fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
başkasına kapanan kapıdan geçenler
"bir kalecinin yüzüne kapanan kapının diğer kalecinin yüzüne açılması" gerçeğiyle 1 numaraların dünyasında sık sık karşılaşılır, ölüm dışında tabii ki, "hastalık, sakatlık, trafik kazası, psikolojik sorunlar, şöhretin ağırlığını taşıyamama, düzensiz özel yaşantı, yetersiz çalışma ve şanssızlık" gibi yığınla faktör, bir anda ya da yavaş yavaş kalecinin sonunu hazırlayabilir.
1990 dünya kupası'na bir önceki şampiyonanın muzaffer takımı olarak gelen arjantin, açılış maçında kamerun'a karşı yaşadığı şokun ardından sscb karşısında da birinci kalecisi pumpido'yu kaybetmişti. ayağı kırılan nery pumpido'nun yerine oynamaya başlayan goicocchea ise çeldiği penaltılar ve yaptığı kritik kurtarışlarla turnuvanın en iyi kalecisi unvanını alacak, yukarda acı gerçek olarak andığımız ibareyi doğrulayacaktı.
1989 senesinin 20 ocak günü, saat 08.30'da kulüp otobüsünün 4. sırasına oturup, uykunun kollarına düşmeden önce milli takımın kalecisiyken, yalnızca birkaç saat sonra gözümü açtığım hastane odasındaki halimi şimdi hatırlıyorum da... nasıl da sihri tüketmiştim; daha doğrusu ilerleyen günlerde karşılaştığım bütün ifadeler nasıl da sıfıra indiğim gerçeğini, içimi acıttığını hiç umursamadan nasıl da yüzüme vuracaktı. bir kamyon şoförünün bir anlık dikkatsizliği, kariyerimin altını üstüne getirmiş, onu da bırakın; benden daha talihsiz nice insanın ömür defterini dürmüştü.
oysa ne güzeldi her şey, ben istisnai de olsa bir şekilde başkasına kapanan kapıdan değil kendi ellerimle açtığım kapıdan girmiştim bu evin içine! ilk milli maca çıkacağım polonya karşılaşması öncesi sağ ayak bileğimden sakatlanmış ve 6 gün boyunca, değil idmana çıkmak; otelden dışarı dahi adım atamamıştım, öte yandan denizli deplasmanında forma giyememiş olmam sakatlığımın devam ettiğine işaret edecekti ki, bu durum aday kadroya çağrılma şansımı hepten ortadan kaldıracaktı, işte ben öylesi bir ayakla maç öncesi son idmana çıktım ve dayanılmaz ağrılar arasında antrenmanı tamamladım.
pamukkale'de, fethi (demircan) hoca bana "evladım bak kendini iyi hissetmiyorsan bu hafta dinlen ve sakatlığını azdırma" demişti ama ben "iyiyim hocam, oynamaya hazırım" diye mukabele edince, o da haklı olarak son durumu görmek arzusuyla travertenler önündeki yeşil alanda bana 35 tane plonjon attırmıştı. neredeyse evlat acısı gibi içime oturan o plonjonları dünmüş gibi hatırlıyorum; gıkımı bile çıkarmadan, kendimi yerden yere attığım zaman fethi hoca'nın yapacağı bir şey kalmamıştı artık.
bir insan tek ayağı üstünde kalecilik yapmaya çalışırsa ne olur? iste maç günü onlar oldu ve her ne kadar 90 dakikayı tamamlayabilmiş olsam bile, o gün o saha da varlığım yokluğum fark edilmedi. ancak yine de aday kadroya çağrılmaya ve 3 gün sonra polonya maçında oynamaya, hem de iyi bir maç çıkarmaya muvaffak olacaktım. zamanın milli takım menajeri ziya şengül, maç bitiminde yanıma gelerek "senin gibi bir kalecinin denizli maçında o ilk golü yememesi gerekirdi; orada ne oldu?" diye sorduğunda, ona "sakat sakat ancak o kadarım yapabildim hocam" diye cevap vermem üzerine manidar bir ifadeyle tebessüm edecekti.
talihin yüzüme kapattığı kapılar, o sırada sakaryasporlu engin'e açılmış, o da bu şansı iyi kullanmıştı. tıpkı 6 sene sonra kayserispor maçında, bu kez onun ayağının kırılmasıyla doğan şansı rüştünün iyi kullanması gibi... tıpkı 1981 senesinde istanbul carlton oteli'nde, sezonun ilk maçım bekleyen beşiktaşlı kaptan rasim kara'nın yeni doğan çocuğunu görmek için dörde miliç'ten istediği izni koparamaması üzerine kamptan birkaç saatliğine ayrılmasının ardından o gün 1 numaralı kazağı giyen adem'in, kendisine alan tepside sunulan bu fırsatı iyi kullanmasında olduğu gibi!
öte yandan rasim karaya zamanında şöhretin yollarını açan olay, yine filmlere konu olabilecek derecede bir ilginçlik taşıyordu. bursaspor'un kıbrıs asıllı kalecisi osman'ın, 1974 senesinde patlak veren savaş ortasında kalarak türkiye'ye dönemcdiği günlerde, aynı rasim kara'nm milli takım ve beşiktaş'a uzanan yolculuğu başlayacaktı. diğer taraftan osman uçaner'in esareti de az kalsın bir faciayla sonuçlanıyordu. üç ayı aşkın bir suredir limasol'da gözaltında bulunuyordu. bir gün onu tanıyan bir rum subayı, "bu adam kaleci, parmaklarına ateş edin"diye komut verecek ama neyse ki, bu komut sadece ağızdan çıkmakla kalacaktı.
dondurucu soğuğun hüküm sürdüğü bir ekim akşamı ise son 20 senenin gmrdüğü en iyi kaleciye hoşgeldin partisi olmuştu. tarihler 1997'yi gösterirken moskova'da rusya-italya arasında dünya kupası'na katılacak olanı belirleyecek play-off maçlarının ilk ayağı oynanıyordu. karla kaplı yeşil çimenler üzerindeki topun rengi turuncu, evsahibi futbolcular hava şanlarından dolayı umutlu, sıcak iklime alışkın italyan oyuncular ise haliyle biraz endişeliydi.
32. dakika da gianluca pagliuca sakatlanmıştı. 3 sene sonra 17.9 milyon euroluk transfer ücretiyle rekor kıran ünlü kaleci angelo peruzzi o maç kadrosunda olmadığından dolayı kaleye 19 yaşında genç bir file bekçisi geçiyordu. adı sanı pek duyulmamış o kişi gianluigi buffon'dan başkası değildi, italyanlar bu gelişmeden hoşnutsuzdu, nasıl olmasınlar; takımlarının kaderi artık tecrübesiz bir kalecinin ellerindeydi.
italya'nın rusya'da geleneksel puan kaybetme alışkanlığı yetmezmiş gibi şimdi ona as kalecinin yokluğu da eklenmiş ve ibre rusya tarafına çevrilmişti. ancak buffon o zorlu hava şartlarında mükemmel kurtarışlar yaparak rus oyuncuların istediği sonucu almaşım engelleyecekti, genç yaşına rağmen kişiliği ve kendine güveniyle dikkatleri üzerine çeken, yaptığı fantastik plonjonların ardından şimdilerde okluğu gibi yine yumruklarını sıkarak, havaya kaldırarak özgün bir stile sahip olduğunu haykıran buffon, meslek hayatındaki bu önemli sınavı çok rahat geçecekti.
maç buffon'un beklenmeyen performansıyla mucizevi bir şekilde 1-1 sona erince ertesi gün italyan gazeteleri onu yere-göğe sığdıramıyor, manşetlere taşıyordu. rövanş maçını italyanlar 1-0 kazanarak fransa 98'e katılma hakkını elde edecekti ama aslan payı yine de ilk maçın kahramanı buffon'a yazılmalıydı.
1998 finallerinde oynamayan buffon 2002'de kaleyi devir almakta gecikmedi. 2006'daki performansı gerçekten müthişti; final maçının 120 dakikası bittiğinde kalesinde tüm turnuva boyu yalnızca 2 gol görmüştü; biri penaltıdan biri kendi oyuncusundan! ama gördüğünüz gibi 21. asnn tartışmasız en iyi kalecisinin de parlak ş sayfası yine bir sakatlıkla başlıyor; yine birisinin yüzüne kapanan kapı bîr diğerine açılıyordu.
2002 dünya kupası'nda ispanya'nın kalesini canizares'in korumasına kesin gözüyle bakılırken ilk maçta üç direk önünde 20 yaşındaki casillas'ı görenler şaşkınlık geçirmekten kendilerini alamamıştı. valencia forması altında birbirinden güzel maçlara imza atarak boğaların 1 numarası olmaya hak kazanmış canizares, "acaba hocanın gazabına mı uğradı yoksa son idmanda sakatlandı mı?" diye sorulurken casillas'ı kaleye taşıyan sebep çok geçmeden anlaşılacaktı; bir şişe kolonya! nasıl becerdiyse artık canizares traş kolonyasıyla ayağını ayakkabı giyemeyecek derecede yakmış ve istemeden kaleyi bir daha ondan asla geri alamayacağı casillas'a hediye etmişti. casillas'ın beklenmedik anda kendisine gülen talihe sırt çevirmeyip şansını iyi kullanmasına, o turnuva da iki penaltı kurtarmasına, kalesinin hakkını vermesine elbette söylenecek şey yok ama bu canizares'in sakarlığının aydınlattığı da çok açık! ya nigbur'un başına gelenlere ne demeli? bugün futbolseverlere toni schumacher dense, bilhassa yaşı 30'un üzerinde olan hemen herkes onu hatırlayacaktır. lakin aynı kişilere norbert nigbur denildiğinde, sınırlı sayıda vatandaşı dışında onu tanıyacak birilerinin çıkacağını sanmıyorum. oysa 1980 senesinde lokantada yemeğini bitirdikten sonra masadan kalkarken ters bir hareketle menisküsünü yırtmamış olsaydı, muhtemelen toni schumacher'in adını almanlardan başka anan olmayacaktı! nıgbur'un yokluğunda derwall'ın kaleyi teslim ettiği schumacher, emaneten aldığı kaleyi 6 sene boyunca kimselere vermemiş, aldığı görevi layıkıyla yerine getirmişti.