ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bugün gibi hatırlıyorum...
1987 kasım'ında bir salı günüydü. galatasaray, dursun adındaki genç bir oyuncunun yasını tutuyordu.
kulübün üyeleri onu anmak için büyük bir aile gibi tabutunun başında toplanmıştı.
a takımı gençlerinden arkadaşları, tabutu kulüp binasından alıp sırayla omuzdan omuza geçirerek onu, istanbul'un merkezindeki camiye götürmek üzere sokakta bekleyen cenaze arabasına taşıdılar. merhumun ailesini biraz olsun teselli etmeye çalıştım. annesi elimi sıktı ve beni kucaklayarak sessizce teşekkür etti. ikimiz de söyleyecek başka bir şey bulamadık; acı fazlasıyla büsonra dursun'u yalnız bırakmak ve yüce tanrı'ya teslim etmek üzere son adımları birlikte attık. onu son kez selamladığımız şişli camii'nin avlusunda büyük bir kalabalık toplanmıştı. elveda, tekrar görüşmek üzere, sevgili, genç dost...
* * *
florya'daki antrenman tesisimizde, ön taraftaki çim sahada çalışıyorduk. hava kapalı, gökyüzü gri ve bulutluydu; pek seyredilecek bir manzara değildi, ama her şeye rağmen moralimiz iyiydi.
takım bir buçuk saatten beri antrenmandaydı. oyuncular soluk soluğa koşuyor, bağırıyor ve gol olduğunda sevinç çığlıkları atıyorlardı. kondisyon ve hız kazanmak, direnç ve uygulama gücü elde etmek için çalışıyorduk. programımızda önce tempolu koşu ve kademeli hız koşusu vardı. sonra tüm sahaya yayılarak duvar pası çalışıldı. oyuncuların birbiriyle kısa ve yakın mesafeden paslaşması ve bunun en yüksek tempoyla yapılması gerekiyordu.
hızın doğru biçimde ayarlanmasına ve topun zamanında karşılanmasına dikkat etmek, daha sonra da bu hareketleri ceza sahası içinde golle tamamlayabilmek gerekiyordu.
yandaki sahada da eski millî futbolculardan bülent, geleceğin futbolcuları, 16-18 yaş grubu a takımı gençleriyle çalışıyordu.
galatasaray tesislerinde canlılık ve hareket hâkimdi. bu genç insanları seyretme isteği herkese bulaşıyordu. motivasyon ve desteğin önemli bir öğesi olan ve bir dekorun parçası gibi artık demirbaştan sayılan taraftarlar ve seyirciler her zamanki yerlerindeydi. profesyonel takımla a takımı gençlerinin aynı zamanda ayrı sahalarda antrenmanlarını tamamladıkları böyle günlerde sık sık olduğu gibi, takımlar, çalıştıklarını oyun pratiğine geçilmek üzere antrenman sahalarından, çok güzel ve fevkalâde bakımlı bir çim sahaya geçtiler.
bunu her iki üç haftada bir yapardık ve biz antrenörler, normal antrenman bittikten sonra şöyle bir tüm enerjilerini boşaltmanın her iki takımın da hoşuna gittiğini bilirdik.
çoğunlukla yedişer kişilik takımlardan oluşan üç grup halinde oynardık. 40 metreye 70 metrelik küçük sahada daha fazla oyuncuya yer yoktu.
hızlı ve direkt oynamak gerekiyordu; topu uzun süre ayakta tutmaya ve abartılı çalımlara izin yoktu. kurallara uyulmaması halinde top diğer takıma geçiyor ve bu kez onlar rakibe yüklenerek gol atmaya çalışıyorlardı.
o bulutlu öğle sonrasında da galatasaray'ın florya daki antrenman sahasında durum böyleydi.
ilk iki grup üstlerine düşeni başarıyla tamamlamışlardı bile. yorgun argın soyunma odalarına giderken, eve, eşlerine, ailelerine, dostlarına yeniden kavuşacak olmanın sevincini yaşıyorlardı.
ben de eşime, akşam dışarıda yemeğe gitmek için söz vermiştim. istanbul'un yeşilköy'deki en iyi balık lokantalarından biri olan, hemen marmara'nın kıyısındaki "hasan'ın yeriinde yemek istiyorduk. niyetimiz akşamı bir kadeh şarap ya da rakıyla, kırmızı biberli karides ve lüfer ya da kalkan yiyerek geçirmekti.
birdenbire, sanki yerden bitmiş gibi arif karşırîıa dikildi. antrenman başlangıcında onun yokluğunu hissetmiştim. sık sık yaptığı gibi yine çok geç kalmıştı. olabilecek ve olmayacak bütün özürleri sıraladı; ben de bir tartışma çıkmasına fırsat vermemek için özürlerini kabul ettim. günün son maçında son iki grup ellerinden geleni göstermek üzere sahaya henüz dizilmişti. oyuncuların bir kısmı gelecek lig maçlarında oynayabilmek, diğerleri ise geleceğe yatırım yapmak için kendini gösterecekti. zorlu bir artremandan sonra bile şanslannı kullanmak adına motive oldukları hissediliyordu.
genç takım hocasına çitin üzerinden seslenerek, arif in bir takımda oyuna girebilmesi için karşısındaki takıma da bir genç oyuncu göndermesini istedim. bülent, özenle bir oyuncu daha seçti. bu oyuncunun adı dursun'du. hep keyifli ve neşeli izlenimini bırakan bir delikanlıydı dursun. kulübün starlarına karşı oynayabildiği için mutlu olduğu da kesindi. düdüğü çalarak günün son maçını başlattım ve top oradan oraya yuvarlanmaya başladı. ancak bu kez daha fazla koşmak gerekiyordu, çünkü sahada 8 kişiye karşı 8 kişi oynadığından alan daralmıştı ve topa sahip olan takımın oyuncularına hareket serbestliği tanınmıyordu.
daha on dakika bile geçmemişti ki olay meydana geldi. topu savunmadan çıkarıp orta sahaya oradan da ön tarafa, dursun'a geçirdiler. bir vücut çalımı; karşısındaki oyundan düştü! dursun, rakip kaleye doğru sprint'e kalktı. top ayağında, paslaşabileceği bir arkadaşını arayarak koşmaya başladı.
birdenbire koşması değişti... sanki gökten inen yağmur gibi anîden daha ağır, denetimsiz, yalpalar gibi hareket etmeye başladı. kolları dengesini sağlamak isteyen ya da yardım arayan ve korkusunu haykıran biri gibi boşlukta döndü...
benim elim ayağım kesilmişti. orada birinin dipsiz bir derinliğe doğru yuvarlandığını görüyor, hissediyordum; korkunç bir şeyler oluyordu...
yerimden fırladım. kimse beni durduramazdı. yerde hareketsiz yatan ve hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen delikanlıya yardım etmek için ileri atıldım. o arada masörümüz mehmet'e seslendim. korkunç bir şey olduğunu o da hemen kavramıştı.
ben yanlarına vardığımda, mehmet, derin bir baygınlığa düşmüş olan dursun'un üzerine eğilmişti bile. göz bebekleri donuk, cansızdı; çevresini algılamıyordu.
mehmet, nefessiz kalmasını engellemek için dursun'un geriye, gırtlağına doğru kaymış olan dilini öne getirmeye çalıştı. nabzını hissetmez olunca ben kalp masajına başladım; kollarımı gererek küçük darbeler halinde göğsüne basınç verdim.
kalbinin çalıştığına dair tek bir işaret yoktu; bedeni tek bir tepki vermeden ölü gibi öylece yatıyordu.
çevremizde dikilen oyuncuların yüzlerinde dehşet okunuyordu. hepsi yardıma koşmaya hazırdı. her biri elinden geleni yapmak için yanımıza geliyordu. doktor çağırmak, cankurtarana haber vermek ve bize yararı dokunabilecek her şeyi harekete geçirmek üzere iki futbolcuyu gönderdik.
çaresizlik içinde mücadele etmeye devam ediyorduk. bir yaşam belirtisi yakalamak, onu ayıltmak için her saniyenin önemi vardı.
mehmet ve ben çabamızı sürdürüyorduk. dursun'un genç bedeninde bir nefes belirtisi yakalayabilmek için yaptığımız sunî teneffüs de fayda etmedi.
gençlerden biri onun arkasına diz çökerek, yan vaziyette, ağız ve solunum yolunu rahatlatmak ve kalbi yeniden kanla doldurup soluk alma imkanı vermek için, başına dayanak sağlamaya çalıştı. ambulans hala gelmemişti. daha önce hiç olmadığı kadar öfkelenmiştim; çünkü sık sık olduğu gibi, tam da en gerekli anda hiçbir şey işlemiyordu. her zaman koordinasyon ve iletişim eksikliği vardı; her şey denetim dışı gelişiyordu ve eğer bir kere işler gerçekten yolunda giderse, bu, sadece o anda yaratıcı bir şeyler yapılabilmesi sayesinde oluyordu.
başımı yukarı kaldırdım ve aklıma, oyun boyunca çitin kenarında, blok evlerin yakınında duran polis arabası geldi. araba hâlâ orada duruyordu; bir mucizeydi bu. yerimden fırladım; bu son çaremiz olabilirdi. polislere acil olarak yardımlarına ihtiyacımız olduğunu hangi dilde anlattığımı bilmiyorum, ama hemen harekete geçtiler.
derhal arabalarına atlayıp alanın etrafını dolaşarak tesisin girişine geldiler ve dursun'u alarak en yakın hastaneye yetiştirmek üzere işe koyuldular.
işi garantiye almak istiyorduk. nabzı dahi hissedilmiyordu. kalbini çalıştırabilmek için bir kez daha her şeyi denedik. daha kuvvetli ve daha sık aralıklarla bastırdık. birdenbire delikanlının yüreği atmaya başladı; ama sessiz ve çok ağır bir tempoyla atıyordu.
doktor ve gerekli yardım malzemelerini ulaştıracak gereken ambulans hâlâ gelmemişti.
polisler, telsiz vasıtasıyla, her hangi bir hastane ya da ambulansla temas kurmaya çalışıyorlardı. oksijen tüpü ve kalbi kuvvetlendirici ilâçlar olmaksızın, dursun'un durumunda bir iyileşme sağlama şansımız yoktu.
polis arabası onu bakırköy'deki hastaneye götürmeye hazırdı ve biz bu riske girmeye karar vermiştik. çünkü burada, florya'daki çim saha üzerinde bir mucize olmadığı takdirde, onu ebediyen kaybedecektik.
bülent ve mehmet de, genç dursun'u hayattayken hastaneye yetiştirmek ve ellerindeki özel araçlarla olabileceğin en kötüsünü engelleyebilecek doktorlara teslim etmek için hayatlarının mücadelesini vermek üzere polis arabasına bindiler.
ama başaramadılar. dursun, hastaneye kalan son üç yüz metreye dayanamadı. gücü yoktu; kendisine son nefesine kadar eşlik eden öğretmeni ve antrenörü bülent'le masörümüz mehmet'in kollarında can verdi...
ve biz şimdi burada, bu gencin ölümü karşısında hiçbir yanıt bulamayan bir cenaze alayı olarak duruyorduk. ben hiçbir cenaze töreninde böylesine mahzun yüzler görmedim. onu sevmiş olan ve böylesine sevilesi bir genç insanın ellerinden çekilip alındığına inanmak istemeyen insanlar acı ve üzüntü içindeydi.
düşüncelerim çok uzaklara gitmişti. antrenörlük yaşamımın evrelerini sayıyordum. çocuklarım patrick ve manuela'yı düşünüyordum ve ruhen çökmüştüm. bu, antrenörlük yaşamımın sonuna geldiğimi düşünmeye başladığım ilk andı...
oysa daha bir yıl dayanmam gerekecekti. bir kez daha şampiyon olmak istiyorduk.
neredeyse otuz yıl, genç insanlarla birlikte, iyi ve kötü zamanlarda, gün be gün, sevinci, gülmeyi, zaferleri, beraberlikleri, ama aynı zamanda acı yenilgileri ve haksızlıkları yaşamıştım. dursun adındaki bu delikanlıyı geri getirebilecek olsa, bütün şampiyonlukları ve zaferleri, bu dünyanın en harika günlerini anında geri verirdim.
ve böylece bu kitabı, bana her an, daha nice güzel yıllar yaşayabildiğimi, ne kadar şanslı bir insan olduğumu ve futbolun bana armağan ettiği şeyleri hatırlatan dursun'a adadım. ne yazık ki o bütün bunlardan yoksun kaldı...
top yuvarlanmış, yuvarlanmış, dursun'un, günün birinde gerçekleşeceğini düşlediği güzelliklerden çok çok uzaklara gitmişti...
not: anıyı 87 kasım ayında oynanan son galatasaray maçına yazdım...