son kupa şampiyonu arjantin açılış maçında son afrika şampiyonu kamerun'la karşılaşıyor. arjantin mutlak favori ama dakika 65'de françois omam-bıyık sahne alıyor ve 3 puanı ülkesinin hanesine getirecek kafa golünü atıyor.
bu maç benim hatırladığım ilk dünya kupası maçıdır.yanlış hatırlamıyorsam golde arjantili kaleci topu elinden ya da kucağından kaçırmıştı.maçı seyrederken maçın önemini kavrayabilecek yaşta değildim, ilerleyen yıllarda maçın özet görüntülerini izleyince o an izlemiş olduğum maçın ne maçı olduğunu anladım.
son dünya kupası şampiyonu(1986'in) arjantin bir sonraki kupanın açılış maçında yenilen ilk dünya şampiyonu ünvanına yeni bir halka ekleyerek 2.seferde bu başarıyı(!) göstermiş oldu.ilgili haber için bkz:
1986 dünya kupasında 7 yaşımdaydım; onu da epeyce hatırlıyorum ancak bekleyerek ve notlar tutarak takip ettiğim ilk kupadır italya 90. açılış maçında tabii ki arjantini tutuyordum ( sonra da kamerun'u sevecektik ) o maçta aklımda kalan en önemli şey canigga'dır. sarı saçlarıyla rüzgar gibi esiyordu ama ürekli tekmeleniyordu. hatta bir pozsiyonda sağdan bastı geliyor, sert bir tekme devam ediyor bir tekme daha devam ediyor ama üçüncü de gitmek istemesine rağmen yerde kalıyordu. kameru8n'un hocası valeri nepomniachi birkaç yıl sonra gençlerbirliği'ni de çalıştırmıştı.
babamla birlikte ve bira-kuruyemiş ikilisiyle izlediğim ilk maçtı yanlış hatırlamıyorsam. bir de golü atan omam-bıyık, turnuvanın ilk golü olması nedeniyle 40 şişe şarap kazanmıştı.
bu maçla ilgili önemli ayrıntılardan biri gölü atan oman bıyık müthiş sıçrama yeteneği eğer maçı izleme şansınız olursa birgün özellikle ağır çekimde oman bıyık'ın o kafayı ne kadar bir yükseklikten vurduğunu göreceksiniz olağanüstü bir sıçrama idi.
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
milano da muhteşem bir tören... sporla sanatın kucaklaşmasından doğan bir güzellik bu... unutulmaz italyan yıldızı dünya kupalarının dev futbolcusu meazza'nın adını taşıyan stadda yetişmiş beş bin kişi var. "meazza" büyük futbolcu ve de çok yakışıklı, çok zarif bir insandı. bir kez milano'da röportaj yapmıştım kendisiyle... daha sonra da ülkemize gelmişti, teknik direktör olarak beşiktaş'a... stad böylesine doluydu, dünyanın her köşesinde de milyonlar tv başında aynı heyecanı paylaşıyordu.
kalbiniz duracak sanıyorsunuz... öylesi tatlı bir coşku... yüz altmış manken, iki yüz jimanstikçi, görkemli töreni nasıl da renklendiriyor... büyük kupanın büyük staddaki açılışında büyükler dolu tribünlerde... italya cumhurbaşkanından arjantin devlet başkanı'na... brezilya devlet başkanı'ndan kamerun devlet başkanı'na... sinemanın popüler sanatçılarından müzik dünyasının sevilen seslerine kadar... kimler yok ki bu maçta... "açılış maçı" deyince biraz duralım... bu açılış maçından önce basın merkezinde, futbolun en büyük isimleriyle söyleşirken "şu açılışta arjantin'in karşısında doğru dürüst bir takım olsaydı da... büyük bir oyun seyretseydik" diyenler arasında ben de vardım. üstelik sekiz yıl önce üç maçta hiç yenilmeyen, üç maçta bir tek gol yiyen kamerun'u seyretmiş, maçlarını trt-tv'de anlatmış olduğum halde, sanki arjantin'in dört yıl önce ki şampiyonluğunun etkisindeydim. milano'daki medya ordusunun pek çoğu gibi... maç başlayıp da arjantin'in golü gecikince, kamerunlular da akınlarını artırmaya başlayınca... gene de uyanmıyor, "bir sürpriz olur mu?" demiyorduk. hele hele 62. dakikada hakem, kamerun'u on kişi bırakınca... maradona'nın pasıyla caniggia dalıyor, kaleye akıyordu... kana bıyık da caniggia'ya dalmakta gecikmedi. sert bir hareket!.. hakem hemen elini cebine atıyor... ve tahmin ettiğiniz gibi, kırmızı kartını çıkanyordu. 1990 dünya kupası finallerinin ilk kırmızı kartıydı. eee, artık tamam, kamerun on kişiyle, dört yıl öncesinin şampiyonu arjantin karşısında duramazdı. her dakika maradona ve arkadaşlarının golünü bekliyorduk. ve geldi de gol... ancak yanlış adrese geldi. cilveli top, yuvarlanmıştı kaleye de... kamerun'un değil, arjantin'in kalesine... gözlerimizle gördüğümüz halde birbirimize bakıyorduk: "doğru mu bu gördüğümüz?" diye... kamerun takımı, on kişi kaldıktan sadece dört dakika sonra galip duruma geçiyordu. hem de enfes bir golle... sağdan serbest vuruşu makanaky mükemmel kullanmış, çok iyi sıçrayan bıyık da harika bir kafa şutuyla topu ağlara göndermişti. tabii dünya şampiyonu bir takımın kalesini koruyan pumpido'nun topa çıkışındaki hata da affedilemezdi. dakikalar ilerleyecek, "benden büyük yok" diye gerine gerine gezip yürüyen kral maradona'nın arjantin'i 1-0'a boyun eğerek çıkacaktı sahadan... daha önce fransız hakem vautrol, kamerun'dan bir oyuncuya daha kırmızı kart gösterdiği ve kamerunlular dokuz kişi kaldığı halde...
14. kupa'nın ilk maçı, ilk bombayı patlatmıştı. "sürprizler sürprizi" olarak karşılanan bu sonuçtan sonra, o büyük otoriteler "kamerun'dan özür dileriz", "böyle bir kamerun mucizesi beklemiyorduk" dediler... sadece bu kadar mı? daha neler demedi ki dünya medyası bu müthiş sonuç için:
- dünya şampiyonu arjantin rezil oldu...
- "bücür" maradona'yı çime gömdüler...
- kamerun "bıyık" altından gülüyor...
- şampiyona afrika tokadı...
- maradona ve arkadaşları dokuz kişiyle başa çıkamadı...
- cesaret, kamerun'u zafere götürdü...
- maradona tek başına arjantin'i kurtaramadı...
maradona'nın gözyaşlan...
arjantinliler, "kötü günlerinde olduğunu" kabul ediyor, ama kamerun'un da çok sert oynadığını öne sürüyorlardı. maradona "tekmelerden yıldım. ayaklarımı bir görseniz" diyor ve gözyaşlarını tutamayarak şöyle devam ediyordu: "hele kolumda öyle bir krampon yarası var ki, herhalde bir yılda bile zor geçer."
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
b grubu'nun ilk maçı kamerun'un zaferiyle sonuçlanmış, italya basınının deyimiyle "dokuz afrikalı aslan şampiyonu parçalamış"tı... arjantinlileri deli eden ise gene italyan basınında yer alan "kral çöktü" başlığıydı. maradona, "hele maçlar ilerlesin, kimin çötüğünü göreceğiz" demekle yetiniyordu.
tarih: 08 haziran 1990 cuma, giuseppe meazza stadyumu / milan seyirci: 73.780 hakemler: michel vautrot (fransa), michael listkiewicz (polonya), vincent mauro (abd)
arjantin: nery alberto pumpido, oscar alfredo ruggeri (claudio paul caniggia), juan ernesto simon, nestor ariel fabbri, jose horacio basualdo, nestor gabriel lorenzo, sergio daniel batista, roberto nestor sensini (70 gabriel humberto calderon), jorge luis burruchaga, abel eduardo balbo, diego armando maradona (kaptan) teknik direktör: carlos bilardo (arjantin)
kamerun: thomas n'kono, victor n'dip akem, stephen tataw eta (kaptan), emmanuel jerome kunde, benjamin massing, bertin n'dingue ebwelle, emile belmont m'bouh, andre kana biyick, louis paul m'fede (70 thomas libiih), françois omam biyick, cyrille thomas makanaky (69 albert robert miller 'roger milla') teknik direktör: valeri nepomniachi (rus)
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında alp ulagay'ın "dünya kupası ve afrika futbolu" başlıklı yazısından;
boyun eğmeyen aslanlar (les lions indomptables) sekiz yıl aradan sonra dünya kupası için kolları sıvadılar. italya 90'ın açılış maçındaki rakibi ise dünya şampiyonu unvanlı ve maradona'lı arjantin'di. milano'nun 80 bin kişilik guiseppe meazza stadında açılış törenini izleyenlerin aklında maradona ve arkadaşlarının kamerun'u kolayca yeneceği düşüncesi hakimdi. kamerun'un ispanya'daki sürprizi yineleyebilecegine inananlar fazla değildi. ancak, unutulan bazı noktalar vardı. 1978'den beri oluşan bir geleneğe uygun biçimde açılış maçına çıkan bir önceki kupanın şampiyonu takımlar, belki de unvanlarının verdiği aşırı güvenle başarısız sonuçlar aldılar. keza arjantin 1982'nin açılış maçında yine maradona'lı kadrosuyla belçika'ya 0-1 yenilmekten kurtulamamıştı. ikinci önemli nokta ise kamerun'un yine aynı kupadan yenilgiye uğramadan elenmiş olmasıydı. sırasıyla polonya, peru ve italya'yla berabere kalarak ikinci tur şansını sonuna kadar kovalayan dişli bir takım görünümü çizmişti.
bu kez guiseppe meazza'nın çimlerinde arjantin'e meydan okuyan atletik kamerunlular daha ilk dakikalardan itibaren mücadele güçleriyle tribündeki ve ekranı başındaki seyircilerin yanı sıra güney amerikalı rakiplerini de şaşırttılar. üstelik, hiçbir ikili mücadeleden kaçınmayan ve her topu kovalayan kamerunlular fifa'nın yeni yürürlüğe koyduğu disiplin kurallarının ilk kurbanına dönüşüyorlardı. maçın fransız hakemi michel vautrot yeni talimatlar gereği rakip oyuncuya arkadan yapılan müdahaleleri ve kasti tekmeleri doğrudan kırmızı kartla cezalandırma yoluna gitti. fifa kısırlaşan futbolu daha hareketli hale getirmek ve hücum eden takımları teşvik etmek amacıyla bu değişiklikleri yapmıştı. vautrot da adeta ilk maçtan sertliği benimseyen takımlara gözdağı vermek için görevlendirilmişti. arjantin'in rüzgar forveti caniggia'yı durdurmaya çalışan kana biyik 61. dakikada ilk kırmızıyı görürken son dakikalarda massing de uzun saçlı arjantinlinin hızına kurban gitti.
ikinci oyuncusundan mahrum biçimde maçı bitiren kamerun asıl sürprizi 68. dakikada gerçekleştirdi. makanaky'nin sol kanattan yaptığı ortaya çok iyi yükselen santrafor françois omam-biyik topa kafasıyla yumuşakça dokundu. yakalaması kolay gibi gözüken top sağ alt köşeye doğru yöneldi. kale çizgisi üzerindeki kaleci pompidou biraz geç bir müdahale de bulunmak istedi ama dizlerine sürtünen top koltuğunun altından geçerek filelere takıldı. omam-biyik sadece az önce oyundan atılan kardeşinin intikamını almış hem de kupanın ilk büyük sürprizi için kapıyı aralamıştı.
tüm futbol dünyasını şoke eden bu golün moraliyle kamerunlu aslanlar 90 dakikayı galip kapadılar. bu sonuç afrika futbol gerçeğini bir kez daha gözler önüne seren örneklerden birisiydi. geri kalmış kıtanın futbolu diye küçümseyen her takımın akıbeti arjantin'inkine benzeyebilirdi. arjantin teknik direktörü carlos bilardo sonuç üzerine "hiç şüphesiz kariyerimin an ağır yenilgisi" yorumunu yapıyordu. doğrusu bu galibiyet futbol dünyasının gözlerini iyice açtı.
"bana sorarsanız futbolda büyüye yer yoktur. bunun kanıtı da kamerun'dur. büyü konusunda en güçlü ülke olmadığı halde, futbolda benin, togo veya nijerya gibi büyü alanında güçlü olan ülkelerden çok daha iyi."
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
afrika ülkelerinin dünya kupaları'nda aldıkları sonuçlar çok ilginç bir istatistik oluşturuyor. 1978'den 1990'a kadar afrika ülkeleri dünya kupası finallerinde toplam 24 maç yapmışlar ve toplam 23 puan toplamışlar. (galibiyetlere iki, beraberliklere de bir puan veriyorum.) bu dönemde performansları gelişmemiş. eğer birşeyler olduysa da, bu pek anlaşılmamış: 1978'de afrikalılar üç maçta üç puan almışlar, 1982'de altı maçta yedi puan, 1986'da yedi maçta beş puan ve 1990'da sekiz maçta sekiz puan. şunu da unutmayın ki, afrika ülkelerinin takımları 'küçük takım' olarak kabul edildikleri için, gerçekten küçük takımlarolan el salvador veya yeni zelanda gibi takımlarla eşleşmiyorlar. afrikalılar bütün puanlan, dişleriyle tırnaklarıyla savaşarak elde ediyorlar. kısaca söylemek gerekirse, kamerun'un 1990'da çeyrek finale kadar yükselmiş olması, dünya futbolunun tarihini yazanları dehşete düşürmüş olmalı.
belçika'nın club liege takımında oynayan nijerya ulusal takımı kalecisi alloy agu, "avrupa'da hâlâ, afrikalıların hiçbir şeyi beyazlardan daha iyi yapamayacağı inancı var", diyordu. "rengımıze değil, neler yapabildiğimize bakın! siyah, beyaz, sarı, hepimiz aynıyız. yine de siyah olduğun halde iyi giyimliysen ve güzel bir araba kullanıyorsan, herkes gazetelerde fotoğrafını görmekten hoşlanıyor."
uzun bir süre afrikalıların futbol oynayamayacaklarını söyledik. 1990'dan sonra da bir mazeret keşfettik. afrikalılar da futbol oynayabilirlerdi, çünkü buna doğuştan yetenekleri vardı. hepsi doğuştan futbolcuydu sadece ne yaptıklarının farkında değillerdi. graham taylor 1992'de ındependent on sunday'e "eğer sahaya yayılmayı da tam olarak başarırlarsa, doğal yetenekleri, atletik özellikleri, esneklikleri ve oyun tarzlarıyla başa çıkmamız olanaksız hale gelir", demişti. buna bazı afrikalılar da inanıyordu: alloy agu, afrikalı futbolcularda 'doğal bir esneklik' olduğunu ileri sürmüştü. afrikalılar da, tıpkı bizim oyuncularımız gibi, futbola çocukluk yıllarında başlamışlardı.
bir de afrikalıların taktik kavramları olmadığına inanıyorduk. yorumcularımız, "sahaya çıkıp eğlenmeye bakıyorlar" diyorlardı. kamerun'un 1982'deki 'ölüm grubu'nda ve 1990'da arjantin ve romanya karşısında nasıl bir savunma futbolu oynadığını anımsayın. üç kamerunlu birden arjantin santrforu caniggia'ya bastırıp bu hareket sonucu benjamin massing oyundan atılınca bütün gazeteler bu faulleri 'aptalca' olarak yorumlamışlar ya da fazla heyecanla açıklamışlardı. üç uruguaylı gole giden bir rakip santrforu aynı şekilde yere yıktığı zaman, onlara da 'ahlaksız' damgası vuruyoruz.
avrupa'da yaygın bir inanışa göre, afrikalılar asla idman yapmazlar ve taktikleri yoktur. onun yerine büyü kullanırlar. avrupalı gazeteciler, afrikalı futbolculara daima büyücülükle ilgili sorular sorarlardı. (vidinic, "burada büyücü benim" demişti. "onların tek bacağına dokunur ve 'bu bacakla gol at!' derim.") büyücülüğe olan inanç, botswana futbol federasyonu'nun yayın organı olan botswana sports magazine için o kadar güçlüydü ki, okuyucularını büyük bir ciddiyetle uyarıyordu: "maçların sadece muti kullanarak kazanılacağına dair -hiçbir kanıt bulunmamaktadır." afrika takımlarının hemen hepsi (gerçi zaire futbol federasyonu bir keresinde bunu yasaklamıştı ama) muti ya da juju (sihirli cisim) yapmaktadır.
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
roger milla daha sonraları yaptığı açıklamada, dünya kupası'ndan aklında kalan en değerli anının, arjantin'i yendikleri maçtan sonra kamerun devlet başkanı paul biya'nın, diğer devlet başkanlarıyla el sıkışması olduğunu söylemişti. milla france football'a, "sizce de güzel değil mı?" diye sormuştu. "maçtan zaferle çıkan afrikalı bir devlet başkanı, diğer devletlerin başkanlarını gülümseyerek selamlıyordu!" dergi bunun futbolla ilgili bir görüntü olmadığım söyleyerek itiraz edince, mılla hemen yanıtlamıştı: "küçük bir ülke, futbol sayesinde bir anda büyüyüverdi."
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
milla'nın italya'daki başarısı kendini de şaşırtmış mıydı? "belki, çünkü ne de olsa dünya kupası'ydı. ama ben hem fransa liginde, hem de afrika'da bir yıldızdım." tarihi yeniden yazmaya başlamıştı bile: milla, fransız futbolunun saygı duyulan oyuncularından biriydi, ama asla bir yıldız değildi. dünya kupasına kadar, paris metrosuna huzur içinde binebilirdi ve italya'da gösterdiği başarıya kamerunlular bile şaşmıştı. büyük bir dikkatle, neden afrikalı bazı büyük futbolcuların, avrupa'da oynadıkları kulüplerde başarılı olamadıklarını sordum. "çünkü avrupa'ya gelen afrikalılara maymun gözüyle bakılıyor. bir kulüp kendi oyuncusuna güven vermeli." iddiasına göre, fransa'nın büyük kulüplerinde bu yüzden oynayamamıştı, çünkü onlara gerçeği söylemişti. yani her oyuncuyu okluğu gibi kabul etmeleri gerektiğini. diğer bir deyişle, küçük kulüplerde oynamayı kendisinin tercih ettiğini söylemeye çalışıyordu. fransız futbolunda ırkçılığın oranı neydi? "şöyle diyelim, belki şu sıralar ırkçılık ortadan kayboldu, ama 1970'lerde oraya ilk gittiğimiz zaman çok yoğundu. bana, ormana gidip kendime muz aramam bile söylendi."
wembley'deki maça çıkmadığı için çok üzgündü, ama takımdaki yokluğunu, o zamanki kamerun futbol federasyonu başkanı'nın entrikalarına bağlıyordu. karşımda konuşan farklı bir millaydı, diplomat milla! oysa dünya kupası'ndan sonra konuşan milla, kendisini büyük bir futbolcu olarak tanımlıyor ve meslek hayatı boyunca hiç para kazanamadığını söylüyordu, oldukça kızgındı. ayda hiçbir zaman 3.000 sterlinden fazla para kazanamadığını belirtti. bunun nedeni de, ona göre, afrikalı oluşuydu. france football'a verdiği demeçle, "fransa beni kandırdı" demişti. 1990 dünya kupası nedeniyle alması gereken paranın hepsini alamadığın, söyledi: kamerun, italya'ya 80 kişi götürmüştü. bu, oraya giden en kalabalık delegasyondu ve 400.000 sterlin kayıptı. takımın birinci kalecisi joseph bell, açılış maçı öncesinde, paranın kayboluşundan şikayetci olunca kadrodan çıakrtılmıştı. thomas nkuno'nın ikinci kez dünya kupası'na katılabilme nedeni de buydu. (bu asiliğinden ötürü bell'e bir lakap takıldı: 'nelson mandela'.) yine de bazılarına göre kamerun futbolu, afrika'daki en iyi örgütlenmiş futbollardan biri.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında kaan durukan'ın "muhitin ağır abileri: dino zoff, roger milla" başlıklı yazısından;
italya'daki '90 dünya kupası büyük bir sürprizle başladı: açılış maçında turnuvada pek fazla şans verilmeyen kamerun, bir önceki kupanın sahibi maradona'lı arjantin'i 1-0 mağlup etti. o tantana arasında, 81. dakikada oyuna giren bir oyuncuyu kimse fark etmedi. roger milla, bir süredir ara verdiği futbola dünya kupası nedeniyle dönüş yapmıştı; işin ilgi çekici tarafı şu ki, milla 38 yaşındaydı, dünya kupalarında görev yapan en yaşlı oyuncuydu ve halk arasındaki tabiriyle, en genç futbolcu olarak 17 yaşında dünya kupası'nda forma giymiş kuzey irlandalı norman whiteside'ın babası yaşındaydı. tamam ilginçti, ama işte o kadar. ülkesinde "aslan" lakabıyla tanınan milla, ikinci maçta kadroda "büyüğümüzdür, hevesini alsın" diye bulunmadığını kanıtladı: romanya gibi belalı birekibe karşı (yine) sonradan girdiği oyunda attığı iki golle kamerun'a galibiyeti ve bir üst tura çıkma garantisini getirdi. bu rehavetle, sovyetler birliği'ne karşı oynadıkları maçta takım halinde yattılar (milla yine 34. dakikada oyuna dahil olmuştu), ancak artık herkes bu yer tutmasını, topu saklamasını bilen, rakip savunmayı uyutmayı başaran, pozisyon bulduğunda da üstün top tekniğiyle bitirici vuruş yapmayı beceren yaşlı adama dikkat edilmesi gerektiğini öğrenmişti.
öğrenmişti ya, kurt futbolcu yine de yapacağını yapıyordu. bir sonraki aşamada, kamerun kolombiya'yla karşılaştı: artık alışıldığı üzere, ikinci yarının başlarında oyuna alınan milla beraberliğin bozulmaması sebebiyle oynanan uzatma dakikalarında attığı iki golle kolombiya'yı da yıktı. gollerden biri oldukça ilginçti: kolombiya'nın yarı futbolcu, yarı akrobat kalecisi higuita (belki hâlâ, ingiltere'ye karşı oynanan bir özel maçta kalesine gelen topu amuda kalkıp topuklarıyla karşıladığını anımsayanlar vardır) sırayı-saygıyı unutup kale sahası civarında milla'ya çalım atmaya kalkmış, sonrasında da kaptırdığı topu filelerinden çıkartmıştı. başka birisi onu kışkırtmaya kalkabilirdi, milla ağır adamdı, yapmadı.
bunlar olurken, kamerun daha önce hiçbir afrika takımının yapamadığını başarmış, çeyrek finale yükselmişti. karşılarında lineker'lı, waddle'lı, barnes'lı, platt'lı, gascoigne'lu ingiltere vardı, fakat çok etkili bir oyun çıkartan kamerun ingiltere'yi sallıyor, daha da ileri turlara geçecek gibi görünüyordu. üstelik, yine 46. dakikada oyuna ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen, mutlaka durdurulması gereken yaşlı kurt milla da girmişti. son on dakikaya kadar skor 2-1 kamerun'un lehineydi, ancak karşılaşmanın hakemi ingiltere'ye bir penaltı vererek maçın uzatmaya gitmesini sağlamış, uzatmada da bir penaltı düdüğü daha çalarak lineker'e ingiltere'yi 3-2 öne geçirme şansını vermişti. durum tam tersi olsaydı, o düdüklerin çalınıp çalınmayacağı cevabı kolay kolay verilemeyecek bir sorudur.
neticede, kamerun elendi, kahramanımız da turnuvanın gol krallığını biri penaltıdan altı golle alan salvatore 'toto" schillacci'nin ardından dört golle tarihe geçti. bitti mi sandınız, hayır: 1994'te, amerika birleşik devletlerinde düzenlenen kupada milla 42 yaşında, kendine ait olan rekoru kırmak üzere tekrar sahadaydı. gerçi ne milla eski milla, ne de kamerun '90'ın kamerun'uydu, ancak milla brezilya ve rusya'ya karşı âdeti olduğunca ikinci yarılarda oyuna girdi, hatta arada-derede biçimine getirip rusya'ya bir de gol attı.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
önceki kasım ayında, uefa kupası'nın ikinci turunda wettingen'le oynayacakları maçın bir saat öncesinde, kulübün yeni teknik direktörü arrigo sacchi, maradona'nın sakat olduğunu söyleyerek onu kadrodışı bırakmıştı. maradona birkaç antrenmana çıkmamıştı ve bu önemli maçtan önceki geceyi yine haz peşinde koşarak geçirdiği sanılıyordu. tıpkı üç ay önceki camorra olayında olduğu gibi, maradona yine kendisine komplo kurulduğunu iddia etmiş ti. ertesi ay paranoyası yem boyutlara ulaşmış ve dünya kupası kuralarının önceden ayarlandığını söylemişti.
hiçbir kanıta dayanmayan bu açıklamayla, maradona, dünya futbolunun en büyük örgütüne karşı atıp tuttuğu pek çok açıklamaya sadece bir yenisini eklemiş oluyordu. fıfa ise bu açıklamaları maradona'nın olgun bir insan olmayışına bağlayarak ciddiye almıyordu. fifa'nın o dönemdeki genel sekreteri joseph blatter şöyle demişti: "ya aptal, ya da kötü niyetli." bu duygu, kendisinden ilham almadığı sürece her şeyi çöp yerine koyan maradona nm davranışlarından sıkılmaya başlayan italyanlar arasında da yayılmaya başlamıştı. ayrıca maradona, göründüğü kadarıyla, ilham verme yeteneğini de kaybetmeye başlamıştı.
noel'e doğru, napoli, italya liginde yine üst sıralara tırmanmıştı, ama maradona bu arada oynadığı on altı maçta sadece altı gol atabilmişti, bunların üç tanesi de penaltıdandı. ama yeni bir dünya kupası'nda oynama ve bu arada milli takımın kaptanlığını yapma düşüncesi, bir süreliğine de olsa motivasyonunu tekrar kazanmasını sağlamıştı. daha çok antrenman yapmaya başlamış ve kilosunu daha da düşürmek ve kaslarını güçlendirmek için yeni bir tedavi programına girmişti. kortizon iğnelerini de bırakmıştı. napoli'yi ikinci şampiyonluğuna taşıdığı birkaç hafta boyunca eski dehası geri gelmiş gibiydi. ama bu başarı, onun için bir pirus1 zaferi olacaktı. napolililer'in kutlamalarında, maradona, 1987'de ilk scudetto'ların kazandıkları zaman gördüğü kadar büyük bir ilgi görmüyordu. biraz olsun ilgi gördüyse de, kısa süre sonra italya'nın başka bir bölgesinde karşılaşacağı tepkiler bütün bunları gölgede bırakacaktı.
napoli'nin kuzeyinde yaşayan italyanlar, maradona'ya zaten büyük bir sevgi duymuyorlardı. sezonun sonuna doğru napoli'nin milan'la giriştiği tartışmaları kazanması, onların maradona'ya duydukları öfkenin daha da artmasına neden olmuştu. atalanta'yla yapılan bir maçta napoli'nin kalecisi alemao'nun rakip taraftarlardan birinin attığı bir bozuk paraya hedef olması sonucu gidilen tahkim kurulu, maradona'nın kulübünün kaybettiği iki puanın geri verilmesine karar vermişti. milan'ın başkanı silvio berlusconi verdiği demeçlerde, olayın çok fazla abartıldığını ve alemao'nun aslında sakatlanmadığını ve numara yaptığını söylemişti. yaptığı itiraz reddedilmişti, ama halkın kafasında kuzey italya'nın güney'dekı sonradan görme zenginler tarafından ve özellikle de bu sonradan görmelerin en büyüğü diego maradona tarafından aldatılmak istendiğine dair bir düşünce oluşmasına yetmişti.
napoli'nin ikinci scudetto'sunu kazanmasından sonra, maradona şu açıklamayı yapmıştı: "memleketim arjantinliler'e şunu söylemek istiyorum. bu kupayı, bu yeni sevinci babama adıyorum. maç bittikten hemen sonra telefonda konuştuk ve beraber ağladık... bana benim için ve benim yanımda olanlar için sevindiğim, ama başkaları için sevinmediğini söyledi. o, bugün geldiğimiz yere gelmek için, ta en alttan en üste çıkmak ıçm ne kadar çabaladığımı herkes bilirken, bazılarının bana sorumsuz dedığini unutmuyor... ağladım, onunla birlikte ağladık. bu kupayı ona adıyorum, çünkü benimle birlikte acı çekti."
kutsal üçlemenin baba ve oğul'u buradaydı işte, eksik kalan hiçbir şey yoktu. ama başkalarının kafasında maradona'nın bu kadar kutsal bir yeri olduğu söylenemezdi. italya '90'ın başlamasına az bir süre kala, bütün ülkede bir video kaset dolanmaya başlamışa. kasetin başrolünde 'la cicciolina', yani italyan porno yıldızı ve parlamento üyesi olan ilona staller vardı. filmde şehvet düşkünü bir peri kraliçesi, yani la cicciolina, maçlardan önce italya-milli takımı'nın rakiplerinin kondisyonlarını tüketerek vatanseverlik görevini yerine getiriyordu. filmin kötü adamı ve la cicciolina'nın asıl hedefi, aşırı kilolu bir aktörün oynadığı maradona'ydı. filmdeki maradona, kendini öyle büyük bir aşkla seviyordu ki, la cicciolina'nın letafetinden yararlanmak yerine mastürbasyon yapmayı yeğliyordu. film tam zirvede, kendi kendine doruğa ulaşan maradona'nın 'bravo, bravo' sesleri arasında sona eriyordu. dünya kupası başlamadan önce, maradona, kuzey'deki italyanlar kendisine tavır alsalar bile, çok sevildiği güney'den gelen taraftarların turnuva boyunca onu yalnız bırakmayacaklarına inanıyordu. birçok kez, napoli taraftarlarının kendi milli takımları yerine, neredeyse tek başına kulüplerine üst üste zaferler yaşatan futbolcuyu destekleyeceklerini umduğunu belirten açıklamalar yapmıştı. böylece fifa'nın yıllardır politik entrikalardan ve kişisel öç girişimlerinden uzak tutmaya çalıştığı kupanın ruhuna büyük zarar vermiş oluyordu.
maradona bu tür açıklamalar yapmaktan uzak dursa ve kendi futboluna konsantre olsa, yaşanacak rezaletlerin bir kısmını engellemiş olabilirdi. ama meksika'da maradona'nın yanından eksik olmayan sihri, italya '90'da ortalarda görünmüyordu. takıntılı bir şekilde oynuyordu, oyunundan pek keyif almıyordu. ona yakın olan kişiler, carlos bilardo'nun onu kontrol edememesinden ve napoli'yle ilişkileri bozulmaya başladığı andan beri maradona'nın üzerinden eksik olmayan baskılardan şikayetçiydiler. kamerun'la oynadıkları ilk maçlarında maradona pek bir şey yapamamıştı. bir önceki kupanın sahipleri, maçı 1-0 kaybetmişlerdi ve milano'nun san siro stadyumu bu sonucu onaylayan bir tezahüratla inliyordu.
1982 turnuvanın açılış maçında kaybeden arjantin'e aynı sürprizi 1990'da da kamerun yaptı. omam biyicik'in kafa vuruşunu kontrol edemeyen arjantin kalecisi nery pumpido, takımının mağlubiyetini engelleyemedi ve kamerun maçı 1-0 kazandı. bu maçı kamerun 9 kişi tamamlayarak müthiş bir mücadele örneği sergiledi.
"dünya kupasıyla 1978'de tanıştım ama bilinçli bir şekilde izlediğim ilk turnuva dört yıl sonraki 1982 dünya kupasında bir gördüğüm, bir de görmediğim olay ile şok yaşadım..."
italya'nın polonya ile yaptığı yarı final karşılaşmasında paolo rossi'nin gol sevinci sırasında geniş paça şortunun arasından testisleri ekrana yansıyınca korkup odama kaçtım. aynı turnuvada cezayir'in almanya'yı yendiği maç ise ertesi gün gireceğim anadolu liseleri sınavının kurbanı oldu. seyredemedim o mucizeyi. 1971 ve 72 doğumluların çoğu o imtihan yüzünden bu efsane mücadeleden mahrum kaldı. aynı kupada gördüğüm peru forması da çok etkilemişti beni. bu sebeple maşallahlı sünnet kıyafetimi giydiğim zaman kendimi perulu bir yıldız statüsüne yükselmiş hissettim ansızın. ama doktor ile karşı karşıya gelince ne cubillas kaldı ne de oblitas. neyse ki kademeye babam girdi ve kâbusa dönüşen operasyon sonrası düğünde iğneyle oynamamı sağladı (ayıptır söylemesi biraz geç sünnet oldum).
1986 öncesinde macaristan'ı şampiyon eden bilgisayar firmasına kandım. macarlar daha ilk maçında sscb'den altı yiyince teknolojiye itimadım kalmadı. gece maçları oynanırdı meksika'daki o kupada. danimarka'nın ispanyolca'da "dinamarca"yazıldığını ve guadalajara gibi zor kent isimlerini öğrendik.tanrının eli olup olmadığı sorusu takıldı kafamıza. almanlardan nefret edenler ordusuna yazıldık. belanov'un müthiş direnişime rağmen belçika'nın hakemler sayesinde sscb'yi elemesine gözyaşı döktük. meksikalı negrete'nin olağanüstü golü hafızamıza kazındı. bugün paramparça olan ırak o turnuvada bütün olarak vardı. bir de harika bir halit kıvanç tasviri kaldı kafamda. büyük usta radyodan arjantin almanya finalini anlatırken, arjantinli olarticoechea için "hani ismi şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi deyimini andıran bir futbolcu var ya işte o" demişti.
1990'da herkesin sempatisini kazanan kamerun'u arjantin'i yendikleri için kara listeme aldım. gözler galatasaray'a transfer olan rumen rotariu'nun üzerindeydi. bir de her maçta yıldızlaşan futbolcu gazetelerde üç büyüklerle ilgili transfer haberlerini süslüyordu. kosta rikalı medford aynı takımdan kaleci conejo ve kamerunlu oman bıyıck'a fb, gs ve bjk formaları giydirildi basın tarafından. ama sonuçta hiçbirisi gelmedi. diego armando maradona'nın gözyaşlarıyla biten turnuvadan geriye hüzün kaldı.
abd'de düzenlenen 1994 dünya kupası'ndaki bulgaristan-meksika maçında, kale direği kırılınca eziyeti çeken, o karşılaşmayı nakleden rahmetli aydın köker oldu.
bu az rastlanan olayı ve duraklamadan doğan yarım saati anlatıncaya kadar akla karayı seçti. bolivya'nın yıldızı olarak tanıtılan etcheverry' oyuna girdikten beş dakika sonrası atılınca adamın iyi topçu olup olmadığını anlamak kısmet olmadı. 1986'daki bilgisayar faciasından sonra bu kez baltayı taşa vuran pele oldu; şampiyon adayı kolombiya ilk turu geçemeden evine döndü. üstelik bir de şehit verdi. o kupanın yıldızları hagi, andersson ve letchkov'un bir gün türkiye'de oynayacağından bihaberdik. lalas'ın, larsson'un valderrama'nın saçları lüle lüleydi. şimdinin antalyasporlusu cordoba o zaman da kaleyi terk etmeden duramazdı. hagi'nin kestiği ceza bile onun bu huyundan vazgeçmesine yetmedi.
1998 ve 2002 dünya kupalarında artık televizyoncuydum. son yıllar bir büyünün sona ermesini de ifade ediyordu benim için. dünya kupası'nın en büyük zevklerinden biri yeni futbol kültürleri tanımaktı. iletişimin süratli ilerlemesi sayesinde tüm ligler artık canlı yayınlanıyor ve özellikle afrikalı futbolcularla erkenden tanışıyorduk. buna karşın 1998'de hırvatistan'ın çıkışından, jamaika'nın varlığından, tanıdığım en sevimli futbolcu olan john leshiba moshoeu'nun olmasından keyif aldım. 2002'de güney kore'nin tae han min guk sloganını öğrendik. almanların daha uzun yıllar final oynayacağına, brezilya'nın da kupayı defalarca kaldıracağına ikna olduk. hepsinden önemlisi biz vardık. üstelik dünya üçüncüsü olduk. hem de güney kore ile kupa tarihinin en görkemli fair play gösterilerinden birine imza atarak.