“sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” nick hornby – fever pitch
hikâyesi olmayanlardan kuşku duyuyorum. tanırsınız onları; hani şu amaçları, kariyer planları olan, soğuk ingilizce ders kitaplarından fırlayıp beş-on yıldır dibimizde biten tipler. asla kaybetmezler, sadece risk almışlardır. tutkuyla bağlandıkları hiçbir şey yoktur; b planları devreye girer. ankara’nın tüm duvarlarına kırmızı sprey boyayla ‘rekabet değil dayanışma’ yazsan bile onlar kişisel gelişirler. buyursunlar.
hikâyem ankara’da geçiyor. en tutamaksız yerinden de gençlerbirliği…
ankara 19 mayıs stadında ilk maç
“her şeyin ilki bir parça büyülüdür.” emrah serbes – erken kaybedenler
üniversitenin ortanca yıllarında, elimi değdirdiğim her şeyin kuruduğu bir dönem geçirdim. mezun olmama çok vardı, sayamayacağım kadar dersten kalmıştım; bir yandan devlet memurluğuna atanmıştım, en yakın arkadaşım emekliliği bekliyordu; babamı kaybetmiştim, bir daha bulamamıştım; harcım yoktu ya borcum çoktu; benim olmayan bir hayatı yaşıyordum. bu durumu değiştirebilmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
herhangi bir cumartesi günüydü ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. ev artık benim evim değildi. önce kurtuluş parkına, oradan da sıhhiye köprüsüne kadar yürüdüm. gar’ın önünden geçip gençlik parkına doğru ilerlerken 19 mayıs stadından gelen sesleri duydum. yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve maça gittim. formasız ve kimseyi tanımazken.
gençlerbirliği sahasında gaziantepspor’la oynuyordu. kendi hâlinde, olduğu kadar güzel bir oyunla çoktan bir-sıfır önde gidiyorlardı. her şey bir yana antep’in orta sahası felaketti! iyi bir orta sahanız yoksa geriye düştüğünüz bir maçın sonunda nasıl galip gelebilirsiniz ki? babam benim orta sahamdı.
maçı antep kazandı. henüz daha gençler’in kaybetmesine üzülecek zamanlar gelmemişti. ortada daha büyülü bir mevzu dönüyordu. hâlimin gaziantepspor’dan iyi olduğunu, onların geriye düştüğü maçı felaket orta sahalarına rağmen kazanabildiklerine göre, benim de kalan hayatımda neler neler yapabileceğimi düşünmeden edemedim! varoluşsal problemler kahrolsundu, yaşasın futbol!
şimdi düşünüyorum, o ilk maçtan çıkarabileceğim bir ders daha vardı: fazlasıyla gençlerbirliği’ne benziyordum. her şey yolunda giderken birden, sebebini anlamadan kaybedebilirsin. özellikle ankara’da.
tribüne adım atmadan önce sahanın yeşilini gördüğün ilk an
çoğu kimse doğuştan gençlerbirlikli olmaz. takım, bu yönüyle ankaragücü’nden ayrılır. belki bir sempati duyarsınız, neticede şehrinizin takımıdır. yavaş yavaş maçlarını göz ucuyla da olsa takip etmeye başlarsınız, hiçbir iddiası olmasa bile her sezonunun ayrı bir hikâyesi vardır.
ve sonra, aydınlanma. neden maçlarına gidemeyeceğiniz o malum şehrin takımını tutasınız ki? “büyük” olmak zorunda olmadığını fark edersin. “genç” olmanın kıymeti anlaşılır. artık olmak istediğin kişi değil, kimsen o’sundur. gençlerbirlikli, adı bile güzel.
stat önü köftecilerinin isinin sisinin arasından geçip suçlu gibi demir parmaklıklardan çelik kapılardan içeri girdiğinde ilk önce sahanın yeşili görünür. istediği kadar televizyonlarda dönsün dursun, biraz sonra bir daha asla tekrarı yaşanmayacak bir oyun oynanır. senin önünde ısınan oyuncu belki de yarım saat sonra takımını öne geçiren golü atacaktır. arkanda yüzü olmayan binlerce insan aynı sözü bağırır. yavaş yavaş yerine geçersin; dur, oraya oturma, geçen maç uğurlu gelmemişti, en iyisi yan koltuğa geç.
birkaç maçtır gördüğün yüzlerin birer ismi olduğunu öğrenirsin. önümüzdeki sezon yerine oturana kadar tek tek selamlaşacaksın. eğer maça gelmedilerse meraklanacaksın. sakin ol, işi çıkmış, her şey yolunda, iki hafta sonra tekrar bir arada olacaksın.
“burası ankara burdan çıkış yok”
her sene aynı senaryo! ligin ilk maçlarında bol keseden puanlar kaybedip küme düşmemeye oynuyoruz; ardından üç-beş antrenör değişiyor ve üst üste alınan galibiyetlerle paçayı sıyırıyoruz. hatta biraz daha puan kazansak avrupa’ya bile gidebiliriz de işte, neyse. birkaç ay sonra yeni sezon başlayacak.
mevsimler, sezonlar, iç ve dış transferler gelip geçerken ben, aynı güne uyanıyorum. eğer üzerinde gezinmeye çalışıyorsanız hayal kırıklıkları cam kırıklıklarından daha fazla can yakar. "zamanla geçer" dediklerinde içime su serpmediklerini, hay aksi, daha fenalarıyla karşılaşacağımı anlıyorum. benden ayrılan her parçamı, yarım kalan hikâyemi arkamda, ankara’da bırakmaya karar veriyorum.
malum şehre gidiyorum. kafaya koydum, avukatlık stajımı orada başlatacağım. koca koca binalar, aman aman ofisler, bembeyaz yakalar, let’s continue in english, yes orrayt, biz sizi ararız, fasa fiso, pokemon taso… onlarca başvurum reddedildi, beni arkadaş olarak görüyorlarmış. puan veya puanlar almaya gittiğim deplasmandan eli boş dönüyorum.
döndüğüm gün kendi sahamızdaki ilk maça rastlıyor. valizimi otogarda emanetçiye bırakıp gençler’in maçına yetişiyorum. köftecileri geçip çelik kapılardan giriyorum. sahanın yeşili tekrar karşımda, nasıl bıraktıysam öylece duruyor. arkama yüzü olmayan binlerce insan aynı sözü bağırıyor. fakat bu sefer sözün asıl anlamını kavrıyorum: “burası ankara burdan çıkış yok!”