ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
finalistlerden brezilya 1970'ten bu yana, yani yirmi dört yıldır hasretti kupaya... öteki finalist italya ise, fifa dünya kupası'nı 1982'de bir kez kazanmıştı. bu kez de alırsa, kupayı ebediyen evine götürmek için bir tek adım kalacaktı önünde... işte bu düşünceler, arzular, dilekler, hesaplar içinde 17 temmuz 1994 günü geldi çattı.
futbol tarihinde on dört dünya kupası oynanmış, on dördünde de finalde bir takım ötekini yenerek kupayı almıştı. 1994'te amerika birleşik devletlerinde oynanan finalde ise, ilk kez kupanın sahibi, iki saatlik uzatmalı maç sonunda penaltı atışlarıyla belirlendi. finali beğenmeyenler, beğenenlerden çok fazlaydı. futbolun çiçeği olan golden yoksun bir finali beğenmek de pek kolay değildi. brezilya ve italya yüz yirmi dakikada bir tek gol atamamıştı.
los angeles'in rose bowl stadı'nda whitney houston'un şahane konseri ile süslenen muhteşem kapanış töreni yanında, büyük futbolun futbol olarak büyüklüğü adından ibaret kalacak, doksan değil, yüz yirmi dakikada iki dev takım tek gol atamayacaktı.
sonunda kalecilerin üstüne kaldı yük... ya da penaltı kaçıranların üstüne kaldı suç... brezilya'dan romario, branco ve dunga, üç penaltıda topu ağlarla buluşturdular. brezilya'nın üç golüydü bu... santos, kaleci pagliuca'ya nişanlayıp kaçırmıştı. italyanlardan ise, albertini ve evani iki gol kazandırmayı başardılar. ya italya'nın öteki penaltıları? baresi dışarı atmıştı. massaro da kurnaz bir vuruş yapamamış, topun gelişini iyi tahmin eden kaleci taffarel, golü önlemişti. hepsi tamam da, kaç maçtır harika golleriyle herkesi hayran bırakan o müthiş golcü, büyük yıldız roberto baggio'ya ne demeliydi? öylesine kötü vurmuştu ki topa... penaltı atışıyla giden top, kalenin uzağından dışan çıkmıştı. roberto baggio başta, bütün italya kan ağlayacaktı şimdi... stadı 94.194 kişi doldurmuştu finalde... ama asıl rekor, tv'de kırılmıştı. stadlarda, toplam üç milyar beş yüz bin kişi seyretmişti 1994 finallerini...
15. dünya kupası'nın gol krallığını rus salenko ile bulgar stoichkov paylaşmıştı, ikisi de altışar gol atmıştı. bir farkla: rus salenko, aynı zamanda "bir maçta en çok gol atan futbolcu" olarak da alkışlanmıştı. bir maçta tam beş gol... salenko'nun rekoru muhteşemdi.
brezilya, yirmi dört yıllık özlemini dindiren bu şampiyonluğu günler geceler boyu kutladı. tarihin en büyük karnavallardan birine sahne oldu rio de janeiro... devlet başkanı bir gün resmi tatil ilan etti. halk sabahlara kadar sokaklarda samba yaptı. gösterilerde ölçüyü kaçıranlar çoktu. bu arada yüze yakın insan yaralanmıştı. brezilya'da hayat uzun bir süre durmuş; hemen her brezilyalı, dans ederek ya da sevinç gözyaşlarıyla şampiyonluğu kutlamıştı.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında levent özçelik'in "dünya kupası anıları" başlıklı yazısından;
'94 dünya kupası yeni dünya ile tanıştığım ilk organizasyonumdu. uzun bir yolculuğun ardından new york'a indikten sonra, beni altı uzun saatten oluşan los angeles uçuşu bekliyordu. ama ne uçuş! altı saatte bir meyve suyu, bir de sandviçin ikram edildiği amerikan havayollarını görünce insan thy'nin kıymetini daha iyi anlıyor. biz iki üç saatlik avrupa uçuşlarında hosteslerimizden neredeyse çorba bile isteriz! aç bîilaç bir durumda gecenin bir vaktinde los angeles'a indiğimde, çok sevdiğim bir gazeteci ağabeyimizin oğlunun sıcak yüzüile tüm yorgunluğumu unutuyorum ve kent merkezindeki iki katlı otelime yerleşiyorum. amerika bu, her şey farklı. her şey büyük ve her şey tehlikeli. otel odasının kapı arkasında, şehirde ve otelde nelere dikkat etmemiz gerektiği ile ilgili uyarılar zinciri. kapını içerden kilitle, tanımadıklarına kapıyı sakın açma, akşam hava karardıktan sonra kent merkezinde yürüyerek dolaşma, sağa dön, sola dön, dikkaaaat! şaka bir yana, bir süre sonra yapılan bu uyarıların boşuna olmadığını anlıyorsunuz.
amerika '94, belki de bugüne kadar organize edilenleri içinde, futbol ruhunun hemen hemen hiç yaşanmadığı tek dünya kupası'ydı. öyle ki los angeles'ın rose bowl stadında final maçının oynanacağı gün şehrin merkezinde, hatta stada yakın olan semtlerde bile insanların büyük bir çoğunluğu ülkelerinde bir dünya kupası organize edildiğini ve dünya futbolunun kalbinin birkaç kilometre uzakta atığını bilmiyorlardı. bilirsiniz, zaten amerikalıların genel tarzıdır, onlar için tek dünya vardır, amerika! ilgilendikleri spor dallarının dışındaki diğer aktivitelerde dünya ayağa kalksa umurlarında değildir. ev sahibi ülkenin insanları maçlara pikniğe gider gibi gidince ışın tadı tuzu kaçıyordu.
dünya kupası boyunca bir aylık sürenin tamamında los angeles ve san fransisko'daki maçların tamamını ben anlattım. bir önceki organizasyona göre yayın yaptığım maç sayısıyla beraber maçların önem derecesi de artmıştı. romanya'nın, kolombiya'yı 3-1 mağlup ettiği grup maçıyla başlayan yedi maçlık periyoda son noktayı sevgili arkadaşım hüseyin başaranla birlikte anlattığımız final maçıyla koyduk. romanya'nın, kolombiya'yı 3-1 yendiği maçta, usta ayak hagi'nin ta uzaktan attığı mükemmel gol, abd'nin kolombiya'yı, escobar'ın kendi kalesine attığı golle 2-1 mağlup etmesi. romanya'nın, arjantin'i ikinci tur maçında 3-2 geçerek ismini çeyrek finale yazdırışı, isveç'in istim üstündeki romanya'yı penaltı vuruşları ile saf dışı bırakarak yarı finale merhaba deyişi ve finali brezilya karşısında aldığı 1-0'lık mağlubiyetle kıl payı kaçırışı...
amerika'da maçlar avrupa'daki televizyon yayın saatlerine göre ayarlandığı için öğle saatlerinde 35 ile 40 derece sıcakta oynanıyordu. kuşkusuz bu sıcaktan en fazla etkilenenler futbolcular, en fazla mutlu olanlar da güneşlenen seyircilerdi. olumsuzluğu en üst düzeyde yaşayanlann ikinci sırasında ise sanırım maç anlatan biz spikerler vardık. düşünün bir kez maçın başlamasından bir saat önce güneşin altında monitörünüzün karşısına oturuyorsunuz. maç ortalama iki saat sürüyor, ardından canlı bağlantılar için yaklaşık yarım saat daha koltuğunuzdan kalkamıyorsunuz, kısacası hemen hemen dört saat kızgın güneşin altındasınız. alnınızdan akıp gözlerinizin içine giren ter yüzünden monitörünüze bakmanız mümkün değil. güneşin yansıması nedeniyle monitörde ne olduğunu zaten seçemiyorsunuz. sonuç olarak anlatımınızın, yönetmenin seçtiği o görüntüyle eşgüdümlü gitmesi güçleşiyor. bu sorunu gidermenin tek yolu vardı, o da spiker pozisyonlarının üzerine bir güneşlik konulması, ama maalesef tüm ekranlann üzerine güneşten korunmak için siperlik koyan yetkililer, güneşin altında sulanma noktasına gelen bizlerin beyinlerini düşünmemişlerdi.
final maçını anlatmak için rose bowl'a gidiyoruz. stad şehrin dışında, özellikle zengin ailelerin bahçeli villalarda oturdukları bir banliyöde. stada yaklaştıkça maça gelenlerin araba larını park etme sorunu da ortaya çıkryor ve gözlerim faltası gibi açılıyor: yüzbinlerce dolarlık, malikâne denebilecek evlerin sahipleri bahçelerini araç başıa 50 dolar karşılığında oto park olarak hizmete açıyorlar! amerikan kapitalizmi bu olsa gerek. stadın çevresi panayır yeri gibi. sadece amerikalılar değil, amerikanvari yaşama alışmış brezilyalı ve italyanlar da sanki pikniğe gelmişler. stad çevresindeki geniş yeşil alanda geçirilen uzun bir zamandan sonra stada giriliyor ve pek tadı tuzu olmayan mücadelenin seyrine geçiliyor. kim ne derse desin golün olmadığı maçtan keyif almak pek mümkün değil. berabere biten normal ve uzatma dakikalarının ardından penaltı vuruşlarına geçiliyor ve futbolda dünyanın en büyüğünü penaltı vuruşlarındaki bir beceri, bir beceriksizlik, belki de bir şans, bir şanssızlık belirliyor. baggio kaçırıyor, dunga atıyor ve 24 yıllık aradan sonra brezilya muradına eriyor...
ne ilginçtir ki attığı gollerle finale taşıdığı italya'yı, kaçırdığı penaltıyla dünya kupasından mahrum bırakan baggio'ya ülkesine döndüğü zaman gerek spor kamuoyu gerekse medya moral vererek tam anlamıyla desteklemiş ve bu usta ayağın ayakta kalmasını sağlamıştı. bir ülke futbolcusunu böyle bağrına basarken, kolombiyalı escobar ise, amerika maçında kendi kalesine attığı gol nedeniyle 2 temmuz'da medellin kentinde katledildi. aradaki fark, herhalde medeniyet farkı...
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında okay karacan'ın "benim kupalarım" başlıklı yazısından;
1994 dünya kupası'nda hangi maçları anlatmakla görevlendirildiğimi mayıs ayının ilk günü barbaros talı'dan öğrendiğimde biraz coşkulu biraz buruktum. 1978'de yüreğime düşen ateş yeniden ve farklı bir biçimde alevleniyordu. trt dünya kupası ekibinin içindeydim! coşkum bu yüzdendi... buruktum, çünkü 52 maçın sadece iki tanesini anlatabilecektim. bize ağırlıklı olarak verilen görev dallas'taki uluslararası basın merkezinden türkiye'ye haber ve görüntü geçmekti.trtde 2 yıla yakın bir zaman geride kalmıştı ve rüyalarım gerçek oluyordu.
aynı saatlerde ankara'dan binlerce kilometre uzakta italya'da beni tam 5 yıl sonra yakından ilgilendirecek dramatik bir olay meydana geliyordu... formula 1 tarihinin en hızlı, en karizmatik, en gizemli pilotu brezilyalı ayrton senna imola pistinde yarışırken geçirdiği kaza sonucu hayata gözlerini kapamıştı...
ölümünü izleyen hafta içinde trtde dünya kupası hazırlık programı dışında üzerinde çalıştığım tek haber, senna ve ölümü sonrası brezilya'da yaşananlardı. servisin dış haberlerini yapan utku şensoy'un yokluğunda l'equipe gazetesi ve afp'den gelen haberler ve eurovision görüntüleriyle küçük bir senna hikâyesi getirebilmiştim ekrana... fransız kültür merkezi'ne devam ettiğim günlerden kalan senna'ya karşı alain prost taraftarlığım vardı, ama formula 1'e çok detaylı baktığım söylenemezdi.
senna'nın yarışçı kariyerinden ziyade türkiye'de çok büyük bir çoğunluğun ilgisini brezilya halkının gözyaşları oluşturuyordu. ülkede 3 gün yas ilan edilmişti. senna'nın cenazesine yüzbinler katılmış, brezilya mateme bürünmüştü...
dünya kupalarında kendi ulusal takımım bir türlü izleyemeyen ve bu yüzden sürekli olarak brezilya'yı tutmayı alışkanlık haline getirmiş bir toplum için brezilya demek pele demekti oysa!..
haziran'da trt ekibi olarak new york'a uçtuk. thy kaptanının bize kupada başarılar dilediği anonsunu yaparken kendimi çok önemsediğimi anımsıyorum. her küçük türk çocuğu gibi benimde hayallerimi futbolcu olup ülkesini dünya şampiyonu yapan kahraman futbolcu olmak süslemişti. finalde brezilya'ya attığım gollerle kupayı türkiye'ye getirme hayalleri ile uykuya dalardım her gece. işte o anonsla milli takımın futbolcusu gibi hissetmiştim kendimi. büyük bir futbolcu olamadım ama işte onlara en yakın işi yapıyordum. yeterliydi... new york havaalanında ekiplere ayrıldık. biz toplam 8 kişi ibcde çalışmak üzere dallas'a yollandık. uçakta tansu polatkan geçmiş dünya kupalarında yaşadıklarını anlatmıştı. dünya kupası'nın coşkusunu havaalanına iner inmez hissetmek doğalmış. zaten gazetecilerin kupaya resmi kayıtlarının yapıldığı akreditasyon işlemleri de kolayca burada tamamlanırmış... polatkan'ın bilhassa arjantin 78 üzerine anlattıklarına bayılmıştım.. bana dünya kupası kempes, buenos aires, mardel plata ve halit kıvanç'ı çağrıştırıyordu. hocamın anlattıkları heyecanımı bin kat arttırmıştı. dallas'a indiğimizde tecrübeli eskiler ve biz yeniler şaşkınlığa uğramıştık. dünya kupası'nın ne olduğu, nerede olduğu konusunda kimsenin fikri yoktu!
havaalanında dikkatimi çeken tek şey vardı... üzerlerinde senna'nın anlamlı bakışları ışıldayan tişörtler giymiş bir grup brezilyalı...
bizi otelimize taşıyan aracın sürücüsü yunanistan'la türkiye'nin oynayacağı maçın ilginç olacağını ve bu maça gelmek istediğini söylediğinde anlamıştık ki, amerikalı, dünya kupası'nın ne olduğunu bilmiyordu! bizim şoför en azından uluslararası ilişkiler konusunda bilgiliydi!..
kupanın açılış maçına kadar geçirdiğimiz birkaç gün ilginç izlenimler edindik. bir kere amerikalılar dünya kupası'ndan gerçekten haberdar değildiler, varsa yoksa oj simpson'ın eşinin öldürüldüğü cinayet...
kupa maçlarının başlaması bile bir şey değiştirmeyecek bu kez de new york-houston nba final serisi gündemin ağırlıklı maddesi olacaktı...
buna karşın kupanın farkında olanlar da vardı!.. dallas'ta her gittiğimiz yerde boynumuzda akredite kartlarını görenler bizi futbolcu sanıp meraklı sorular yöneltiyorlardı.
uluslararası basın merkezi son derece büyük ve modern bir tesisti. dallas şehir merkezine yakın bir parkın içine yerleştirilmişti. basın merkezinde en büyük iş alanı ve çalışan sayısı japon televizyonuna aitti. takımları olmasa da gelecekte bir dünya kupası düzenleyeceklerine inanıyor ve organizasyon hakkında veri topluyorlardı... açıkçası futbol konusundaki bilgileri amerikalılardan fazla değildi. brezilya ise en küçük radyosundan yayın haklarına sahip televizyonuna kadar onlarca farklı medya kuruluşuyla yeralmıştı. her brezilya bürosunda tahmin edeceğiniz gibi bir senna figürü ile karşılaşmak mümkündü. ibc'nin kafeteryalarında en gürültülü masalar onlara aitti. sıcak kanlı ve duygulu insanlardı. ne yazık ki onların bu duygusallığını 1999 mayısında formula 1 san marino grand prix'sine gidene kadar anlayamamıştım... senna'nın hayatını kaybettiği imola pistinde ilk kez canlı olarak şahit olduğum motor çığlıkları bana onun yasına ağıt gibi gelmişti...
kupa boyunca brezilyalı taraftarlarla karşılaştık. ne romario ne bebeto? sarı-yeşil brezilya bayrağının yanında hep aynı şeyi, senna'nın gizemli, veda eden buğulu bakışlarını görüyorduk. bir ulus futbol takımıyla dünya kupası'na güle oynaya giderken, yüreğinde gömülü bir acıyla için için ağlıyordu....
1994 temmuz ayında dallas'ta karşılaştığımız eski model minibüsü, 1998 dünya kupasında bu kez fransa'da tracodero meydanında görmek benim için 1982 finalinde italya'nın tardelli ile kazandığı gol kadar sevinç vericiydi...
minibüsün hikâyesi şöyle; iki futbol tutkunu 1970 dünya kupası'nı dar bütçeleriyle fazla bir şey kaçırmadan izlemek için bir formül arar ve sonunda bulurlar. ulaşım, konaklama ve mutfak masraflarını minimuma indirmenin en iyi yolu karavandır. karavana güçleri yetmez ama ikinci el sağlam bir minibüsle problemi çözerler aracı sarı-yeşil renklere boyar ve meksika'ya giderler, içinde iki portatif ranza bir küçük mutfak seti ile tuvalet vardır! 1998'e kadar tüm kupalara bu münibüsle gidip siyah incilerin en sadık takipçileri olurlar. minibüsher kupanın özel eşyalarıyla süslendikçe süslenmiş, yaşlandıkça yürüyen bir müze olmuştur. binlerce kilometre yol yapmışlardı; son durak fransa'ydı. okyanus ötesi en keyifli yolculukları 1982 ispanya'yı hep ayrı tuttuklarını söylemişlerdi. tahmin edeceğiniz gibi minibüsün içindeki yüzlerce futbolcu fotoları içinde senna da yerini almıştı...
yıllar sonra anlatıcılık kariyerimde futboldan sonra formula ile de yollarım kesişti. futbolda bayram saydığım dünya kupalarının ikizi 15 günde bir yapılan f1 yarışları oldu. senna'yı, okuduğum hikâyesinden ve izlediğim videolardan daha iyi tanımaya çalıştım. ulaşılmaz bir tarih olarak kaldı zihnimde; tıpkı 1994 öncesi dünya kupaları gibi... şimdi tüm f1 yarışları dünya kupalarını, brezilya maçları senna'yı anımsatıyor bana.
brezilya milli takımı temmuz '94te dünya kupası ile rio de janeiro'ya indi. yüzbinlerce taraftar coşku ile 24 yıl sonra gelen şampiyonluğu kutluyordu...
senna'ya akan gözyaşları dinmiş, vefa bitmemişti! kupa ayrton senna'ya ithaf edildi...
çeyrek finallerden sonra türkiye'ye dönen ekipte olduğuiçin final maçını yerinde izleyemedim. hayalini kurduğum kupa bu olmamalıydı. 78'de nefes nefese izlediğim arjantin kupası tarihin en zevkli organizasyonu imiş. tansu polatkan'ın anlattıklarının hiçbirisi yoktu burada. tango, güzel kızlar ve gazetecilerin eski ünlülerle oynadığı futbol maçları...
1982 kupası'nın her dakikasını ezberleyen ben, final maçının ertesi günü kritik okumak için sabahın 8'inde gazete bayiine koşarken bunun ötesinde aşık değil miydim dünya kupası'na?
1986'da arjantin'le yeniden tanışıp meksika'da taraftar dalgalarının bir parçası olmayı hayal etmemiş miydim?..
1990, ulaşma umudumu kaybedip ekrana küs küs baktığım, yüreğimi yoran, milano, torino, bari hayalleri kurduğum buruk sevdalar yazı değil miydi?
işte artık dünya kupası'nda bizzat bulunuyor, ama bu lezzeti hayallerimin kupalarından aldığım tatla kıyaslayamıyordum bile. amerika'da kupanın tadını doya doya çıkaramadım ama oda arkadaşım tansu polatkan ile trt ve kupaları izleyen ekiplerin anılarını, arjantin'de tangoyu, ispanya'da, meksika'da hayatı durduran futbol coşkusunu sokakların futbol dansını, italya'da maradona fırtınasını, akdenizin sıcak gecelerini nasıl geçirdiklerini dinledim... tansu polatkan bana futbol spikerliğini öğreten hocamdı. 1978'den '90'a tüm kupalarda, anılarıyla gezdirdi beni; hepsini görmüş, yaşamış kadar kadar oldum...
şimdi dönüp baktığımda zamanda bir boşluk olsa da 1978'e dönebilsem diyorum. buenos aires'te trt ekibine katılsam ve orada kalsam; futbol hiç bilmese!.. bizim dünya kupalarımız final düdügüyle bittiğinde, en sevdiğimiz oyuncağı kaybetmiş gibi olurduk... bugün anılarımızı canlı tutan o kadar az şey var ki! hele birisi için!..
küçük çocuk 9 yaşındaydı. bir gün mecidiyeköy'de halit kıvanç'ı gördü. nefesi tutuldu. kalbi duracak gibi oldu. çocuğun kulaklarındaki futbol ezgisiydi bu adam. onun anlattığı maçlann kahramanı olmayı hayallerdi hep. o adam çocuğun futbolu sevmesini sağlayan adamdı. ülkesini dünya kupası'nda izleyemeyen çocuklann pele'si kempes'i, rossi'si, maradona'sıydı... en azından o küçük çocuk hâlâ öyle düşünüyor... futbolcu olup golleri atamadı, ama halit ağabeysi gibi goool diye bağırıyordu artık. 1998'e geldiğinde bir başka kupanın içinde beyaz saçlı, pamuk dilli güleryüzlü ağabeysiyle yanyana dünya kupası dilini konuşabiliyordu.
2002 dünya kupası'nda nihayet tutacağı bir takıma sahipti küçük çocuk. yazacak anılan bile vardı. kupaya uzak kalacağını biliyordu. şimdi tek bir kupa hayali vardı. halit ağabeyinin sesinden birkez daha dünya kupası maçı dinlemek. öyle ya televizyondan izlediği kupaların tadı başka olmuştu geçmişte, şimdi de katmerlisini istemek hakkıydı... "haydi trt" diye haykırmak geliyordu içinden...
amerika 1994 dünya kupasından aklımda kalan en ilginç şey finalin oynandığı stadın çim zemininin ufak parçalara ayrılıp satılmasıydı. futbolu kapitalizmin merkezinde "sergilerseniz" olacağıda budur elbette...
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
brezilya devlet başkanı itamar franco, turnuva sırasında televizyona çıkarak takımın antrenörü carlos alberto parreiraya, 17 yaşındaki golcü ronaldo'yu takıma alması için adeta yalvarmıştı. parreira onu dinlemedi. franco bunu çok istiyordu. ekim ayındaki seçimde, maliye bakanı cardoso radikal sosyalist 'lulu'ya karşı mücadele edecekti. brezilya halkının dörtte biri, kime oy vereceğine, dünya kupası'nda alınacak sonuca göre karar vereceğini açıklamıştı. ulusal takım böyle bir turnuvadan elenene kadar brezilya'da hiç kimse iş yapmaz ve her turnuva brezilya için iki milyar sterlini aşkın üretim kaybı anlamına gelir.
kararsız seçmenleri ne etkileyebilirdi? latin amerika piyasalarında uzman olan londralı bir borsacı bunu şöyle açıklamıştı: "kupayı brezilya'nın kazanması halinde halk, ülkede durumun o kadar da kötü olmadığını düşünür. tabii bu da iktidardaki adayın işine yarar." kupayı brezilya kazandı. seçimi kimin kazandığını söylemeye gerek var mı? cardoso seçimi kazanır kazanmaz, peleyi spor bakanlığına atadı. dünya kupasında brezilya forması altında beş gol atan ve şampiyonlukta büyük pay sahibi olan romario, radikal sosyalist 'lulu'yu desteklemişti.
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
haiti sokaklarında gezerken alkışlanmak istiyorsanız, brezilya ulusal takımı'nın formasını giymeniz yeter. haiti, 1994 dünya kupası'na katılamadı - bermuda'ya yenilerek elenmişlerdi. ama bütün ülke brezilya'yı destekliyordu. bu arada amerikalılar da, haiti'yi yöneten cuntayı, iktidarı bırakması için zorlamaya çalışıyordu. başkan clinton ülkeye asker göndermeyi de düşünmüştü, ama önce ekonomik kısıtlamalar uygulamaya çalışıyordu. tv'lerin başından ayrılmayan haitililer, bu durumu önemsemediler. herkes o kadar meşguldü ki, generallerle muhalefet arasındaki görüşmeler bile gerçekleşemedi. maçların devre aralarında cunta televizyondan, abd'nin panama işgaline ait kanlı görüntüler yayınlıyor ve bu görüntülerin üstüne, 'içişlerimize kimse karışamaz' şeklinde yazılar bindiriliyordu. amerikalılar bir ay süresince hiçbir şey yapamadılar.
1994 yazında bir haitili, "hangisi daha önemli: brezilya'nın kazanması mı, yoksa abd işgali mı?" diye soran amerikalı gazeteciye şu cevabı vermişti: "biz her gün açız. bir yığın sorunumuz var. amerikalılar her gün ülkemizi işgal edeceklerini söylüyorlar. ama dünya kupası yalnızca dört yılda bir düzenleniyor."
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
dünya kupası finalinde, brezilya, italya'yı yendi. brezilya antrenörü carlos alberto parreira, annesinin, başkan franco'nun ve pele'nin, yani takımın daha hücuma yönelik futbol oynamasından yana olan brezilyalıları temsil eden üçlünün vermiş olduğu talimatlara kulaklarını tıkamıştı. parreira, brezilya'nın bunu daha önce de denediğini, ama kaybettiğini söylüyordu. onun brezilyası, lazaroni'nin 1990'daki takımından daha brezilyalı, ama santana'nın 1982'dekı takımına oranla daha avrupalı'ydı. parreira gereken sentezi bulmuştu.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
herkes bilir ki kurbağaya, ağaç gölgesine basmak, merdiven altından geçmek, ters oturmak, ters yatarak uyumak, çatı altında şemsiye açmak, dişleri saymak ya da ayna kırmak uğursuzluk getirir. ama futbolun egemenliği altındaki bölgelerde bu listeye birçok eklemeler yapılmıştır.
1994 dünya kupası arifesinde, italyan uzmanlar gizli bilimlerin ışığında, ülkelerinin kupayı alacağını garanti etmişlerdi. italyan büyücüler derneği, "karabüyünün etkileri brezilya'nın zaferini imkânsızlaştıracaktır" diyerek basına bunu garanti etti. sonuç, ne yazık ki bu kurumun saygınlığına gölge düşürdü.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
70 dünya kupası'nda brezilya muhteşem bir futbol sergiledi. o zamanlar tüm dünyada savunma taktiği geçerliydi; oyuncuların hemen hemen tamamı geri hatlara kapanarak oynarken ileri hatlarda bir-iki oyuncu bırakılıyordu; oyuncuların akıllarına eseni yapmaları yasaktı. ve o brezilya karması olağanüstü atak oyunuyla şaşırtıcı bir görüntü sergiledi; jairzinho, tostao, pele ve rivelino hep birlikte atağa kalkıyorlardı; hatta bazen gerson ve carlos aiberto'nun gerilerden gelmesiyle bu sayı beşe ya da altıya yükseliyordu. finalde bu buldozer italya'yı ezip geçti.
çeyrek yüzyıl sonra böyle bir gözü peklik intihar olarak kabul edilecekti. 94 dünya kupası'nda brezilya finalde italya'yı tekrar yendi. golsüz geçen bir yüz yirmi dakikanın sonunda sonucu penaltılar belirledi; penaltılar olmasaydı topun filelere gideceği yoktu.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
meksika'da, chiapas yerlilerinin silahlanarak ayaklanmasıyla halkın tokadı yöneticilerin suratında patlarken, general marcos, sevgi ve mizah dolu konuşmasıyla tüm dünyayı hayretler içinde bırakıyordu.
ünlü yazar onetti hayata veda ediyordu; dünya otomobil yarışması şampiyonu brezilyalı ayrton senna, avrupa'da yapılan bir yarışmada güvenliği yetersiz olan pistten çıkarak boynunu kırıyordu. paramparça olmuş yugoslavya'da sırplar, hırvatlar ve müslümanlar birbirlerini boğazlıyorlardı. ruanda'da da benzer şeyler oluyordu, ama televizyon orada halkların değil, kabilelerin çatışmasını verirken, dehşet verici olaylar yalnızca zencilere özgüymüş gibi detaylı yayın yapıyordu.
amerikalıların panama'yı boş yere kanlı bir şekilde işgal etmelerinden dört yıl sonra torrijos'un vârisleri ülkede seçimi kazanıyorlardı. somali'de açlığa karşı kurşunla karşılık veren amerikan ordusu nihayet bu ülkeden çekiliyordu. güney afrika, mandela için oyveriyordu. adlarını "sosyalistler" olarak değiştiren eski komünistlerin litvanya'da, ukrayna'da, polonya'da ve macaristan'da yapılan seçimlerden zaferle çıkmaları kapitalizmin de aksayan yönlerinin olduğunu gösteriyordu. buna karşılık, moskova'daki "gelişim" yayınevi önceleri marx ve lenin'in kitaplarını yayınlarken, artık "reader's digest"in nüshalarını baskıya vermeye hazırlanıyordu. miami'deki güvenilir kaynaklar fidel castro'nun devrilmesinin an meselesi olduğunu bildiriyordu.
yolsuzluk skandalları italyan siyasi partilerini yıpratırken, ortaya çıkan otorite boşluğunu çoğulcu demokrasi adına televizyon diktatörü, sonradan görmüş berlusconi eline geçiriyordu. berlusconi başarılı seçim kampanyasında futbol statlarından ödünç aldığı bir sloganla zirveye yükselirken, bu arada beyzbolun vatanı amerika birleşik devletleri'nde on beşinci dünya futbol şampiyonası'nın açılışı yapılıyordu.
şampiyonaya on üç avrupa, altı amerika ülkesinden başka güney kore ve suudi arabistan katıldı. beraberlikleri azaltmak amacıyla galibiyetlere verilmekte olan puan ikiden üçe çıkarıldı ve sert oyunu önlemek için de hakemler oldukça kararlıydılar; tüm müsabaka boyunca devamlı olarak sarı ve kırmızı kart gösteren hakemler ilk defa bu şampiyonada renkli gömlek ve şortla sahaya çıktılar. yine ilk kez bu müsabakada, ikinci kalecinin de sakatlanması durumunda üçüncü bir kaleciyi oyuna sokma hakkı tanındı.
maradona için bu son dünya kupası oldu; ikinci maçından sonra idrarının tahlil edildiği laboratuvara yenik düşünceye kadar bir fiesta havasıyla oynayıp durdu. onsuz ve hızlı futbolcu caniggia'sız arjantin çöktü. nijerya, kupanın en eğlenceli futbolunu sundu. stoichkov'un ekibi bulgaristan herkesin çekindiği almanya'yı safdışı bırakarak dördüncü oldu. üçüncülük isveç'in oldu. finalde italya ile brezilya karşılaştılar, çok zevksiz bir karşılaşma oldu; seyircilerin esnemeleri arasında romario ve baggio güzel futboldan örnekler sundular. uzatma süresince de gol atılmadı. penaltı atışları sonucu brezilya maçtan 3-2 galip ayrılarak dünya şampiyonu oldu. brezilya bütün dünya kupalarına katılan ve dört kez şampiyon olan tek ülkeydi, ayrıca en çok maç kazanan ve en çok gol atan ekip olarak da dünya futbol tarihinde yerini aldı.
94 dünya kupası'nda gol sıralamasında altı golle bulgaristan'dan stoichkov ve rusya'dan salenko birinci oldular, onları beşer golle brezilyalı romario, italyan baggio, isveçli andersson ve alman klinsmann izlediler.
ilk basımı 2002 olan islam çupi'nin "futbolun ölümü" kitabından;
yeni dünyada eski bir top...
karavel tipi 15 metrelik pinto adlı amiral gemisi ile 1492 yılının ılık bir nisan sabahında, atlas okyanusu'na açılan kristof kolomb, o ürkütücü, o aşılması zor ummanın sonunda, amerika'yı avuçlayacağına inanıyor muydu?..
bitmez gibi görünen bir deniz, sert ve çabuk yön değiştiren haşin rüzgârlar, uzayan yolculukta tayfaların her gün başkalaşan direnç eksiklikleri, seren direğinde "kara göründü" diye bağıran gözcünün sesine kadar, kimbilir hangi insan kahırlarının dayanılmaz çimdikleri atıldı o okyanusta.
büyük denizci, usta belki de deli denizci, bu inanılmaz başarıyı kovaya benzer koca bir tahta kupaya konulmuş bir şarapla kutlarken, bu bir ucundan bir ucuna gidilmez koca kıtanın, bulunuşundan 502 yıl sonra, bir dünya kupası finaline ev sahipliği yapacağını düşünebiliyor muydu acaba?..
hayatında ayağına belki hiç top sürmemiş, ihtimalen tribünden tek gün seyretmemiş kristof kolomb, şimdi 502 yıl sonra başını yattığı yerden kaldırıp o koca kıtaya baksa, acaba bu dev organizasyon için, hızlı bir "aferin" çeker miydi?..
anarşiden, yüksek katlı deprem gibi korkar amerikalı... tvden eski kıtanın futbol yayınlarına göz ucu ile bakan amerikalı, stad taşkınlıklarına, tabanca ve bıçağın ucuna inmiş hooliganizme bakıp, genel bir koronun ferdi olmaktadır. "spor diye, bu baş belasını mı sokacağız ülkeye..."
şiddet olaylarından kaynaklanan bu genel ilgisizlik ve soğukluk, amerikalının futbola fünyesi kolay çekilecek bir yuvarlak bomba gibi bakması, sponsorlar ve organizatör kitleyi de, bir boşvermişlik ve atalete sevketmiş olacak ki, yeni dünyada şimdilerde futbol adma, "başını kuma gömmüş" koca bir kıta görünümü var.
hattadan çıkıp, hakikate yaklaşan bir ortak feryat, nerede ise "amerika'nın sesi" olacak yakında...
"futbolu ingilizler icat edip dünyaya yaydılar. ama öyle yayıldı ki futbol, amerika'da ölecek."
los angeles olimpiyatlan'nda, açılış hayreti olacak roketle havaya adam uçuranlar, yeryüzü ile gökyüzünü dansa davet eden amerika'nın gösteri ve oyun teknolojisi, dünya kupası ve futbol gündeme geldiğinde, olaya hâlâ ölü toprağı serpmekle meşguller...
televizyon şirketleri ve sponsorlar düğme açma ve cep kurcalamada, bir sam amca hovardalığı yerine, bir kararsız kasım portresi çiziyorlar.
italya 90'ın tv'de seyredilme oranı yüzde 3'e inince, amerika'nın beyaz cam imparatorları, futbol için ampul yakmayı, "boşuna akacak musluk suyu" şeklinde bir ekonomik israf esprisinin kelimelerine asıp duruyorlar.
haziran'da isveç'te yapılacak avrupa futbol şampiyonasında maç başına 5 bin seyirci toplanacağını belirten ön tahmincilere göre, bu rakam yeni dünyada daha düşük bir oranda seyredecek ve amerika'da oluşturulmaya çalışılan futbol kapitali, büsbütün ürkek kapıların arkasına çekilecektir.
dünya kupası final organizasyonu için, yeni dünya bir belirsizlik ülkesi olurken, bu şampiyona için ev sahiplik payesine erişmek için, 27 şehir kıyasıya mücadele ederek, büyük bir propaganda rekabeti sürdürüyor.
1996 yaz olimpiyatlarını yapacak olan atlanta'nın, futbolun en büyük şöleni için, evsahipliği yapacak 12 şehrin arasına gireceğine kesin gözle bakılıyor. futbolun ilk gurur şehri yanında, los angeles ve miami'nin de, topla yapılacak evrensel dansın, seçkin pistleri olacağı, anket sonuçlarına göre, seçilmiş gibi...
hele amerikalı, los angeles'teki 100 bin kişilik rose bowl stadı'na, 1984 olimpiyatları'nda, fransa-brezilya finaline 101.799 seyirci topladığı için, dünya kupası'nda futbolu kurtaracak mabet gözü ile bakıyor. miami de kupanın ev sahipliği yapacak şehirler torbasına sık sık elini uzatıyor. fakat bir dezavantajı var, korkunç bir saat farkı... final maçlarının örneğin gece saat 20.00'de avtupa seyredebilmesi için maçların miami'de sabah saat 11.00'de başlaması gerekiyor. oysa o saatte hiçbir avrupalı forvetin, kendisini bırakın, horozu bile ötmez... kristof kolomb'a mı kızarsınız, amerika'yı bulduğu için... havalange'ye mi kızarsınız finale layık amerika'yı bulduğu için... bizi koka-kola içerek, izlemeye devam ediniz.
ilk basımı 2002 olan christian eichkler'in "futbolun beceriksizleri ansiklopedisi" kitabından;
di biagio, luigi, 1998 dünya kupası çeyrek finalinde, duran topa gerilerek öyle bir vurmuştu ki, top direğe çarpmış ve italya üçüncü kez bir dünya şampiyonasından penaltılarla elenmişti: 1990'da arjantin'e karşı yarı finalde (donadoni kaçırınca), 1994'te finalde brezilya'ya karşı (di biago'nun kısmen adaşı olan baggio şansını kullanamadığında) ve son olarak 1998'de fransa'yla oynadıklarında.
brezilya milli takımı kazandığı kupayı, 1994 yılı başlarında italya'nın ımola pisti'nde geçirdiği kaza nedeniyle hayatını kaybeden brezilyalı formula 1 pilotu ayrton senna'ya adadı"
küçüktüm ufacıktım, istanbulda tuzla da iller bankası tesislerinde tatildeydik. herkesin hatırladığı gibi turnuva amerikada olduğundan maçlar türkiyede gece yarılarına tekabul ediyordu. tesislerde odalarda tv yoktu. tv topluca açık havada izlenirdi. final maçını da gece yarısı açık havada belki 50 kişi ile beraber izlemiştim.
aklımda kalan tabiki baggio nun kaçırdığı penaltı. bir de heyecanlanan babamın penaltılar izlememesi. yıllar sonra maçın tekrarını izlediğimde kenarda 20 numara ile daha toy bir genç olan ronaldo'yu gördüm. hiçbir maçta oyuna girmeyen bu adam sonra avrupa futbolunu bir kaç yıl tek başına domine edeceğini hatta dünya kupaları tarihinin mevcut en çok gol atmış futbolcusu olacağını kim bilebilirdi ki?
#11 baggio ve yörüngeye giden top italya vs brezilya, 1994
roberto baggio'nun kariyerinin zirve noktasıydı abd 94. italya'nın final yolundaki rakipleri nijerya, ispanya ve bulgaristan maçlarında attığı altı golün beşini baggio kaydetmiş, italya, brezilya ile oynanacak final maçına çıkma şansına sahip olmuştu. ama yarı fit durumdaki baggio takımını buraya kadar taşımasının ağırlığını final maçındaki penaltılarda taşıyamayacaktı. 4. penaltı atışını kullanmak üzere penaltı noktasına gelen baggio, italya'nın seri penaltı atışlarına devam edebilmesi için o golü atmak zorundaydı. baggio şöyle diyordu: "normalde köşeye doğru vururdum ama az enerjim kaldığından topa abanmaya çalıştım." kale direğinin sağ üstünden yörüngeye doğru bir vuruş yaparak brezilya'nın 24 yıl sonra yeniden dünya kupası almasını sağladı.