trabzon deplasman organizasyonuna cuma sabahı onur çelebi’yi samsun caddelerinden toplayarak dahil oldum. biraz vakit geçirdikten sonra sol tarafımıza karadeniz, sağ tarafımıza dağlar ve ormanları alarak yola koyulduk. yolda gypsy kings ve goran bregoviç dinleterek onur’un biraz başını ağrıttım ama olsun o kadar.
yaklaşık iki saatlik yolculuğun ardından ordu’ya ulaştık. gönüllü olarak yaptığımız(!) kısa bir şehir turunun ardından karadeniz diasporasının diğer elemanı mehmet galip abinin işyerindeydik. bankada çalışanlar mehmet abi dışında gençlerbirliği taraftarı görmeye alışkın değil tabii. mehmet abi çıkmaya hazırlanırken çalışma arkadaşlarıyla hemen futbol ve gençlerbirliği muhabbeti açıldı. bir ara şaka olsun diye bir laf ettim: "-biz mehmet abi’yle ikimiz, gençler taraftarlarının karadeniz bölge sorumlularıyız…". karadeniz’de başımı en çok ağrıtan huylarımdan bir tanesi çok ciddi bir yüz ifadesi ve üslupla geyik yapmam olmuştur… ve yine feci şekilde ciddiye alındım: “nasıl?? sizde öyle bölge sorumluları falan da mı oluyor???”. hee, oluyor tabii, hatta çeteyiz biz, mehmet abi şehir kadrosundan, ben dağ… böyle sıcak bir ortamda gelişen muhabbetin ardından mehmet abi’nin arabasıyla trabzon yoluna düştük.
(bir arasokağa park ettikten sonra içinden eşyalarımızı aldığımız sırada(yani ben park ettikten biraz sonra) arabamın yan hizasına aracını park edip sokağı trafiğe kapatan, sonra arkamdan yetişip “bu arabayı böyle bırakırsanız buradan araba geçemez” diye beni uyaran, ama akabinde evinin garaj kapısının önünü bana tahsis ederek durumu kurtaran meçhul abimize saygılar…)
iki saate yaklaşan keyifli bir yolculuğun ardından trabzon’a girdik. onur şehrin coğrafyası, stadın konumu, yollar vs. konularda çok iyi hazırlanmıştı… …diye düşünüyorduk biz… sonra… uzaktan gösterip tekel’e ait olduğunu iddia ettiği yapı ayasofya manastırı çıkınca… bir daha konuşturmadık uşağı…
zaten fazla büyük olmayan şehirde stada ulaşmamız zor olmadı. stad çevresindeki amaçsız kalabalığı ve köftecilerin yaydığı dumanları yararak şu meşhuuuur gişelere geldik. ilk şoku orada yaşadık: misafir takım tribününün biletleri satılmıyordu. tribün orada, bir yere gitmiş değil, ama biletleri satılmıyordu işte!.. mantıksız ama gerçek bu… kısa bir tereddütün ardından maraton tribününe girmeye(ya da bu uğurda elimizden geleni yapmaya) karar verdik ve biletlerimizi aldık. ilk kontrol noktasındaki görevli son anda çantamı fark edip açmamı istedi. aslında gençlerbirliği taraftarı olduğumu ve çantamda gençlerbirliği forma ve atkısı olduğunu söyledim, gözleri faltaşı gibi açıldı ve az önceki talebinden vazgeçti: “tamam, tamam, sakın açma!!”. ara bölgedeki polislere derdimizi anlatmaya karar verdik, belki bizi misafir tribününe alabilirlerdi… gerçekten de bizi misafir takım tribününe yönlendirdiler ve elimizdeki biletlerle o kapıdan giriş yapabileceğimizi söylediler. sağolsunlar, peki giriş yapabildik mi? hayır! gidince anladık ki misafir tribünü için vıp bilet basılmıştı ve turnikeler bizim biletlerimizi okumuyordu. hemen bir çözüm bulundu tabii, sırada bekleyen üç kişiyle biletlerimizi değiştirdik ve nihayet tribüne girdik.
gençlerbirliği taraftarı görmek tribündeki polislere de şok yaşattı tabii. ve kriz orada başladı… adeta ortalığı karıştırmak için oraya gelen potansiyel suçlulardık ilk başta. hemen üst’lere telefonlar açıldı, talimat beklenmeye başlandı, talimat gelene kadar sessizce, uslu uslu durmamız, kimseyi tahrik etmememiz tembihlendi… ha, bu arada bizim tribündeki güruh en büyüğü ortaokul öğrencisi çocuklardan oluşuyor, üstelik çoğunluğu kız. kim kime saldıracak anlamadım. az sonra hakkımızdaki karar verildi ve omzu bol yıldızlı bir polis tarafından yüzümüze okundu: “forma, atkı gibi şeyler giymiyorsunuz, taşkınlık yapıp insanları tahrik etmiyorsunuz, yoksa dışarı atarım!”. bu sözler ve devamındaki tartışmaya girersem kontrolü kaybetmekten korkuyorum ve atlıyorum
insanlıktan nasibini almamış bol yıldızlı müdürün aksine, maç boyunca bizi ilköğretim öğrencisi kız çocuklarının şerrinden koruyan polis memurlarıyla aramızdaki muhabbet ise gerçekten güzeldi. devre arası fıkraları, çekirdek, çikolata ikramları, dertleşmeler, hemşeri çıkmalar derken kanka olduk nerdeyse adamlarla… aslında muhatap olduğumuz polisler arasında insanlıktan nasibini almamış iki tip vardı sadece: bir tanesi oradaki memurların amiri, diğeri de onun amiri… anlamadım valla, bunlar yetki aldıkça mı bozuluyorlar yoksa bozuklar mı yetkiyi alıyor.
takımımızın peşinden deplasmana gitmek tüm olumsuzlukları unutturuyor aslında. ahan da, bunlar da maç sırasındaki hoşluklar:
yanımdaki genç polis memurunun gol pozisyonlarımızda bizim kadar heyecanlanıp, kaçan gollerde en az bizim kadar üzülmesi dikkatimi çekti. kendisi de anlamış olacak ki hemen açıklık getirdi duruma: “ya bunlar nankör herifler, takımları yenince maça gelirler, yenilgiler başlayınca stada uğramazlar”. ve ardından hafif sırıtarak: “öyle olunca da biz daha az yoruluruz… e ben de zaten adanalıyım, sürgün gelmişim buralara”. “tamam” dedim, “anladım ben seni”.
bir şutumuzun direkten döndüğü pozisyon sırasında tribüne giren hindi! pozisyon sol tarafta, heyecanla izliyorum, gol geldi gelecek derken sağ tarafımdan bir hindi sesi gelmeye başladı. ilk başta bütün dikkatimi dağıttı tabii ama golü kaçırmayı da istemiyorum, çevirmedim kafamı. ama hindi susmak bilmiyor. sonunda dayanamadım, baktım: bizim onur, heyecandan bağırmak istiyor, bağıramıyor… garibim bir yandan öne arkaya yaylanıyor bir yandan hindi gibi ötüyor…
maçta 65’inci dakika. yani ikinci yarı başlayalı 20 dakika olmuş. biraz önümüzdeki öğrencilerin arasında, ayakta heyecanla maçı izleyen, tezahüratlara katılan, birebir maçın içinde görünen 12-13 yaşlarındaki kız öğrenci bir atağımızın ardından arka sırada oturan öğretmenine döner ve tüm konsantrasyonumun içine eden soruyu sorar: “ya hocam, kaleler mi değişti??”. len senin neyine futbol, git otur evinde, velin gelsin!!!
uzağı görememekten ve dolayısıyla topçularımızı ayırt edememekten şikayetçi olduğum bir anda hızır gibi yetişti mehmet abi, ve bir yeteneği daha ortaya çıktı: maç spikerliği! sağolsun, maçı sahada izlerken aynı anda mehmet abi’den dinledim…
sadece üç kişi de olsak trabzon’da takımımızı yalnız bırakmadık, bir ara fısıltıyla da olsa tezahürat bile yaptık. bu mutluluk da bize yeter.