beşiktaş inönü stadyumu'nun ankara 19 mayıs stadyumu'na uzaklığı: 445 km.
2005’de gencler.org’da yayınlamak için sadece gençlerbirliği için başladığım futbol araştırmalarını 2008’in ilk günlerinde, bu sefer macanilari.com için tüm türk futbolunu kapsayacak şekilde genişletmiştim. o günlerde miladım 1950’ydi ve tüm araştırmalarımda sürekli bir stadın adını okuyordum: mithatpaşa.
hem bu yüzden, hem 2006’da ilk deplasmanımı beşiktaş inönü’ye yaptığım için, hem de ali sami yen’deki son lig maçında da deplasman tribününde bulunduğum için aylar öncesinden bu maça gitme planları yapmaya başlamıştım.
deplasman anılarımı yazarken de uzun uzun mithatpaşa’yı, inönü’yü ve beşiktaş inönü’yü anlatmayı düşünüyordum. ama hiç de öyle olmadı!
önce, maç haftası gençlerbirliği spor kulübü’nün sevgili yönetimi 2 yıldır takımın başında olan fuat çapa’yı göndereceğini açıkladı. ardından da aldığımız duyumlara göre, önce beşiktaş kulübü bize ayrılması gereken deplasman tribün biletlerini sattı. sonrasında da ilhan cavcav’dan onay olarak olayın üstünü kapattı. ama beşiktaş ve ilhan cavcav’ın danışıklı döğüş stilinde sergiledikleri bu oyunun, aslında gençlerbirliği taraftarının deplasman hakkını gasp etmek olduğunu ise kimse umursamadı!
maça 3 gün kala bu yaşananlardan ötürü büyük bir telefon trafiği yaşandı. akşit abi ve kulüp basın sözcüsünün girişimleri ile beşiktaş kulübünün bize 100 tane “korunaklı yerden” bilet vereceğini öğrendik ve isim yazdırıp beklemeye başladık. ama bize ayrılacak yerin neresi olacağı konusu tam bir muamma idi. buna rağmen cuma gecesi özge ile birlikte istanbul’a doğru yola çıktık. sabah 5:30 civarlarında kuzenim fahriye’nin evindeydik. cumartesi sabahı şişli’de burcu, alper ve 8 aylık sumru ile buluşup bir şeyler yedik, bol bol muhabbet ettik. her şey güzel başlamıştı…
öğleden sonra önce istiklal’e gittik. ardından yürüyerek dolmabahçe’ye giderken stadı karşıdan gören parkın çimlerine oturup biraz dinlendik. dolmabahçe’ye indiğimizde amacımız bir araca binip ortaköy’e gitmekti ama trafik oldukça yoğun ve kapalıydı.
iskele’nin orada bir yerlerde oturmaya ve dinlenmeye karar verdik. dolmabahçe caddesi karnaval yeri gibiydi. özellikle stadın önündeki yolda yoğun bir şekilde beşiktaş taraftarı yürüyor ya da toplanıp tezahüratlar yapıyorlardı. biz iskelede oturup bir şeyler içmeye başladık. saat 18:30 civarlarında ural’ın biletleri alıp stadın yanına geldiği haberini aldım. bu sırada fahriye’de geldi ve ben ural’dan biletleri alıp geri dönmeye ve akabinde 19:30 civarlarında maça girmeye karar verdim. ama çok iyi niyetli olduğumu sonradan fark edecektim!
deniz müzesi’ne geldiğimde burnum yanmaya başladı. anlam veremedim ama sonrasında önce iskele tarafındaki yolun trafiğe kapalı olduğunu ardından da polisin deli gibi biber gazı ve su sıktığını gördüm. yaşananlara anlam veremeye çalışıyordum ama kafamdan sadece “no response” dönüyordu. bir süre bekledikten sonra çoluk çocuk, yaşlı, genç, taraftar, turist, kadın, erkek herkesin gözler yaşarmış, öksürükler içinde zor nefes alarak bölgeden panik halinde kaçıştığını gördüm. bir çocuğa sordum, “yunus polisler motorları ile seyircinin üzerine sürüp ardından havaya ateş açmışlar taraftar da çılgına dönüp onlara bir şeyler fırlatmış. o yüzden de çatışma başlamış. şu anda polis her yeri tutuyor ve buradan stada gidişe engel oluyor” dedi.
kafeye geri dönüp bizimkilere durumu anlattım. maçın başlamasına 70-80 dakika vardı ve “herhalde yolu açarlar, sonuçta insanlar birikiyor orada” diye düşünüyordum. ama hala çok iyi niyetli olduğumu sonradan fark edecektim!
kafedeki bir arkadaş vapurla üsküdar’a gitmemizi oradan da kabataş’a geçmemizi önerdi. önce mantıklı geldi ama harekete geçtiğimizde, sorduğumuz birileri “orada da yoğunluk vardır” deyince vazgeçtik.
maça bir saat kala olaylar bitmiş gibiydi ama ortalıkta inanılmaz bir keşmekeş vardı. önce taksiye, sonra otobüse atlayıp stada doğru gitmek istedik ama kimse oraya doğru sürmek istemiyordu. bir süre koşuşturduktan ve insanlara sorduktan sonra ağzımızı-burnumuzu iyice sarıp yürümeye karar verdik. süleyman seba caddesine geldiğimizde ağzımız, burnumuz deli gibi yanmaya ve gözlerimizden yaşlar akmaya başlamıştı ve git gide etki artıyordu. biber gazının yoğun olduğu bir yere gelmiştik! panikle etrafta sığınılacak bir yer aradık ama herkes kepenkleri kapatmıştı. geriye dönsek orada da benzer bir durum vardı. çaresiz bir şekilde ortada kalmıştık. bu arada sağdan soldan gelen insanlardaki panik, biber gazı soluyan çocukların, yaşlıların durumlarını görünce öfkeleniyorduk. şairler parkı’na geldiğimizde özge çok sinirli bir şekilde gitmemeye karar verdiğini söyledi. fahriye de ona eşlik edecek ve uzaklaşacaklardı. ama ben devam etmek istiyordum. çünkü yaşananlardan ötürü gözüm iyice kararmıştı!
“ben devam ediyorum” deyince beni de bırakmak istemediler ve beraber parkın içinden yürümeye devam ettik. parkta insanlar yamulmuş bir şekilde koşuşurken ve nefretlerini, sinirlerini bağırarak gösterirken bir köftecinin hiçbir şey yokmuşçasına işine devam etmesine şaşırıyordum. “yoksa köfte dumanı biber gazını etkisiz hale mi getiriyor!” dedim ve herhalde yol boyu tek gülümsediğimiz an buydu…
yolun devamında koşuşan, giden ve geri dönen insanlara bakıp olayları anlamaya çalışıyorduk. küfürler yağdırarak üst başı batmış, “terörist miyim ben? ne yaptım, görün işte, tek amacım maça gitmekti!” diye bağıran bir adam ve perişan olmuş insan manzaraları görüyorduk. dolmabahçe caddesi’ne indiğimizde stadı görüp derin bir nefes aldık. çünkü hayatım boyunca yaşadığım en rezil ve çaresiz anlardan biriydi.
yaklaşık yarım saat süren bu yolculuk sırasında an ve an ural ile konuşuyorduk. önce olanların farkında değillerdi ama sonrasında stadın orada da sırada bekleyen insanlara biber gazı geldiğini ve herkesin yukarı doğru kaçıştığını öğrenecektik.
deplasman tribününün basamaklarına vardığımızda biletlerimizin eski açık yani deplasman tribününden olduğunu ve beşiktaşlılarla birlikte aynı tribünde yer alacağımızı öğrendik. kısacası, stad güvenliği, deplasman tribünü ayrımı gibi bir şey düşünmemişti!
daha da kötüsü deli gibi bir sıra vardı. birkaç dakikalık afallama evresinden sonra sanırım şenol’un konuşması ile beşiktaş taraftarı bize jest yapıp “misafirler önce girsin” diyecek ve bize yardımcı olacaklardı.
içeri girdiğimizde önlerden bir yer edindik ve orada toplanmaya başladık. bu arada bazı beşiktaşlı taraftarlar yanımıza gelip fotoğraf çekinmek istediler. hatta takım sahaya çıktığında “gençler buraya, gençler buraya” diye gençlerbirliği’ni tribüne çağırma tezahüratını başlatan da onlardı. çok hoşuma gitmişti. gerçi takım muhtemelen tırstığından gelmedi ama olsun olay güzeldi.
bu güzel bilgilere rağmen sonuçta rakip taraftar içinde maç izlemek oldukça gerici bir şeydi. maç başladıktan sona “acaba gol atsak nasıl bir tepki ile karşılaşırız” diye düşünmeye başladım. sonuçta 30-40 kadar gençlerliydik ama bunun nerdeyse 10 tanesi kadındı.
3. deplasmanını yapan fahriye bugüne kadar gördüğü (şükrü saraçoğlu ve türk telekom arena) en güzel deplasman tribününün burası olduğu söylüyordu ki haklıydı. çünkü hem önünüz açıktı hem de kafeste değildik!
bir yandan çok fazla eksiğimiz olduğunu ve artık unumuzu elediğimizi düşünsem de hafta içinde fuat çapa’nın sezon sonunda gönderileceği hikâyesinden ötürü futbolcuların hocalarına bir jest yapmak isteyeceklerini ve hırslı oynayacaklarını umuyordum. ama hiç de öyle olmadı.
maçın başından itibaren baskı yemeye başladık. özellikle tosic’in çıkışlarından yararlanarak solumuzdan geliyorlardı. orta sahada topu tutamamamız ve defansta sadece topu ileriye doğru uzaklaştırmaya çalışmamızla birlikte ilk golü, böyle bir pozisyonun devamında uzaktan bir şutla önümüzdeki kalede gördük. bu golden sonra ilk anda üzülsem de sonrasında “şimdi gol atabiliriz. herhalde buna da tepki koymazlar” diye düşünmeye başladım.
skor 1-0 olduktan sonra beşiktaş tribünleri maçı bırakıp marşlar söylemeye başladılar. bunların birçoğunun bol bol küfür içermesi oldukça sinir bozucuydu ama “türkiye’de futbol tribünleri böyleydi işte!”
daha geçen hafta kasımpaşa’lı ilhan’a “piç” diye bağırdığı ve ardından “bu tribünde küfür yok” diye kendisini uyaranlara tehditler yağdıran adamın güvenlik tarafından alkışlar arasında dışarıya çıkartıldığı gençlerbirliği tribününde yaşananları burada da beklemek ne yazık ki boşunaydı!
arkamızda bulunan ve maç sırasında bol bol muhabbet ettiğim 17-18 yaşlarındaki çocuğun ve yanındaki (muhtemelen) ablasının, beşiktaşlı olmayanlara edilen küfürlere büyük bir iştahla katılmaları ve ardından benim sorduğum sorulara dostane bir şekilde cevap vermesi, çıkışta da bize “iyi yolculuklar abi. yeni stada da bekleriz” demesi olayın ne kadar enteresan bir boyutta olduğunu da gözler önüne seriyordu.
maça dönersek, skor 1-0’ken kısa bir süre “haydi gençler!” çektik. bulunduğumuz tribünden kimse tepki vermedi hatta bitirmemizi beklediler. hoşumuza gitmişti. ama birkaç dakika sonra yan tribünden 2 tane oldukça sarhoş beşiktaşlı güvenlikle konuşup yanımıza geldi. “ayağım sakat ama gençler diye bağırdığınızı duyup atladım geldim. ” dedi. ardından da, “burada gençler diye bağırmayın. neler olur sonrasında bilmiyorum!” diye bizi açık açık tehdit etti. bizimkiler bir şeyler anlatmaya çalıştıysalar da sonrasında anlamayacaklarını görüp vazgeçtiler. bu olaydan sonra biraz daha gerilmiştim. (bu yazıyı yayınladıktan sonra orcan, gelenlerin aslında 4 kişi olduğunu, birnin tribüne girdikten sonra başar'ın tellere astığı gençlerbirliği atkısını alıp yere attığını ama orcan'ların önünde duran başka bir beşiktaş'lının atkıyı alıp boynuna sardığını ve devre arasında bizimkilere, "korkmayın burada kimse size bir şey yapamaz!" dediğini anlattı.)
bu arada arkamdaki çocuk bu verilen tepkinin ankara’daki maçta beşiktaşlılara çektirdiğimiz eziyetten olduğunu söyledi. ilk anda neden bahsettiğini anlamasam da sonrasında birkaç yıldır beşiktaş taraftarının gelenek haline getirmişçesine, ankara’daki beşiktaş maçlarında formalarıyla bizim tribüne girip, ardından saatliye yakın bir yerde polis koridorunun arkasına geçip bize saydırmaları ve kale arkasına geçmek istemeleri ile yaşanan gerginliklerden bahsettiğini anladım. ama o olaylarda aslında mağdur olanın bizler olduğunu anlatacak ne isteğim vardı ne de gücüm. sadece sustum…
ilk yarının uzatma anlarında olcay’ın golü ile skor 2-0 olduktan sonra tüm gardımız düştü. bu maçın dönüşü olmazdı. gerçi devre arasında bir önceki sezon ankara’daki 0-2’den 4-2 aldığımızı maçı düşünmedim değil ama bu düşüncenin hemen arkasından, böyle bir durumda tribünün ne hale geleceğini sorgulamayı da ihmal etmiyordum.
ikinci yarı jimmy’nin 0’a inip yaptığı ortaya kimsenin dokunamaması dışında önemli bir pozisyon yaratamadık. buna rağmen sürekli pozisyonlar verdik. skor 3-0 olduktan sonra daha kolay taksi bulmak için stadı terk ettik. bu arada aralarından geçtiğimiz beşiktaşlıların dostane sözlerini işitiyorduk.
dışarı çıktığımızda beyoğlu’na bizi götürecek taksi bulamadık. mesafe kısa diye almıyorlardı ama hem özge hem de ural’ın yürüyecek halleri yoktu. buna rağmen çaresizce yürümeye karar verdik. bir süre sonra bir taksi durağında “yakın biliyorum ama arkadaşın ayağı sakat” dememe rağmen yine alamayacaklarını öğrendim ve “istanbul’da neden yaşanmaz” listesine bir madde daha ekleyip tarlabaşı’nda hasır’a yavaş yavaş yürümeye devam ettik.
topik yedik bayıldık. gecenin ilerleyen saatlerinde istanbul’a yeni taşınan ömer gözü ve eşi de masamıza katıldı. hoş sohbet, muhabbet derken her şeye rağmen günü güzel tamamladık…
pazar günü havaalanına doğru giderken beşiktaş inönü stadı’nın yanından geçtik. yeni açık ve kapalı’nın görebildiğimiz tüm koltukları sökülmüştü. hatta inönü stadı’nın “ü” ve “t” harfleri de yerlerinde yoktu…
ankara’ya döndüğümüzde biber gazı rezaletini akşam bültenlerinde defalarca izledim. işte o an, cumartesi günü biber gazına rağmen her şeyi göze alıp, hem kendimi, hem de yanımdakileri ısrarlarımla maça götürme cesaretimin ne kadar gereksiz olduğunu ve bir daha ne olursa olsun kendi takımım sahadayken rakiple aynı yerde maç izlememeye karar verdim.
çünkü futbol sadece bir oyundu ve kimsenin başka anlamlar yükleyerek onu değiştirmeye hakkı yoktu…