halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
kaptan turgay önde, milli takımımız çıkıyor. turgay 51. kez milli oluyor, bir rekor kırıyor bugün... dört gün önce dünya ikincisi federal almanya ile oynamıştık. şimdi de dördüncü sovyetler birliği'nin karşısına çıkıyoruz. üstelik rakibin evinde...
moskova lenin stadı'ndaki maça ruslar hızlı girdi. savunmamız gayet sakin, savuşturduk ilk tehlikeleri... doğrusu maçtan önce şöyle ayak üstü konuştuğum bizim yöneticiler ve futbolcular bir beraberlik, hiç değilse tek farklı bir yenilgi ümidindeydi. fazlasını beklemek zordu. fakat oyun hiç de öyle gitmiyor. sovyetlerin bu ilk akınlarını savdıktan sonra atağa da kalkmaya başladı bizimkiler... giderek mükemmel oynuyoruz. daha mükemmel hatta... hele nevzat yok mu orta alanda, nevzat güzelırmak... bir beyin gibi... düşünüyor, uyguluyor. yanında da şeref has bir dinamo... işte yine onlar... nevzat geriden çıkardı topu... şerefe verdi. şeref de ogün'e doğru uzattı. ogün birden kaydı, karşısına çıkan sovyet oyuncusunu geçti. birini daha. evet, bir rakip futbolcusunu daha atlattı. fevzi ile ver-kaça girdi ogün... sonra tekrar fevzi'de top... ötesini hatırlamıyorum. hatırladığım "gol gol gol" diye bağırışım... "moskova'nın lenin stadında dünya dördüncüsü sovyetler birliği'ne karşı 1-0 galip duruma geçtik. fevzi attı golü... evet gol... 1-0 galibiz."
fakat o da ne? staddakı ışıklı levhaya bakıyorum "gol: ogün" yazıyor. bu kadar yanılabilir, miyim? aşırı heyecandan mı yaptım bu hatayı? fakat, hayır!... o kadar iyi gördüm ki kendimi topluyorum çabuk... bir yandan maç anlatmaya devam ederken, bir yandan kabinde birlikte oturduğumuz, bana yardım eden rus mihmandarıma not yazıp uzatıyorum: "ışıklı levha yanlış. golü ogün değil, fevzi attı."
işaret ediyorum. "git sor!..." gibilerden.. kalkıp gidiyor. çok geçmeden dönüyor. o da bir not yazıp veriyor: "sordum. doğruymuş. golü ogün atmış."
bir not daha benden. ısrar ediyorum. nota şunu ekliyorum: "saha kenarındaki türk yöneticilerine, yedek futbolculara sorsunlar. golü fevzi attı."
mihmandarım yeni notla gidiyor. ve uzun süre gelmiyor. derken bakıyorum. ışıklı levhada "gol: ogün" silindi, "gol: fevzi" yazıldı. çifte mutluluk içindeyim. hem golü attık, diye... hem de doğru anlattık, diye... üstelik koca staddaki yanlışlığı da düzeltmenin gizli sevinci var, laf aramızda.
takımımız ise, 1-0'la yetinmeyecek gibi... "şu golün üstüne yatsalar" diyor belki bizden olan herkes. fakat oyuncularımız o görüşte değil. nefis futbolu sürdürüyorlar. böylesine başarılı bir "takım oyunu" uzun süredir görülmüş değil. bu arada turgay kaleyi genç meslektaşı, göztepe'n ali artuner'e bırakıyor. ay-yıldızlı kaleyi yıllarca başarıyla koruyacak büyük kaleci ali'ye.
oyun ilerledikçe sovyetler kendi sahalarında yenilgiden kurtulmak için taktik değiştiriyor, mücadele hızını artırıyor. bir ara kalemizi iyice bunaltıyorlar. fakat dayanıyoruz. hem de iyi dayanıyoruz. "ah bir böyle bitse!..." sanki "hayır" diyor bizim çocuklar... 1-0'a razı olmuyorlar. ve işte yine akındayız. soldan iniyoruz rus kalesine. talat'tan aldığı topla gidiyor faruk... sürat koşusunda rekora giden atlet gibi. öyle hızlı gidiyor faruk. sovyetlerin en yakın adamı bile yetişemiyor. sürüş güzel de. bir de güzel ortalasa. demeye kalmadı. orta... ayhan. ve gol... mucize bu.. "gol... gol... gol... türkiye 2- sovyetler birliği 0... ayhan attı ikinci golümüzü. faruk getirdi, ortaladı, ayhan attı. gol gol gol... evet, moskova'da lenin stadı'nda 2-0 galibiz şimdi..."
mikrofonda sevinç gözyaşlarıyla anlatıyorum bu büyük maçı. bir maç değil bu. bir maç oynamıyor sporcularımız. bir destan yazıyorlar.
artık son dakikalar. galatasaraylı turan girdi takıma... taze kuvvet. mikrofonda sayıvorum. "üç dakika kaldı, sevgili dinleyiciler... iki dakika kaldı... attığımız gol sayısı kadar dakika... ve bir dakika... hatta 30 saniye..." sesim titriyor. itiraf için geç kalmadım değil mi? ağlıyorum. ağlayarak anlatıyorum. titreyen sesimden anlıyor dinleyici de. ve sonradan öğreniyorum ki, binlerce insan da radyoları başında ağlıyor sevinçten... bir büyük zafer bu... sporumuzun şahlandığı bir gün... dedim ya, az önce... bir destan... bir destan...
maç bitiyor... yanımdaki ruslar kutluyor. hepsi de "hakkınızdı. çok güzel oynadı takımınız." diyor. stadın tepesindeki spiker kulübesinden diplerdeki soyunma odasına iniyoruz. soyunma odamızın kapısına gelirken. kapıda bekleyen biri. rahatsız etmekten çekinen, ürkek bir hali var. nezaketle yaklaşıyor. tanıdık biri bu. büyük biri bu... futbol dünyasının krallarından biri bu. kaleci yaşin bu... rusların yetiştirdiği büyük kaleci yaşin... geliyor, elimizi sıkıyor. "tebrike geldim" diyor. "büyük başarı... mükemmel oynadınız. hakkınızdı galibiyet... acaba içeri girip, türk futbolcu arkadaşlarımı da tebrik edebilir miyim?" kapıyı açıyoruz. yaşin koşuyor ve başta turgay'la ali bütün futbolcularımızla kucaklaşıyor. sonra bizler sarılıyoruz birbirimize... çocuklar heyecanla soruyor: "yayın iyi gitti mi, ağabey? dinledi mi herkes? bütün türkiye duydu mu rusları moskova'da 2-0 yendiğimizi? golleri söyledin değil mi?" düğün evi gibi, bayram yeri gibi bizim soyunma odası... futbol federasyonu başkanımız orhan şeref apak mutlu. teknik, direktörümüz adnan süvari mutlu... herkes mutlu... yurt dışında yıllardır hasret kaldığımız bir tablo bu.
ertesi sabah hareket ediyoruz. çoğu seyahatlerde daha uzun kalmak istenir. ama şimdi herkes bir an önce vatana dönmeyi arzuluyor. mutluluğu paylaşmak için evine dönmek isteyen isteyene. viyana'da bir akşam kalmak zorunıuğu var, uçak değiştirmek için... adnan süvari ile köşede bir yerde, piliç kızartma yiyoruz. daha doğrusu yiyeceğiz diye getirtiyoruz da. piliçler bütün bütün duruyor önümüzde. nerde iştah!... sevinçten mutluluktan. hep maçı konuşuyoruz, golleri konuşuyoruz, zaferimizi konuşuyoruz. doya doya... ya da hiç doyamıyoruz. sanki ilerleyen yıllarda futbolumuzun ne kadar aç kalacağını biliyor muşuz gibi...