halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
hata insan için ama.. bazen öyle durumlar olur ki.. insanı hata yapmaya zorlarlar sanki.. işte, maç spikerliği yaşantımda birkaç kez böyle sıkıntılı durumla karşı karşıya kaldığım olmuştu. aslında, biraz da koşullardan, olanaksızlıklardan, yahut görünmez kazalardan doğmuştu bu güçlükler...
bilen bilir de, bilmeyenler için not etmek istiyorum: televizyonla maç naklen yayınlarında spiker stadın içindeki camlı kulübesine otururken, o yayının sorumlusu olan yönetmen (rejisör) stadın dışında bir arabadadır, örneğin istanbul inönü stadı'nda yayınlanan bir maça gittiğinizde, şeref tribününün girişinde tır kamyonundan ufakça ama o tipte bir taşıt görürsünüz. yayını yöneten teknik ekip sorumluları, yönetmen, resim seçici, ses ve ışık görevlileri, hepsi oradadır. naklen yayın arabası dışından büyükçe görünür, fakat içindeki bölmeler ufacıktır. o daracık yerlerde kaç kişi, hem de son derece dikkat isteyen bir görevi yürütmeye çalışırlar. havasızlık bir yandan, sıcak bir yandan, oturduğu yerde hareket güçlüğü öte yandan, orada görev gerçekten zordur. o sıkıntıyı zaman zaman yakından görmüşümdür. ve bunca zorluk içinde, yayını başarıyla yürüttükleri için de teknik ekip görevlilerini daima takdir etmişimdir. hatalarını hoş gördüğüm gibi... hepsi bir yana, o arabadakiler sözüm ona maçtadırlar. oysa, maçı seyretmezler. arabadaki ufacık monitörlerden görebildikleri kadar.. tabii görev telaşı içinde ne görebiliyorlarsa... ya da seyrettiklerinin zevkine ne kadar varabiliyorlarsa, o kadar maçtadırlar işte.. onun ötesinde görev zorluğu gelir.
maç spikerliği yıllarımda böylesine ağır görev üstlenen, yönetmen olarak çalışan okan uysaler, mustafa genç, güneş tecelli, mustafa yener, kadri bolcan, ihsan doğan, metin çakmak kardeşlerimle işbirliği yapmıştım. bilmem arada unuttuğum oldu mu? olmuşsa bağışlasınlar. yıllar insanı unutkan yapıyor spor servisi yönetmenleri dışında, istanbul televizyon nakillerinde, özellikle "telespor" döneminde namık kasapbaşoğlu ve cengiz baysal'la da hayli çalışmamız olmuştu. namık kasapbaşoğlu sevimli, çalışkan, yetenekli bir yapımcı-yönetmen kardeşimdir. cengiz baysal da, televizyonda birçok programda birlikte olduğum, trt'ye girdiği günden tanıdığım, sevgili bir kardeşim, eski bir dostumdur. hatta galatasaraylı bülent'i yılmazla karıştırma hatası yaptığım maçta da yönetmen cengiz'di. hatanın farkına vardıktan sonra çıkışmıştım da kendisine, "sen de oyuncuları benim kadar tanırsın. niye uyarmadın?" diye.. cengiz'cik, her zamanki dost saygısıyla başını önüne eğmiş, "ağabey, sen kaptırmış anlatıyordun. ben de senin anlatımına kendimi kaptırmış olmalıyım ki... hata olduğunu farkedemedim. üstelik senin hata yapabileceğini hiçbir zaman düşünmedim ki", denişti. o daracık arabada bir de oyuncuları doğru mu, yanlış mı söylediğimizi kontrol edecekti yönetmen?
işte cengiz baysal in yönetmenliğini yaptığı bir maçta, golün ağır çekimle gösterilmesi gerekmişti. ne var ki, önümde duran ve benim yayını izlediğim monitör sadece çıkışa bağlıydı. yani bizim staddan verdiğimiz görüntüyü gösteriyordu sadece.. seyircinin ekranda gördüğünü biz tam göremiyorduk yani.. böylece ağır çekimler veya tekrarlar oldu muydu, onları göremiyordum. iyi ama golün ağır çekimle gösterilişinde yahut tekrarında konuşması gerekliydi spikerin. ne yapacaktık? çareyi bulmuştuk. uyguladık da.. hem de kaç kez.. yönetmen içeride arabada yayın montöründe seyrediyor ya.. gördüğünü bana ağır ağır söylüyordu. kulaklıktan duyuyordum ben de.. ağır ağır anlatıyordum, görüyormuşçasına... "top solda.. korner çekiliyor.. süzülüyor.. kaleci çıkıyor.. cemil vuruyor.." diye... hatta bir defasında bizim sevgili altan erbulak da arabaya girmiş, bana golü ağır çekimde görmeden anlatmam için kulaklıktan yardımcı olmuştu.
tabii, altan erbulak deyince işin içine hayli muziplik karıştığını da kolayca tahmin eder altan'ı tanıyanlar... neler söylememişti o arada bana kulaklıktan... neler neler... şaşırtmaya çalışmış, ama şaşırtamamıştı beni... hatta hafiften kötü sözler söyleyip, şakadan kızdırmak istemiş, ama yayında şu sözleri duymuştu: "ben de.. ben de.. ben de beklemiyordum bu topun böyle avuta gideceğini... çünkü çok güzel şuttu" gibilerden.. oysa, ilk sözcükler altan'a yanıttı... maçtan sonra koşup boynuma sarılmış, "pes" demişti, "pes valla.. o kadar muziplik yaptım da, yine şaşırtamadım seni.."
doğruydu.. büyük özelliklerimden biridir bu.. bir işi yaparken, tüm varlığımla konsantre olurum o işe.. maç anlatırken birlikte bulunduğum teknik görevli arkadaşlarım da dikkat etmişlerdir bu özelliğime.. o anda benim için, sadece yaptığım iş vardır. kendimi yalnız o işe veririm. öyle ki, diyelim maç yayınından çıktım, defile sunuculuğuna gittim. oranın kapısından girdiğim anda da maç bitmiştir artık. sadece defile sunuculuğum vardır. gece bir yerde bir balo sunuyorsam, o baloda ne maç, ne defile.. tüm varlığımla oradayımdır. yazı yazarken de, sunucu olduğumu unuturum bile. yazı ile birleşirim adeta..