köyüne ilk defa gelmeme çok şaşırmıştı nezir. zaten bunu saklamadı. veda etmeye geldiğimi sandı. haklıydı. benim nerede ne yapacağım belli olmazdı. nezir bilirdi bunu. bu kadar nizamî olmayışımın ne anlama geleceğini de bilirdi.
köyün van tarafından giriş yolu bozuktu. başkale'ye yakın taraftaki yoldan girdim. okulu geçip camiyi soluma alarak yokuşa vurup yirmi metre sağda arabayı park ettim. arabadan çıkar çıkmaz nezir'in sesini duydum: "hayırdır müdür, veda etmeye geldin?"
nezir'in sorusu hoşuma gitmişti. kararımdan emin oldum. döner dönmez dilekçemi verip, otuz beş yıl ömrümü adadığım meslekten ayrılacaktım.
isminin, kaderini çizdiği çocuklardan biriydim ben. babam, babası gibi sevdiği komutanının adını vermişti bana. adapazarı'nda liseyi bitirip ankara'ya iktisadi ticari ilimler'e kayıt yaptırmak için geldiğimin ertesi günü, bana hiçbir şey sormadan adaşımın karşısına çıkarmış ve "komutanım," demişti, "oğlunu getirdim." ne de olsa makam'dan torpilliydim. teşkilat'a girmiştim bile. şimdi başkale'nin bir köyünde bu maceramın sonuna gelmiştim.
"doğrudur nezir," dedim, "artık yolun sonuna geldim." hemen sofraya oturduk. keledoş, çiğ köfte ve rakı hazırdı. kaşığı keledoşa sallarken, "kavurmayı bol tutmuşunuz," diye takıldım. "bir de yeşil mercimek az, buğday da iyi dövülmemiş."
"keledoşun tarifini yiyen yapar müdür," dedi, "seni görmeyeli, ağzının tadını unutmuşum." rakı kadehimi, onun su bardağına tokuşturdum: "iyi kötü yirmi yılımıza, nezir!"
nezir'in yüzünü hiç iyi görmedim. sası bir tat buldum gözlerinde. erken koparılmış kuzukulağı gibi ekşi, zamanından sonra alınmış kekik gibi acımış... "yirmi yıl," diye su kadehini uzatırken bile gözlerinden çehresine yayılan edasında sakladığı bir şey vardı.
işleriyle ilgili sıkıntısı olabileceğine verdim.
evin geniş salonunda oturuyorduk. ara sıra yeğenlerinden birisi boşları toplayıp, rakımı koyup gidiyordu.
ne olduysa bir bağrış çağrış koptu içerden. "rahat ol müdür," dedi, "trabzon gol atmıştır. çocuklara bu yıl futbol kanalı bağlattım. içerde maç seyrediyorlar."
fenerbahçe'nin maçı olduğunu hatırladım. berabere bile kalsalar şampiyon olacaktı, lavuklar. "fener olmasın da kim olursa olsuncular"dandım ben. çok zordu şampiyon olamamaları. yine de içeri odaya dalıp "yürüyün lan!" diye gaz verdim, gençlere. allahsızların niye trabzon gol atınca havalara uçtuğunu biliyordum. hepsi galatasaraylıydı. ben odaya girer girmez, elma yanaklı tuncay durumu 1-1 yaptı. daha maçın başıydı. ilk beş dakikada 1-1. bir daha o odaya girmemeye yemin ettim.
kafam iyi olmaya başlamıştı. "yirmi yıl boyunca sana bir yanlışım olmadı değil mi nezir?" diye doğrudan lafa girdim. "insan hatalarının üstünden çabuk atlar. kolay unutur."
hele nezir gibilerle ilişkilerimizde biz, kimi ne kadar acıttığımızı, kimi nasıl ezip geçtiğimizi bilemeyiz. hatta bilmememiz gerekir.
"bilirsin nezir, bizimkisi hızla akıp giden bir hayattır. geri dönemeyeceğimiz kadar hızlı... geri dönebilsek bile, solladıklarımızı, vurup asfaltın ortasında bıraktıklarımızı orada bulamayız zaten. hangi yaralı vurup kaçanı 'bir gün gelir' diye bekler?"
baktım nezir susuyor. odadan çıktım evin önüne. dağ havasını ciğerlerimi patlatacak kadar içime soludum. "necati," diye seslendim. "abe, trabzon atmıştır," diye yanımda bitti.
"iki gözümsün necati, bana hep böyle güzel haberler getir. dayın görmesin, şunu tazele" dedim, boş kadehi uzatarak. her defasında mutlaka "şu zukkumu çok içersin müdür," lafını duymaya artık ben de alışmıştım. "ee senin tarafta işler nasıl gidiyor?" gibi beylik bir nezir cümlesiydi, bu zukkumu çok içmem.
dağların o koyu siluetinden başka hiçbir şeyin olmadığı gecenin karanlığında, sert bir yudum aldım rakıdan. ağır adımlarla içeri geçtim.
nezir bıraktığım yerdeydi. gırtlağımı temizledim. alkolün beni iyiden iyiye kuşattığını, burnumu çekme isteğimden anlardım. burnumu enfiyeciler gibi çektikten sonra, ben de kaldığım yerden devam ettim.
"nezir, gönül koyduğun bir yanlışım olmuşsa sana, bileyim, istiyorum. hayat, her zaman bu fırsatı vermiyor, insana."
"ben veda etmeye geldiğini sandım, müdür. sen hesap kesmeye gelmişsin. istiyorsun ki ben de damperimi önüne dökeyim."
nezir masanın üstündeki peçetelerden birini burnumu silmem için uzattı. peçeteyi aldım, önüme koydum.
"var mı bir hesabımız nezir? varsa kapatmaya geldim."
yerinden kalktı. odada, voltaya çıkmış gibi üç beş dakika dolaştı. sonra yine yerine oturdu. bana bakmadan konuştuğu nadir anlardan biriydi.
"kapatabileceğin hesabını bana sorduğuna göre, yoktur müdür!" dedi.
yerinden kalktı. "gel hele," dedi, "az dışarı çıkalım."
evin önüne çıktık. sol elimdeki kadehe baktı. ne diyeceğini anladım: "tamam," dedim, "bu zukkumu az içeceğim." televizyonda maç anlatan spikerin sesi, izmir atatürk stadı kadar uzaktı. binlerce metre tepemizde bir yolcu uçağının vızıltısını duydum. tahran'a inecek bir uçaktı, mutlaka. simsiyah gecenin alnından geçen o sarı beneğe bakıp, tahran'a gitmemek için yalvardığını günü hatırladım. operasyon başkanını ikna edemeyince, ya o gün teşkilat'tan atılacaktım ya da benim için başka bir sayfa açılacaktı. çalıku-şu'nda bir büyük rakıyı yarım saatte içip, karargâh'ın önüne boş bir çuval gibi kendimi attığım gece, beni atmayıp, tahran'a göndermekten vazgeçtiler.
o vızıltı da geçti gitti. nezir'i kesiyordum. artık onun konuşmasını bekleyecektim.
birden bana dönüp, "gönül indiren değil, varsa eğer, gönül bozan konuşsun müdür" dedi.
nezir, yanımdan uzamıştı. necati geldi tekrar yanıma. "abe 2-2 bitti." çok sikimdeydi.
necati'yle eve geçerken nezir'e baktım. göremedim. odaya geçip aynı koltuğa çöktüm. unuttum, ne kadar oturdum orada. belki on dakika, belki yarım saat. nezir geldi. odaya girdiğinde, bana hep yaptığını yaptım. ayağa kalkıp, "hoş gelmişsin" dedim. o da güldü, ben de. erken yatardı nezir.
"hadi artık yatalım," dedim. sanki ben içtim, o sarhoş olmuş gibiydi. necati'ye seslendi. "bu fener şimdi şampiyon mu oldu?" ayakta duracak gibi değildi. gözlerinin içine baktım. kanlanmıştı. "doğrudur dayı" dedi necati. etrafta dolandı, yan gözle dayısını süzdü bir süre. "kavut tatlısı yapmışım, getireyim mi az?" dedi. nezir, eliyle işaret edebildi.
bir tabak tatlıyı silip süpürdükten sonra konuşabildi: "bu sizin orduspor ne zaman 1. lig'e çıkacak?"
düzelttim. "süper lig'e," dedim. "zor... çok zor."
sustu. karşıma oturdu. çocukça bir tebessüm dolaşıyordu dudaklarında.