenden gelmişlercesine, cennet katına çıkartılacak ölçüde övüldüler." (başka bir gezegenden değil, başka bir ülkeden.) gerçeği sadece bild yazmıştı: gazetenin başlığı 'hollanda süper 'di.
iki ülke daha sonra ekim 1988'de, münih'te karşılaştılar. alman oyuncular hır araya gelerek, maçtan sonra rakipleriyle forma değiştirmeme kararı aldılar. nisan 1989'da rotterdam'da yapılan maçtaysa stadyuma, matthâus'u adolf hitler'e benzeten bir afiş asılmıştı.
hollanda ve almanya, italya'ya gitmeye hak kazandılar ve ikinci turda karşı karşıya geldiler. zaten dünya kupaları'nda veya avrupa şampiyonalarında ya da en azından hollanda bu turnuvalara ne zaman katılma hakkını elde etse karşılaşmışlardı. almanlar, milano'da 2-1 kazandılar ama hepsi bu kadar değildi. rijkaard, völler'e faul yapınca völler yere düştü ve hakem rijkaard'a sarı kart gösterdi. bu durumda rijkaard bir sonraki maçta oynayamayacaktı; rijkaard, völler'e tükürdü, peşinden koştu ve bir kez daha tükürdü. hollanda dışında tüm dünya tiksinti duymuştu. her iki oyuncu da oyundan atıldılar, ama völler'in neden atıldığı bir türlü anlaşılamadı. hollanda-almanya sınırında çatışmalar oldu.
tükürük olayı çok kötü yorumlandı. hollandalılar dışındaki herkes rijkaard'ın sinirli biri olduğunu, hatta hollandalıların paul ince'i veya diego maradona'sı olduğunu düşünüyor gibiydi. oysa o, bilinen en sakin futbolculardan biriydi. peki ama neden tükürmüştü?
hollandalı oyunculardan bazıları völler'in ona ırkçılık kokan bazı şeyler söylediğini iddia ediyorlardı. tv görüntülerinde völler'in, faulden sonra rijkaard'a bağırdığı görülüyordu. völler, "bana neden faul yaptın?" diye sorduğunu ileri sürüyordu ve bu doğru da olabilirdi tabii. ama almanlar'ın nazi olduğu teorisindeki en büyük çatlak, rijkaard'm bunu reddetmesiyle ortaya çıktı: o, völler'in ırkçılığa yönelik bir şey söylemediği konusunda ısrarlıydı. belki völler'ı koruyordu, belki de ortalığı yatıştırmaya çalışıyordu. (birçok hollandalı oyuncunun aksine rijkaard kargaşayı sevmezdi.) belki de onun söyledikleri doğruydu ve völler'ı suçlayan hollandalı oyuncular olayı abartıyorlardı. hollanda basını tükürük olayını araştırmaya, rijkaard'ın şu sözlerine kadar devam etti: "geriye dönüp baktığımızda olay ne kadar da komik geliyor, değil mi?"
bu, kutsal bir şeye yapılan bir hakaretti. bir ulus tümüyle, almanlar'ın ırkçı, hollandalılar'msa iyi olduklarını kanıtlamaya çalışırken rijkaard ortaya çıkıp bu olayı bir şaka haline dönüştürmüştü. ama en sonunda, almanlar'dan nefret etmediğini söylerken çok ciddi olduğu anlaşıldr. aynı şey hollanda antilleri kökenli hollandalılar için de geçerliydi.
oysa gullit'in almanlardan nefret ettiğinden kimsenin kuşkusu yoktu. ama şunu da unutmamak gerekir ki, gullit'in annesi hollandalı, babasıysa hollanda antilleri'ndendi ve o, ten renginin siyah olduğunu ancak on yaşına geldiğinde öğrenmişti. hatta bir keresinde kendisini hollandalı gibi hissettiğini söyleyerek hollanda antilleri'nden gelen insanları çok fena kızdırmıştı. rıjkaard farklıydı. onun ve gullit'in babaları, profesyonel futbol oynamak için hollanda'ya birlikte gelmişlerdi, ama herman rijkaard yine hollanda antilleri'nden bir kadınla evlenmişti ve frank rıjkaard siyah tenli olduğunu başından beri biliyordu. rıjkaard gibi, hollanda'nın 1990'dakı üçüncü kalecisi olan ve surinam'ın paramaribo kentinde dünyaya gelen stanley menzo da, almanlar m zaferine pek aldırmadığını söylemişti.
menzo sözlerine şöyle devam etmişti: "canımı en çok sıkan şey, aron winter, rijkaard ve daha sonra da gullit'in topu aldıkları zaman ıslıklanmaları oldu. öte yandan hollandalıların da almanlara bir sürü hakarette bulunduklarını duydum. bence bunların hepsi çok saçma ama maalesef engel olmaya gücüm yetmiyor." hollanda antilleri bu oyunun dışında kalmışlardı. onlar savaş sırasında hollanda antilleri'ndeydiler ve hollanda yurtseverliği onlara şevk vermek yerine, onları endişeye düşürüyordu. rıjkaard tükürdüğü zaman, sanki halkta yaygın olan isteri durumu onu da etkisi altına almış gibiydi, ama o bunu daha sonra inkâr etti. ona göre tükürmesi direniş değil, sadece kötü bir davranış biçimiydi.
ancak bu olay, bir sonraki hollanda-almanya maçını daha da gergin bir hale getirdi, iki takım 18 haziran 1992'de göteborg'da avrupa şampiyonası için karşı karşıya geldiler. ronald koeman'a göre bu eşleşme, şeytan'ın marifetiydi.
en büyük alman sayılan matthaus bu maçta sakatlanarak oyundışı kaldı. de telegraaf onun yerine oyuna giren andreas möller'in, onun yerini tutmaktan çok uzak bir dublör olduğundan şikâyet etmişti, çünkü 'gerçek bir hollandalı nasıl olur da, kendi ülkesinde bile dışlanan bir alman'dan nefret edebilirdi?' ama hollandalı taraftarlar bu zor işi de başardılar. van aerle maçtan önce şöyle demişti: "riedle, doll, klinsmann, ne fark eder ki? hepsi tehlikeli. bütün almanlar tehlikelidir." bütün almanlar'm aynı olduğunu söylerken çok ciddiydi. maçı 10 milyon hollandalı izledi. bu, hollanda tv'si açısından yeni bir rekordu ve ullevi stadı ağzına kadar hollandalılarla dolmuştu.
alman taraftarlar maça daha az ilgi göstermişlerdi. hollanda-almanya maçları onlar için de özel bir anlam kazanmaya başlamıştı ama yine de o kadar önemsemiyorlardı. ne de olsa hitler'in işgal ettiği tek ülke hollanda değildi. hatta hollandalılar'ın bu konudaki tepkileri almanlar'ı hayrete düşürüyordu. bu, onlara göre başka tür bir ırkçılıktı ve sanırım haklıydılar. eski bir futbol menajeri olan, bild'in köşe yazarlarından udo lattek, vrij mederland muhabirine, "bazı insanların geçmişte yahudiler'e kötülük ettiği gerçeği konusunda benim küçük kızım ne yapabilir ki?" diye sormuştu. völler bu düşmanlığı 'dış güçlere' bağlıyordu. işin özünü görmemekte direnerek, "hollandalılarca karşı en ufak bir artniyetim yok", demekte ısrar ediyordu. beckenbauer de, "çocukken amsterdam a gittim", demişti, "hollanda'yla yaptığımız maçlar benim yıllarıma maloldu, yine de bu maçları hiçbir şeye değişmezdim. o maçlardaki futbol her zaman nitelikli, duygu yüklü ve benzeri görülmemiş bir gerginlikle dolu olurdu. daha doğrusu, en saf haliyle futbol oynanırdı". beckenbauer için maç, sadece büyük bir yarışmadır ve futbolun özü de budur zaten... oysa çoğu hollandalı açısından futbol maçı daha karanlık, daha çapraşık bir olaydır.
hollanda takımı göteborg'da soyunma odasından çıkarken michels oyuncuları durdurup şöyle dedi: "beyler, şu anda söyleyeceğim şeyleri daha önce asla söylememiştim. bugün üç gol atacaksınız. bunlardan ikisini orta saha oyuncularımız atacak ve almanlar da bir veya iki gol atacaklar. güzel bir maç olmasını dilerim."
orta sahada oynayan rijkaard maçın ikinci dakikasında bir gol attı ve iki alman bunun üzerine, bir hollanda gece kulübüne parça tesirli bir bomba atarak, nedense maçı seyretmeyen üç kişinin yaralanmasına neden oldu. gece kulübü, hollanda'nın kerkrade kentinde ve hollanda'da başlayıp almanya'da sona eren nieuwstraat caddesi üzerindeydi.
daha sonra hollanda sol açığı rob witschge'nin serbest vuruştan attığı ikinci gol geldi. top, alman barajında yer alan ve vuruş sırasında havaya sıçrayan riedle'nin ayaklarının altından geçerek kaleye girmişti. michels maçtan sonra, "idmanlarda serbest vuruş planları yaparsınız ama oyuncuların sahada bunları uygulayıp uygulayamayacağından emin olamazsınız. neyse ki bu maçta almanlar bu plana uydular, demişti. klinsmann almanya'nın golünü attıktan sonra, hollanda'nın ileri uç oyuncularından dennis bergkamp bir gol daha attı ve skor hollanda lehine 3-1 oldu. maçın bitmesine birkaç dakika kalmıştı ki, michels ve yardımcısı dick advocaat, wouters'in yerine oyuna peter bosz'u sokmak istediler, ancak ne wouters ne de bazı hollandalı oyuncular oyundan çıkmayı kabul ettiler. sonunda teknik adamlar oyundan, genç bergkamp'ı çıkarmak zorunda kaldılar. advocaat, "dennis, taraftarlara seni alkışlamaları için bir şans vermek istiyoruz", demişti. bosz kardeşine, formasını bir almanla değiştirmeyeceğine dair söz vermişti. maçın sonucu, michels'in 'tahmin ettiği gibi 3-1 oldu. hollanda-almanya maçları insanların doğaüstü güçlerini de harekete geçiriyordu.
maçtan sonra sınırdaki enschede ve kerkrade'nin nieuwstraat caddesi'nde hollandalılar ve almanlar birbirlerine bira şişeleri ve taşlarla saldırdılar. enschede'de oturan 500 kişi sınırı geçti ve alman kenti gronau'nun altını üstüne getirdi. at'de işler yolunda giderken, neredeyse savaşın eşiğine gelinmişti. hollanda'nın entelektüel günlük gazetesi nrc handelsblad genç taraftarların hiç hakları olmayan bir öfke gösterdiklerini ve bu haksız öfkenin, hiç de yakışık almayan kötü bir davranışı haklı çıkarmak amacıyla kullanıldığını yazmıştı. ama aslında konu ikinci dünya savaşı değildi. savaş, direniş ve 'wehrmacht' sadece, bizim oyuncularımızın gerçek birer hollandalı, almanların'sa tipik birer alman olduklarını söylemek amacıyla kullanılan sözcüklerdi.
neyse ki iskoçya, birleşik devletler topluluğu adıyla şampiyonaya katılan rus ağırlıklı takımı 3-0 yendi de hem hollanda hem de almanya yarı finale yükseldiler. hollanda, danimarka'yla, almanya da isveç'le oynayacaktı. her iki taraf da finale çıkaçaklarını umuyorlardı. michels basına, "bu turnuvada almanya'yla iki kez karşılaşacağımızı her zaman söylemiştim", demişti. "bır sonraki maç da çok zor geçecek."
michels'in lakapları arasında sfenks, general ve boğa gibi sözcükler vardı. o, asla ally macleod gibi kibirli biri değildi, ama yine de hollanda'nın finale çıkmak için önce yarı finalde danimarka'yı yenmesi gerektiğini unutmuş gibiydi. bu gerçeği bütün hollandalılar unutmuştu. taraftarlar almanya'yla oynayacakları final maçına gitmeyi planladıkları için, yarı final maçı nedeniyle düzenlenen charter uçak seferlerinden birkaçı iptal edildi. hollanda-danimarka maçında tribünler neredeyse boş kalmıştı. doğal olarak hollanda maçı kaybetti. gereksiz bir kibir içindeydiler. danimarka kalecisi peter schmeichel öfkeyle, bergkamp ilk hollanda golünü attığı zaman seyircilerin bunu alkışlamaya bile üşendiklerini söylemişti. maçtan sonra çok üzgündüler: almanya isveç'i yenmiş ve finalist olmuştu. van breukelen, "almanların kellesini kurtardık. zaten dünya şampiyonu olmuşlardı, şimdi de bizim ünvanımızı elimizden alacaklar. sırf bu yüzden kim bilir kaç gece uyuyamayacağım", demişti.
almanlar final maçını kaybettiler, o gece danimarkalı oyuncularla danimarka halkı hep birlikte 'auf wiedersehen deutschland' şarkısını söylüyorlardı, çünkü onlar da işgal edilmişlerdi.
hollanda-almanya maçları bir süre sonra sinir harbi olmaktan çıkacaktır. 1988'den sonraki birkaç yıl boyunca hollanda, avrupa'nın en başarılı oyuncularından bazılarına sahipti, oysa alman oyuncular en kötüler arasında gösteriliyorlardı. gullit, rijkaard, van basten, wouters ve ronald koeman ulusal maçlarda oynamayı bıraktıkları zaman, almanya, hollanda'yı kolayca yener hale gelecektir. belki bizim oyuncularımız da onlarınkilerden daha iyi insanlar olmaktan vazgeçeceklerdir. işte o zaman hollandalılar, hollanda-almanya maçlarına bu kadar önem vermeyi bırakacaklar ve clingendael enstitüsü'nün de daha fazla üzülüp korkmasına gerek kalmayacaktır.