tarihimizde ilk defa yenmiştik g.saray'ı. golümüzü ise 1989 kazasında hayatını kaybeden kktc'li mete adanır atmıştı. dk. 85 idi ve uğur'un soldan kestiği topun gelişine harika bir vuruş yapan mete, sevinçten çılgına dönen kapalıya koşuyordu. bir sezon önce bizden ayrılan ve samsunspor taraftarınca hiç affedilmeyen tanju ve savaş maç öncesi tepkiler nedeniyle ısınmaya bile çıkamamışlardı. samsun'a namağlup lider gelen g.saray ise iki unvanını birden kaybetmişti.
galatasaray'ın o sezon aldığı 2 mağlubiyetten biridir. diğerini de 1 hafta sonra malatyaspor'dan 3-1'le almıştır. maçın tek golünü daha sonra trafik kazasında hayatını kaybeden mete atmıştır.
ilk basımı 2009 yılında olan mehmet yılmaz'ın "samsunspor: kırmızı beyaz siyah" kitabından;
yeni samsunspor sezona izmir'de altay mağlubiyetiyle başlamıştı. takım bir türlü istediği ahengi sağlayamamıştı. galatasaray ile ligin 14. haftasında samsun'da oynanan maç kırılma noktası olmuştu adeta, ilk 13 hafta itibarıyla samsunspor, küme düşme hattının hemen üzerinde yer alıyordu. galatasaray ise samsun'a namağlup lider gelmişti. üstelik o galatasaray'da iki eski dost ve şimdinin düşmanı tanju ile savaş vardı ve yine üstelik o galatasaray'ı samsunspor tarihi boyunca hiç yenememişti.
28 kasım 1987'deki maçtan önce en iyi dönemimizde bile yenemediğimiz galatasaray'ı yine yenemeyeceğimizi düşünüyorduk. maça ilgi yoğundu ve tanju ile savaş taraftar tepkisinden dolayı saha içinde ısınmaya çıkamamıştı. kıran kırana geçen bir oyunda dakikalar 8 1'i gösterirken mete adanır çıktı sahneye ve samsunspor 1-0 öne geçti. erman toroğlu uzattıkça uzatıyordu maçı. (aynı erman toroğlu sezon sonunda da çıkacaktı sahneye...) bugüne kadar galatasaray'a karşı çok talihsiz maçlar oynamıştı samsunspor. mesela bunlardan birinde, 1982-83 sezonunda yine 1-0 önde iken 97. dakikada (evet hayat spor bile dakika 97 yazmıştı) gelen golle 1-1 berabere kalmışlardı. ama bitti maç ve samsunspor kazandı. bir sezon geciken bir galibiyetti bu, yine de olmuştu işte.
maç sonunda golün sahibi mete, trt'nin genç muhabiri ercan taner'e konuşuyordu: "hatırlayabildiğim kadarıyla anlatayım; uğur arkadaşım soldan çok iyi bir şekilde gitti. ismail'i ekarte ettikten sonra ön direğe doğru çok güzel bir orta yaptı. bu benim koşu istikametimdeydi; top düşmeden sol ayağımla yarı vole şeklinde vurdum ve golü kaydettim. bu herhalde güzel bir gol oldu."
bu galibiyet samsunspor için yeni bir sayfa açıyordu. toparlanmaya başlayan takım, üst üste galibiyetler almaya başlar. ancak hasbi ağa'nın işlerinde bozulmalar baş göstermiştir ufaktan da olsa. yine de bu maçın galibiyet primi 600 bin liradır. özellikle içeride iyi sonuçlar almaya devam eden kırmızı-beyazlılar, galatasaray'dan sonra trabzonspor'u da yenip, beşiktaş ile iki maçta da golsüz berabere kalmıştır. fenerbahçe ise istanbul'da kaybedilen maça rağmen samsun'da yine mağlup edilmiştir. ligin ilk maçında mağlup olunan altay'dan rövanş 2-0 ile alınmıştı. o maçı ilginç kılan bir şey de maç içinde sahaya giren bir polis köpeği idi. top degaj yapmaya hazırlanan kaleci fatih'te iken sahaya bir polis köpeği girmişti ve topun peşine düşmüştü. ismi reks'ti bu kurt köpeğinin ve samsunspor'un bir kez daha türkiye gündemine gelmesini sağlamıştı; bu kez parlak bir sonuca bile gerek olmamıştı. aynı fatih, o sezon türkiye'de yılın en iyi kalecisi seçilmiştir.
hızlı bir yükseliş gösteren samsunspor, ligi yine üçüncü bitirecektir ama son hafta şampiyonluğu galatasaray'a kaptıran beşiktaş, malatya'daki maça asılmayıp farklı kaybedince üçüncü sıra malatya'nın, dördüncü sıra ise samsunspor'un olmuştur.
ilk basımı 2009 yılında olan mehmet yılmaz'ın "samsunspor: kırmızı beyaz siyah" kitabından;
ahmet gürdağ'ın "gurbette samsunsporlu olmanın dayanılmaz ağırlığı!" başlıklı yazısından;
benim için en unutulmayan sevinçlerden birisi de ilk galatasaray galibiyetimizdir. samsunspor, birinci lig'e çıktığı yıldan itibaren ligde uzun yıllar galatasaray'a karşı galibiyet alamadı... fener'e dört attığımız dönemler, beşiktaş'ı yendiğimiz maçlar oldu. ama bir tek galatasaray galibiyetinin bile olmaması içimde büyük bir yaraydı. ta ki 1987-88 sezonuna kadar. o sezon başında tanju, savaş, orhan, rıfat gibi yıldızlar samsun'dan ayrılmıştı. ve ligin ilk yarısında galatasaray ile oynadığımız maç, tanju'nun samsunspor'a karşı da doğup büyüdüğü kentte oynadığı ilk maçtı. radyodan dinlediğim o maçı mete'nin son dakikalarda attığı golle 1-0 kazandık. her halde uzatma bölümü o zamanlar için on dakika kadar sürmüş ve bana bir asır gibi gelmişti... ertesi gün samsımspor'un bana göre bu büyük zaferini doya doya okuyabilmek için ne kadar gazete varsa, hepsinden birer tane almıştım. bu örnek de gurbette bir taraftarın, takımına duyduğu özlemin ne derece büyük olduğunu gösteren bir örnek olsa gerek...
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bugün gibi hatırlıyorum...
1987 kasım'ında bir salı günüydü. galatasaray, dursun adındaki genç bir oyuncunun yasını tutuyordu.
kulübün üyeleri onu anmak için büyük bir aile gibi tabutunun başında toplanmıştı.
a takımı gençlerinden arkadaşları, tabutu kulüp binasından alıp sırayla omuzdan omuza geçirerek onu, istanbul'un merkezindeki camiye götürmek üzere sokakta bekleyen cenaze arabasına taşıdılar. merhumun ailesini biraz olsun teselli etmeye çalıştım. annesi elimi sıktı ve beni kucaklayarak sessizce teşekkür etti. ikimiz de söyleyecek başka bir şey bulamadık; acı fazlasıyla büsonra dursun'u yalnız bırakmak ve yüce tanrı'ya teslim etmek üzere son adımları birlikte attık. onu son kez selamladığımız şişli camii'nin avlusunda büyük bir kalabalık toplanmıştı. elveda, tekrar görüşmek üzere, sevgili, genç dost...
* * *
florya'daki antrenman tesisimizde, ön taraftaki çim sahada çalışıyorduk. hava kapalı, gökyüzü gri ve bulutluydu; pek seyredilecek bir manzara değildi, ama her şeye rağmen moralimiz iyiydi.
takım bir buçuk saatten beri antrenmandaydı. oyuncular soluk soluğa koşuyor, bağırıyor ve gol olduğunda sevinç çığlıkları atıyorlardı. kondisyon ve hız kazanmak, direnç ve uygulama gücü elde etmek için çalışıyorduk. programımızda önce tempolu koşu ve kademeli hız koşusu vardı. sonra tüm sahaya yayılarak duvar pası çalışıldı. oyuncuların birbiriyle kısa ve yakın mesafeden paslaşması ve bunun en yüksek tempoyla yapılması gerekiyordu.
hızın doğru biçimde ayarlanmasına ve topun zamanında karşılanmasına dikkat etmek, daha sonra da bu hareketleri ceza sahası içinde golle tamamlayabilmek gerekiyordu.
yandaki sahada da eski millî futbolculardan bülent, geleceğin futbolcuları, 16-18 yaş grubu a takımı gençleriyle çalışıyordu.
galatasaray tesislerinde canlılık ve hareket hâkimdi. bu genç insanları seyretme isteği herkese bulaşıyordu. motivasyon ve desteğin önemli bir öğesi olan ve bir dekorun parçası gibi artık demirbaştan sayılan taraftarlar ve seyirciler her zamanki yerlerindeydi. profesyonel takımla a takımı gençlerinin aynı zamanda ayrı sahalarda antrenmanlarını tamamladıkları böyle günlerde sık sık olduğu gibi, takımlar, çalıştıklarını oyun pratiğine geçilmek üzere antrenman sahalarından, çok güzel ve fevkalâde bakımlı bir çim sahaya geçtiler.
bunu her iki üç haftada bir yapardık ve biz antrenörler, normal antrenman bittikten sonra şöyle bir tüm enerjilerini boşaltmanın her iki takımın da hoşuna gittiğini bilirdik.
çoğunlukla yedişer kişilik takımlardan oluşan üç grup halinde oynardık. 40 metreye 70 metrelik küçük sahada daha fazla oyuncuya yer yoktu.
hızlı ve direkt oynamak gerekiyordu; topu uzun süre ayakta tutmaya ve abartılı çalımlara izin yoktu. kurallara uyulmaması halinde top diğer takıma geçiyor ve bu kez onlar rakibe yüklenerek gol atmaya çalışıyorlardı.
o bulutlu öğle sonrasında da galatasaray'ın florya daki antrenman sahasında durum böyleydi.
ilk iki grup üstlerine düşeni başarıyla tamamlamışlardı bile. yorgun argın soyunma odalarına giderken, eve, eşlerine, ailelerine, dostlarına yeniden kavuşacak olmanın sevincini yaşıyorlardı.
ben de eşime, akşam dışarıda yemeğe gitmek için söz vermiştim. istanbul'un yeşilköy'deki en iyi balık lokantalarından biri olan, hemen marmara'nın kıyısındaki "hasan'ın yeriinde yemek istiyorduk. niyetimiz akşamı bir kadeh şarap ya da rakıyla, kırmızı biberli karides ve lüfer ya da kalkan yiyerek geçirmekti.
birdenbire, sanki yerden bitmiş gibi arif karşırîıa dikildi. antrenman başlangıcında onun yokluğunu hissetmiştim. sık sık yaptığı gibi yine çok geç kalmıştı. olabilecek ve olmayacak bütün özürleri sıraladı; ben de bir tartışma çıkmasına fırsat vermemek için özürlerini kabul ettim. günün son maçında son iki grup ellerinden geleni göstermek üzere sahaya henüz dizilmişti. oyuncuların bir kısmı gelecek lig maçlarında oynayabilmek, diğerleri ise geleceğe yatırım yapmak için kendini gösterecekti. zorlu bir artremandan sonra bile şanslannı kullanmak adına motive oldukları hissediliyordu.
genç takım hocasına çitin üzerinden seslenerek, arif in bir takımda oyuna girebilmesi için karşısındaki takıma da bir genç oyuncu göndermesini istedim. bülent, özenle bir oyuncu daha seçti. bu oyuncunun adı dursun'du. hep keyifli ve neşeli izlenimini bırakan bir delikanlıydı dursun. kulübün starlarına karşı oynayabildiği için mutlu olduğu da kesindi. düdüğü çalarak günün son maçını başlattım ve top oradan oraya yuvarlanmaya başladı. ancak bu kez daha fazla koşmak gerekiyordu, çünkü sahada 8 kişiye karşı 8 kişi oynadığından alan daralmıştı ve topa sahip olan takımın oyuncularına hareket serbestliği tanınmıyordu.
daha on dakika bile geçmemişti ki olay meydana geldi. topu savunmadan çıkarıp orta sahaya oradan da ön tarafa, dursun'a geçirdiler. bir vücut çalımı; karşısındaki oyundan düştü! dursun, rakip kaleye doğru sprint'e kalktı. top ayağında, paslaşabileceği bir arkadaşını arayarak koşmaya başladı.
birdenbire koşması değişti... sanki gökten inen yağmur gibi anîden daha ağır, denetimsiz, yalpalar gibi hareket etmeye başladı. kolları dengesini sağlamak isteyen ya da yardım arayan ve korkusunu haykıran biri gibi boşlukta döndü...
benim elim ayağım kesilmişti. orada birinin dipsiz bir derinliğe doğru yuvarlandığını görüyor, hissediyordum; korkunç bir şeyler oluyordu...
yerimden fırladım. kimse beni durduramazdı. yerde hareketsiz yatan ve hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen delikanlıya yardım etmek için ileri atıldım. o arada masörümüz mehmet'e seslendim. korkunç bir şey olduğunu o da hemen kavramıştı.
ben yanlarına vardığımda, mehmet, derin bir baygınlığa düşmüş olan dursun'un üzerine eğilmişti bile. göz bebekleri donuk, cansızdı; çevresini algılamıyordu.
mehmet, nefessiz kalmasını engellemek için dursun'un geriye, gırtlağına doğru kaymış olan dilini öne getirmeye çalıştı. nabzını hissetmez olunca ben kalp masajına başladım; kollarımı gererek küçük darbeler halinde göğsüne basınç verdim.
kalbinin çalıştığına dair tek bir işaret yoktu; bedeni tek bir tepki vermeden ölü gibi öylece yatıyordu.
çevremizde dikilen oyuncuların yüzlerinde dehşet okunuyordu. hepsi yardıma koşmaya hazırdı. her biri elinden geleni yapmak için yanımıza geliyordu. doktor çağırmak, cankurtarana haber vermek ve bize yararı dokunabilecek her şeyi harekete geçirmek üzere iki futbolcuyu gönderdik.
çaresizlik içinde mücadele etmeye devam ediyorduk. bir yaşam belirtisi yakalamak, onu ayıltmak için her saniyenin önemi vardı.
mehmet ve ben çabamızı sürdürüyorduk. dursun'un genç bedeninde bir nefes belirtisi yakalayabilmek için yaptığımız sunî teneffüs de fayda etmedi.
gençlerden biri onun arkasına diz çökerek, yan vaziyette, ağız ve solunum yolunu rahatlatmak ve kalbi yeniden kanla doldurup soluk alma imkanı vermek için, başına dayanak sağlamaya çalıştı. ambulans hala gelmemişti. daha önce hiç olmadığı kadar öfkelenmiştim; çünkü sık sık olduğu gibi, tam da en gerekli anda hiçbir şey işlemiyordu. her zaman koordinasyon ve iletişim eksikliği vardı; her şey denetim dışı gelişiyordu ve eğer bir kere işler gerçekten yolunda giderse, bu, sadece o anda yaratıcı bir şeyler yapılabilmesi sayesinde oluyordu.
başımı yukarı kaldırdım ve aklıma, oyun boyunca çitin kenarında, blok evlerin yakınında duran polis arabası geldi. araba hâlâ orada duruyordu; bir mucizeydi bu. yerimden fırladım; bu son çaremiz olabilirdi. polislere acil olarak yardımlarına ihtiyacımız olduğunu hangi dilde anlattığımı bilmiyorum, ama hemen harekete geçtiler.
derhal arabalarına atlayıp alanın etrafını dolaşarak tesisin girişine geldiler ve dursun'u alarak en yakın hastaneye yetiştirmek üzere işe koyuldular.
işi garantiye almak istiyorduk. nabzı dahi hissedilmiyordu. kalbini çalıştırabilmek için bir kez daha her şeyi denedik. daha kuvvetli ve daha sık aralıklarla bastırdık. birdenbire delikanlının yüreği atmaya başladı; ama sessiz ve çok ağır bir tempoyla atıyordu.
doktor ve gerekli yardım malzemelerini ulaştıracak gereken ambulans hâlâ gelmemişti.
polisler, telsiz vasıtasıyla, her hangi bir hastane ya da ambulansla temas kurmaya çalışıyorlardı. oksijen tüpü ve kalbi kuvvetlendirici ilâçlar olmaksızın, dursun'un durumunda bir iyileşme sağlama şansımız yoktu.
polis arabası onu bakırköy'deki hastaneye götürmeye hazırdı ve biz bu riske girmeye karar vermiştik. çünkü burada, florya'daki çim saha üzerinde bir mucize olmadığı takdirde, onu ebediyen kaybedecektik.
bülent ve mehmet de, genç dursun'u hayattayken hastaneye yetiştirmek ve ellerindeki özel araçlarla olabileceğin en kötüsünü engelleyebilecek doktorlara teslim etmek için hayatlarının mücadelesini vermek üzere polis arabasına bindiler.
ama başaramadılar. dursun, hastaneye kalan son üç yüz metreye dayanamadı. gücü yoktu; kendisine son nefesine kadar eşlik eden öğretmeni ve antrenörü bülent'le masörümüz mehmet'in kollarında can verdi...
ve biz şimdi burada, bu gencin ölümü karşısında hiçbir yanıt bulamayan bir cenaze alayı olarak duruyorduk. ben hiçbir cenaze töreninde böylesine mahzun yüzler görmedim. onu sevmiş olan ve böylesine sevilesi bir genç insanın ellerinden çekilip alındığına inanmak istemeyen insanlar acı ve üzüntü içindeydi.
düşüncelerim çok uzaklara gitmişti. antrenörlük yaşamımın evrelerini sayıyordum. çocuklarım patrick ve manuela'yı düşünüyordum ve ruhen çökmüştüm. bu, antrenörlük yaşamımın sonuna geldiğimi düşünmeye başladığım ilk andı...
oysa daha bir yıl dayanmam gerekecekti. bir kez daha şampiyon olmak istiyorduk.
neredeyse otuz yıl, genç insanlarla birlikte, iyi ve kötü zamanlarda, gün be gün, sevinci, gülmeyi, zaferleri, beraberlikleri, ama aynı zamanda acı yenilgileri ve haksızlıkları yaşamıştım. dursun adındaki bu delikanlıyı geri getirebilecek olsa, bütün şampiyonlukları ve zaferleri, bu dünyanın en harika günlerini anında geri verirdim.
ve böylece bu kitabı, bana her an, daha nice güzel yıllar yaşayabildiğimi, ne kadar şanslı bir insan olduğumu ve futbolun bana armağan ettiği şeyleri hatırlatan dursun'a adadım. ne yazık ki o bütün bunlardan yoksun kaldı...
top yuvarlanmış, yuvarlanmış, dursun'un, günün birinde gerçekleşeceğini düşlediği güzelliklerden çok çok uzaklara gitmişti...
not: anıyı 87 kasım ayında oynanan son galatasaray maçına yazdım...
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
1987-88 sezonunda bizimle birlikte favori olan beşiktaş, fenerbahçe ve trabzonspor karşısında tek bir maç bile kaybetmemiştik. altı maçın üçünü kazanmış, üçünü ise berabere bitirmiştik. bu sezonda da şampiyonun kim olacağını sormaya bile gerek yoktu.
sadece samsunspor ve malatyaspor'a yenilmiştik. samsun'da sahaya, samsunspor'un iki eski oyuncusu tanju ve büyük savaş'la çıkma hatasını yapmıştık. böylece samsunspor'un oyuncularına da, taraftarlarına da motivasyon ve gayret vermiştik. eski arkadaşlarına hâlâ formda olduklarını göstermek istemişlerdi.
eğer eski samsunsporlu oyuncuları takıma almamış olsaydık, oyun seyirci için de, samsunspor takımı için de özel bir anlam ve ilginçlik taşımayacaktı. büyük bir rekabet duygusu ya da duyarlılık yaşanmayan sıradan bir lig maçı olacaktı.
bunların dışında, bütün sezon bir batı avrupa takımı gibi oynamıştık. gazeteler büyük puntolarla böyle yazıyorlardı. bu övgünün kaynağı, oyun temposu, konsantrasyon, takım oyunu, istek ve güzel, atak, çekici futbol ve gollerdi.
teknik direktör mustafa denizli, galatasaray'da görev yaptığı sırada ikamet ettiği binanın kapıcısı ile yaşadığı bir anıyı anlattı.
"galatasaray'dayım. işler iyi gidiyor. sonra bir iki mağlubiyet aldık. bir gün evden çıkıyorum önümü kapıcı kesti, 'maçta bunu bunu niye oynatmadın?' diye sordu. 'öyle icap ediyordu' diye yanıtladım. iki gün sonra bir daha yolumu kesti, 'hocam bu hafta bunları oynat' dedi. bende 'iyi' dedim. oynadık maçı, yine mağlup olduk. yine yolumu kesti ve 'bunları niye oynattın?' dedi. bunun üzerine, 'ikisini de sen söylemiştin zaten' diye cevap verdim. günlerce sürdü gitti. salon perdesini kapattım. aradan bakıyorum. kapıcı servise çıksın ya da markete gitsin de, ben atlayayım arabaya. deparla evden çıkıyorum. futbol konusunda herkesin bir görüşü var."