bazı anlar, bazı durumlar vardır, "oradaydım" demek, o anlara tanık olmak, tanık olduklarınıza katılmak, onları yaşamak ve sonra, daha sonra, çok sonra anlatmak... işte o anlar sayesinde ayrıştırırız hayatımızı başkalarının hayatından.
çocuğumuzun doğduğu anda eşimizin yüzünü görmek, okula ilk başladığı günün sabahında onunla uyanmak gibi öznel durumlar da vardır sonradan anlatacağımız ya, onlardan değil, toplumsal olanlardan, kalabalık olanlardan bahsediyorum.
örneğin; 1977'nin 1 mayıs günü taksim'de ya da 4 ocak 1991'de başlayan zonguldak maden işçilerinin ankara'ya yürüyüşlerinde ya da 2002 dünya kupası'nda ilhan mansız, senegal'e golü attığında tribünde olmak gibi... ya da tıklım tıklım dolu inönü'de beşiktaş, liverpool'a karşı 1-0 önde giderken, özellikle ve özellikle 50 ve 65'inci dakikalar arasında o statta olmak gibi... evet, "oradaydım, tribünde..."
tuhaf bir soru: "alkol mü aldın?"
ilk aramayı sorunsuz geçiyoruz burcu, ufuk, ben. kombineyi uzatıp içeri dalıyoruz o tuhaf demir kapıdan. nedense o kapıdan geçerken eğlenmek için maça değil de, cezaevine giriyorum hissi uyanır bende hep. bu kez de öyle oluyor.
bir arama daha elbette. poliste haklı(!), belki 10 adımda bir şey soktuk cebe kim bilir? ellerim iki yana açık, aranıyorum. bir trafik polisi arıyor üstümü. yüzüme bakıyor ve tersler gibi bir sesle "alkol mü aldın?" diyor. yalnız dikkat, memurun hitabı ikinci tekil şahıs. yanıtım "evet, bir miktar. mahsuru mu vardı?" oluyor. ters bir bakış atıp, "geç" diyor.
içeri girdiğimde ilk izlenimim tıpkı şiirdeki gibi; "hava kurşun gibi ağır.." taraftarı ajite edecek her şey olmuştu bir kaç gün içinde.
belki de bazı sokaklarda yan yana yürüdüğümüz, ara sıra gittiğimiz kahvelerde birbirimizi tanımadan ayrı masalarda oturduğumuz 12 gencecik çocuk, dağ başlarında kurşuna dizilmişlerdi acımasız başka genç çocuklar tarafından. herkesin bir yanını acıtmıştı gencecik ölümler. analarının feryatlarını, babalarının sessiz gözyaşlarını, acıdan baygın düşen kardeşlerini görmüştük hep birlikte. elbette onlar kadar acıyamazdı içimiz ama onların acısını hissetmeye çalışıyorduk kaç gündür. bu ıstırap vardı kalbimizin bir yanında.
rakip avrupa'nın en şaaşalı taraftarına sahip liverpool'du. herkes onların ünlü kop tribününü örnek gösterirdi ideal taraftar olarak yeri geldiğinde. ki, sözkonusu olan beşiktaş taraftarı olunca 'bu yer' çok sık gelirdi. övülürken bile alttan alta "bunlar da fazla oluyor, takımı olumsuz etkiliyorlar"a getirilir söz sıklıkla. bunun da etkisi vardı taraftar üzerinde. bir ders gerekiyordu herkese…
yani beşiktaş ve liverpool sadece sahada değil, tribünde de kapışacaklardı. o nedenle de "hava kurşun gibi ağırdı" biraz.
yuvarlanan yuvarlanana
başlama düdüğü ilerleyen dakikalarda kopacak kıyametin habercisiymiş meğer, bilemedim. her şey 'sıradandı' benim için. tahmin edilebilecek 'çarşı klasikleri.' sloganlar, marşlar... bir de bu maça özgü "şehitler ölmez/vatan bölünmez..."
kimine katıldım kimini es geçtim. daha çok, bu fazlaca alkollü ortamda çıkabilecek ve tadımızı fazlasıyla kaçıracak itiş kakışları engellemeye kurmuştum kendimi. biri iki dalgıç hamlesini de başarıyla savuşturdum doğrusu.
serdar özkan'ın üç bant bilardo sayısı güzelliğinde gelen o acayip golü görünce zeki demirkubuz'a dönüp, "böyle bir golden sonra, yenilmemiz imkansız" dedim. ne kadar haklı olduğum ve bu işten ne kadar anladığım maç bittiğinde belli olmuştu!!
golle birlikte bizim orası karıştı. ben alışığım, tek korkum bir evin bir kızı olan burcu'nun başına bir şey gelmesiydi. onu koruyayım derken aşağı yuvarlanan bir kaç kişinin montuma yapışmaya çalıştığını fark ettim, yanımdan tuhaf hareketler yaparak ön sıralara yuvarlananlardan bir ikisi benim mont sayesinde 'hayata tutundu.' ortalık sakinleştiğinde, sıraların arasına yuvarlananlardan bir ikisi, üstlerindeki tozu elleriyle silerken bize de "çak" yaparak üst sıralardaki yerlerine geçtiler.
golden sonrası artık kıyametti. millet sanki doping almış gibi yerinde duramıyordu. bizim orası -kapalı üst g kapısı girişi, yeni açık tarafı - genellikle sakindir. orası bile kıpır kıpırdı. bağırış çağırış, kıyamet kopuyordu.
ben böyle bir şey görmedim
devre arası biraz dinlendi yorgun bünyeler. asıl iş ikinci yarıymış, o ara asıl kıyamete hazırlıkmış meğer, ilk yarı gördüklerimiz bir hiçmiş, sonra anladık.
dakika 50'ye yaklaşıyordu ki altlı üstlü yapılan, "o o o oooo" ve "lay lay..." birden diğer tribünlere sıçradı. önce yeni açık, sonra hiçbir çağrı olmadan eski açık ve daha da inanılmazı numaralı. "evet, oradaydım", gözlerimle görüp ve bizzat katıldım. 7-8 yaşından bu yana tribünlere giden ben 42 yıl 10 aylık ömrümde ne türkiye'de ne gittiğim avrupa kentlerinde böyle bir tribün görmedim. abartmıyorum, görmedim.
tezahürat, kapalıdan diğerlerine - yeni açık, numaralı, eski açık- döndüğünde bir ton daha yükseliyor onlar bitirip kapalıya döndüğünde bir ton daha da yükseltiliyordu. önce, bir kaç dakika içinde biter biz de maça bakarız diye düşündüm, yanılmışım. kimsenin durmaya niyeti yoktu. tempo arttıkça arttı, arttıkça arttı. 6-7 dakika sonra "bunlar durmayacak" dedim içimden. bir yandan da "durmayalım", abartalım daha da abartalım istiyordum. abarttık da...
tezahürat devam ederken kapalı alkışı bırakıyor, elleri yumruk yapıp yukarı aşağı piston hareketi yapıyor, karşılar aynılarını tekrarlıyor. kapalı, iki eller yana, bir sevgiliyi uzun bir yolculuğa uğurlar gibi sallıyor aynısını karşılar da yapıyor. kapalı, iki eller öne bir puta tapar gibi eğilip kalkıyor, karşı da tıpkı geç gösteren bir ayna gibi aynısını yapıyordu.
o zaman her maç numaralıda oturanların ne kadar şanslı olduklarını düşündüm. beşiktaş kapalı tribünü karşıdan gerçekten çok güzel görünüyor olsa gerek. ben içindeyim deryadaki balık misali, deryayı göremiyorum. abartmıyorum ve tahmin ediyorum herkesin tüyleri diken diken olmuştur.
hepimiz hayali bir köpeği kovaladık
ikinci golü ne siz sorun ne ben söyleyeyim. bobo bir iki dakika önce koray'ın pasını tepeye dikince dünyası yıkılan o kalabalık golde bir kez daha üzerimden geçti. baktım arkada burcu sağlam, ben de koy verdim kendimi, alt alta üst üste.
ve belki de avrupa'nın en iyi 5 oyuncusundan biri olan steven gerrard en az bizim iki gol kadar şık bir gol atınca -şaka yapmıyorum serdar'ın golü de şıktı- o andan itibaren tezahüratın da dili değişti. bundan sonra maç bitene kadar sürekli hayali bir köpeği kovaladı tribün "hoşşt, hoşşşt" diye. gerçekten çok komikti, koca koca adamlar ortada fol yok yumurta yok, "hoşt" diye bağırıyorlar hatta bazıları daha da ileri gidip daha top müdafaadaki liverpool'lunun ayağındayken "hoooooooşşşşşşştttt"a başlıyor, bizimkiler topu kapana kadar bırakmıyordu.
son düdük çaldı. etrafımızla sarıldık, öpüştük, koklaştık.
sahaya baktım, gerrard takımını toplayıp gözünü bir an olsun beşiktaş tribünlerinden ayırmayan eski açıktaki liverpool taraftarlarına gitti. taraftarını alkışlattı, takımı topladı, üzgün arkadaşlarını tek tek teselli etti, sanırım tello'yla formasını değiştirdi önümüze geldi bizi de alkışladı, biz de onu elbette, sonra tünelde kayboldu gitti.
"evet, oradaydım..." maçta ne mi oldu? bilmem, görmedim ki. ben maça gittim, maç oldum, daha ne olsun.
çıktık, elimizde kalbimiz kalbimizde elimiz, zübeyir ocakbaşı'na yollandık. geceye orada başlamıştık yine orada bitirdik burcu'yla...