kenan başaran'ın "arkadan müdahale: 3 temmuz şike davası süreci" kitabından;
6222 bumerang: taraftara niyet, yöneticiye kısmet
şampiyonluk yarışı, avrupa kupalarına katılma hakkı ve ligde kalma savaşı olanca şiddetiyle(!) sürerken mahmut özgener başkanlığındaki türkiye futbol federasyonu da 6222 sayılı sporda şiddet ve düzensizliğin önlenmesine dair kanun'un (şiddet yasası) çıkması için ankara'ya sürekli seferler düzenliyordu. özgener'in bu çabalarına kulüpler birliği de destek veriyordu. ortaklaşa tertiplenen toplantılarda yasanın nimetleri saymakla bitirilemiyordu. çünkü yasanın temel amacı tribünlerdi. futbolu yönetenlere göre, var olan şiddet ve düzensizliğin tek müsebbibi iflah olmaz taraftarlardı! taraftarı şiddette meylettiren yöneticilerin eylem ve söylemlerine çok fazla dikkat çekilmiyordu. bu esas nokta kerhen edilen birkaç sözle geçiştirilirken, yasa yoluyla medyaya da ayar verilmek isteniyordu. memlekette bir basın kanunu olduğu halde futbol özelinde spor, spor medyasını ayrı bir kategoriye koyup birtakım kısıtlamalara tâbi tutmayı istiyordu. böylesi taleplerin oluşmasının baş sorumlusu da medya sektörünün kendisiydi aslında. çünkü özellikle futbol söz konusu olduğunda bütün meslekî prensiplerini taca atıyordu...
tasarının yasallaşması sırasında medyaya yönelik kısıtlayıcı düzenlemelere tırpan vurulunca yasanın hedefinde taraftar denilen "güruh" kaldı. şimdi bu güruhun zapturapt altına alınması gerekiyordu ki, inönü stadı çevresinde beşiktaş-bursaspor maçı öncesi çıkan ve bazı taraftarların bıçaklandığı olaylar da futbolu yönetenlere güzel bir koz vermişti. zaten, ligin ikinci devresinde de bursa, rövanş münasebetiyle "teksas"a dönecekti: yeşil-beyazlılar, "inönü muharebesi"nin intikamını almak için şehri savaş alanına çevirecek ve böylece bursaspor-beşiktaş maçı başlamadan bitecekti. değil mi ki, şiddet bir bütün olarak son iki-üç yılın değil, on yılların sorunuydu. ta 30larda ufenerbahçe-galatasaray bayramı" adı altında düzenlenen organizasyon bile çıkan kavgalardan ötürü son bulmuştu. 80lerde derbiler öncesinde "inönü'nün kapalısı"nı kapmak için üç büyüklerin taraftarları arasında yaşanan taşlı, sopalı kavgalar gazete arşivlerinde duruyordu. ha keza "...il sınırında durdurulan taraftar otobüsünden çok sayıda döner bıçağı çıktı" kabilinden haberler de trt'nin tozlu arşivlerindeydi...
hasılı ortada "nerede o bayram havasında yaşanan derbiler" diye bir hakikatimiz aslında yok denebilirdi. taraftar şiddetinin "katlanılamaz" olmasındaki en büyük tesir ise yayıncı kuruluşun çıkarlarıydı. artık "ticari bir oyun"a dönüşen futbol ve onu besleyen televizyon, eli ayağı düzgün, "münevver" taraftar istiyordu. yayıncı kuruluş için "güzel oyun" demek, "markalaşmış oyun" demekti; bu da çok sayıda "decoder" alıcısı olan bir lig anlamına geliyordu. yayıncı kuruluş kendisi açısından haklıydı zira bizim burada "dünyanın en büyük derbisi" diye övündüğümüz ezeli rekabetimiz bile bir "ihraç ürünü" olamazken süper lig'e yıllık 420 milyon dolar sayıyordu. bu nedenle yayıncı kuruluş digitürk, ortalığı kırıp döken, sahadaki futbolun kesintiye uğramasına neden olan, korsan abonelik peşinde koşan "taraftarı" değil, yeni sezon formalarım dört gözle bekleyen, stattaki tezahüratlardan ziyade arada cd'lerden çalınan şarkılara eşlik eden ve her şeyden önemlisi de maç yayın paketlerindeki "büyük fırsatları" kaçırmayan "müşteri"yi tercih ediyordu.
süper lig için 2010 ocak'ında yapılan yayın ihalesi bir dönüm noktasıdır. digitürk, türk telekom ile amansız bir rekabete girmiş ve 215 milyon dolardan açılan ihaleyi, 163 kez yapılan fiyat artırımı sonunda, 420 milyon dolara kazanmıştı, tabii buna kazanmak denirse! türkiye'de özel kanalların katılımıyla 1994'te yapılan ilk yayın ihalesinde lige ödenen yıllık bedel sadece 7.2 milyon dolardı. 420 milyon dolarlık bu muazzam rakam aynı zamanda kulüpler birliği vakfı başkanı olarak aziz yıldırımın "400 milyondan aşağı olmaz" açıklamasının da doğrulanmasıydı. trabzonspor dahil, ezeli rakipler yıldırım'a minnettardı. digitürk, ihaleyi kazanmasına kazanmıştı ama bu parayı nasıl çıkartacaktı? öyle ya, mevcut "futbol aşkımız"ın yıllık 420 milyon dolar tutan ve sonraki her sezonda da yüzde 10 zamlanan bu meblağı yayıncı kurulaşa gani gani çıkarttırması olanak dışıydı. bundandır ki, daha ihale salonunda sıcağı sıcağına konuştuğum digitürk genel müdürü ertan özerdem, iki yıl zararı göze aldıklarını söylüyordu. özerdem, kendilerinin de para kazanabilmesi için "futbolun marka değeri"nin yükseltilmesi gerektiğini ihaleden birkaç dakika sonra dillendirmeye başlarken, ayaküstü reçeteler de sunmaya başlamıştı: statlar yenilenmeli, hakemler oyunu az kesintiye uğratmalı, taraftarların en ufak taşkınlığına mahal verilmemeli, futbol yorumcuları oyunun değerini düşürecek üsluptan uzaklaşmak. evet, futbolun digitürk'ün elinde satılabilir bir markaya dönüşmesi için onun üzerine ahkam kesenlerin dilinin de "kesilmesi" lazımdı. yayıncı kuruluş, ilk adımı da kendisi atacak ve bu meyanda "dili sık sık beline dolanan" ama ondan da öte "büyükler"in pek hoşuna gitmeyen erman toroğlu'nu kadro dışı bırakacaktı. aynı toroğlu, şike davasında müdahil olarak karşımıza çıkacaktı. toroğlu, şike davası tape lerinde aziz yıldın m kendisini bir "organizasyon" ile alt edeceğini söylediği için müdahil olacaktı. özetle herkes artık digitürk'ün parasını çıkarması için el ele vermeliydi...
"futbolun marka değerlei"nin yükseltilmesi demek, öncelikle taraftarın ehlileştirilmesi demekti. bunun için de sıklıkla ingiliz modeli öne sürülüyordu. 1985 heysel ve 1989 hillsborough facialarından sonra ingiliz hükümeti özellikle taraftar nezdinde "futbolun kitabı"nı yeniden yazmış ve bugünkü "endüstriyel taraftar" tipinin ortaya çıkmasına öncülük etmişti. 2012'de ise ingiliz hükümeti hillsborough faciasından ötürü suçlanan liverpool taraftarının suçsuz olduğunu açıklayıp özür diledi tanıl bora, radikal gazetesinde 19 eylül 2012'de kaleme aldığı "hillsborough: tarihi bir hesaplaşma" başlıklı yazısında ( http://www.macanilari.com...d=198819898701&aid=163289) ingiliz hükümetinin bu faciaları, gerçek nedenlerini saklayarak, "işçi sınıfı çocuklarını statlardan uzaklaştırmak için kullandığını vurguluyordu. benzer bir niyet sanki bizim buralarda da var. ama bizim buralarda "işçi sınıfı" ifadesi çok iddialı olacağından "gariban sınıfı" tabiri belki daha doğru olabilir! neticede kulüpler, tff ve tbmm'nin işbirliğiyle 14 nisan 201 ide şiddet yasası çıktı. yasayı çıkartanlar ertesi gün ne kadar büyük iş başardıklarını övünçle anlatırken, 15 nisan 2011 tarihli gazeteler "şike yapan yandı" türünde manşetler atıp yasada yöneticilerin gözden kaçırdığı noktalara da vurgu yapıyorlardı. buna rağmen "şike ve teşvik suçlarına verilen cezalar çok ağırmış. bizim sunduğumuz tasanda bunlar yoktu" şeklinde bir yakınma hiçbir yöneticiden duyulmadı o günlerde. aksine bu "yararlı yasa", çıkar çıkmaz bursaspor-beşiktaş maçı öncesinde olay çıkartan bursaspor taraftarı ve kulübü için uygulandı. ne var ki, kulübe verilen 5 maç tarafsız sahada oynama cezası, tff'nin başına yeni geçen mehmet ali aydınlar yönetimince iptal edilip yasa "bir kere"ligine delinecekti! böylece kulüplerin, "kanun olsa da bize bir şey olmaz" duygusu pekişecekti bir kez daha. ceza yargısında ise bursaspor başkanı ibrahim yazıcı'nın da aralarında bulunduğu 42 sanık, yargılandıkları bursa 2. ağır ceza mahkemesinde 4 temmuz 2012'de beraat etti. 2 gün öncesinde ise aziz yıldırım ve arkadaşları şiddet yasasından ötürü istanbul 16. ağır ceza mahkemesinde hüküm giyiyordu, o güzden kaçan "şike" ve "teşvik" ayrıntıları yüzündeni futbolu yönetenler 6222'nin getirdiği yenilikler konusunda hep taraftara karşı alınacak tedbirlerin ne olduğu öne çıkartıyordu. artık statlarda kuş uçurtulmayacağı, elektronik bilet ve kameralı takip sistemine geçileceği vurgulanıyordu. yani statlar adeta "yarı açık cezaevi"ne dönüştürülecekti. ne ki, o yasa dönüp dolaşıp, futbolu yönetenler için bir "cezaevi" yaratacaktı. eski bakanlardan nazım ekren, bu yasaya muhalefet eden nadir isimlerdendi. ekren, türkiye spor yazarları derneğinin ocak 201l'de antalya'da düzenlediği "48. sporun zirvesi" seminerinde yaptığı sunumda, çıkmakta olan şiddet yasası'nın meselelerin temeline inmekten yoksun olduğunu, türkiye'de sporun altyapıdan mali yapıya, psikolojiden kültürel anlayışa kadar toptan ele alınması gerektiğini söylüyordu: "sporda şiddet yalnızca lokal bir sorun değil. spor diğer tüm unsurlarıyla birlikte değerlendirilmeli; anaokulundan itibaren çocuklara spor kültürünün öğretilmesi gerekir. cezalandırma sistemi, mekanizması, bu işlerin sorumlusu kişilerin cezalandırılması, bu işlere dahil olmayan, bu işlere karışmayan seyircilerin cezalandırılmaması gibi çok hassas bir dengeye oturtulmaması gerekir. suçun şahsiliği, kişiselliği ön plana çıkarılıp, gerekli fiziki donanım kurduktan sonra, karar vericilerin de caydırıcı nitelikteki bu kararlan uygulamada cesaret göstermesi lazım." ekren, açıkçası yasanın aceleye getirildiğini ve sorunlara cevap vereceğinden kuşku duyduğunu söylüyordu ama ona kulak asan olmamıştı. 3 temmuz süreciyle beraber futbol dünyası hem şiddet yasası'nın hem de tff futbol disiplin talimatının ne mene bir şey olduğunu uygulamalı olarak görecek ve esasen altından kalkamayacakları düzenlemelere gönüllü olarak imza attıklarını fark edeceklerdi. kulüpler, ne şiddet yasası'nın ne de tff futbol disiplin talimatı'nın şike ve teşvik suçları konusunda ne tür yaptırımlar getirdiğini idrak etmişlerdi. ya da idrak etmiş ancak müeyyidelerin bir gün uygulanacağına asla prim vermemişlerdi! başta futbolun "duayen"lerinden gençlerbirliği başkam ilhan cavcav olmak üzere, birçok kulüp başkanı, şiddet yasası'nın şike ve teşvik konusunda öngördüğü ağır cezalardan haberdar olmadıklarını, söz konusu hükümlerin yasa tbmm'den geçerken son anda eklendiğini; kendi hazırladıktan taslaklarda bu tür ağır cezaların olmadığını savundular. haklı olabilirlerdi ancak "yasa çıkaktan sonra niye tepki vermediler?" sorusu havada asılı duruyordu, özürleri kabahatlerinden büyüktü...
şiddet yasası'nın çıkması için şike davasında yargılanan fenerbahçe asbaşkanı sekip mosturoğlu, bizatihi büyük çaba sarf etmişti. spor yorumcusu ahmet çakar, haziran 2011'de yaptıkları bir sohbette mosturoğlu'nun kendisine "şiddet yasası çıktı, artık yorumcular yandı" dediğini aktardı birkaç kez beyaz tv'deki programında. mosturoğlu, yasanın çıkmasından ve özellikle medyaya getirilen yaptırımlardan ötürü oldukça memnun yani. bu durumda bu yasanın fenerbahçe'ye operasyon için çıkartıldığı savı tartışmaya açık hale gelmiyor muydu? şiddet yasası bir yana, ta 2009'da çıkartılmış ve şike yapılması ve teşvik pirimi verilmesi halinde küme düşürmeyi tavizsiz öngören tff futbol disiplin talimatı nereye konulacaktı?