"bir çocuğa mutluluğu kelimelerle anlatamayız, en iyisi ona oynaması için bir futbol topu vermektir."
eduardo galeano
ilk olarak nasıl tanışmıştık hatırlamıyorum. bunun da pek bir önemi yok; bellek o derece zalimdir ki, birikip değerlenen anıları taşıyabilmek için görece önemsiz vakitlerin gözünün yaşına bakmaz. belleğin canına okuyan en büyük dostlukların miladına dair sık sık görülen bulanıklaşma da bundandır. nasıl tanışıp, hangi ara samimi olmuşsunuzdur pek bir iz kalmaz geriye, bir şekilde olmuşsunuzdur işte. ne zaman başladığınıysa gayet iyi hatırlıyorum. ilkokul 3.sınıfın ilk günleriydi. sınıfımıza birkaç yeni çocuk katılmıştı. bu çocuklardan birinin adı da anıl'dı.
anıl futbolu seviyordu. e yani, hangimiz sevmiyorduk ki? fakat anıl'ı farklı kılan bir özelliği vardı: gençlerbirlikliydi. koca koca adamların ömür billah kafalarının basmadığı bu durumu biz 9 yaşında anlamaya çalışıyorduk; kolay değildi. sevgisi ve sıradışı seçiminin yanı sıra futbolu iyi oynamayı becerebilmesiyle de çocuklar arasında saygı toplayan anıl'la, marifetmişçesine avrupa devlerinin ilk 11'lerini saniyeler içerisinde sayabilecek derecede futbol deliliğine tutulmuş beşiktaş'lı özhan'ın iyi birer arkadaş olmaları uzun sürmedi. çocukluk basittir; bir topun peşinde dünyayı paslaşarak paylaşırsınız.
esen rüzgarın dahi siyaha eşlik edecek renk konusunda aklımı karıştırdığı o günlerde babamın kardeşimle beni alıp götürdüğü bir maçı hatırlıyorum. maraton'dan izlemiş ve gaziantepspor'a 1-0 kaybetmiştik. sonucu umursamamıştım, hiçbir zaman da umursamayacaktım. ancak futbolu varoluşunun özü haline getirmiş bir çocuk için elini uzatsa dokunabilecekmiş gibi hissettiği kanlı canlı futbolcularıyla, dakika başı sinirlenip sahaya sitemkar haykırışlarda bulunan babacan amcalarıyla, dalgalanan kırmızı-siyah bayraklarıyla cennetten bir köşeydi o tribün. muhtemelen o gün kendimi vaftiz etmiştim; bundan böyle gençlerbirlikliydim!
daha sonra anıl'la birlikte -yaklaşık 2.5 sene sonrasında sınıf öğretmenimizin anneme bizi şikayet ederken kullanacağı ifadeyle- "çete"yi kurmaya başlayacaktık. sınıftaki fenerbahçe'li popülasyonunun yüksekliğini gözönüne alarak galatasaray'lı ve beşiktaş'lıları saflarımıza dahil etmeye çalıştık. başardık da. ankara'da yaşıyorduk, antrenman tesisleri okulumuza üç adım mesafedeydi ve sürekli olarak maçları izleme imkanımız vardı. belki de sebep bunların hiçbiri değildi; yalnızca o küçük kalplerimiz kazanmanın açgözlülüğüne kanmayacak kadar büyüktü.
o zamanların meşhur ifadesiyle damarlarımızda akan kanın rengini değiştirmekle kalmamış, baştan yaradılışımızın zarureti olan yeni hüviyetler de edinmiştik. artık özhan, ferdi; anıl, ümit karan; çağrı, phiri; yiğit, tolga; danyel, nihat; murat, filip'ti. okul sınırlarına girildiği andan itibaren ailelerimiz tarafından uygun görülmüş isimlerin hükmü yoktu. o kapıdan geçtikten sonra hepimiz birbirimize bu şekilde hitap ediyor, bu kimliklerin hakkını vermeye çalışıyorduk. yemyeşil gözleri ve sapsarı saçlarıyla bir iskandinav izlenimi uyandıran çağrı'nın güney afrikalı bir zenci olan phiri'yle özdeşleşmesi haricinde her şey olağandı.
biz örgütlenirken fenerbahçeliler de boş durmamıştı elbet. kara tahtayı karşıdan gören sol sıralarda revivo'lar, rapaiç'ler oturuyordu. rekabet de rekabetti hani... beden eğitimi derslerinde, teneffüslerde, öğretmenin mazaretli olduğu günlerde; en ufak bir boşluk bulduğumuz an kendimizi topun ardına katıyorduk. kabul edersiniz ki, hayatın henüz ümüğünüzü sıkmaya başlamadığı yaşlarda futbol sanatını nakşettiğiniz zaman asla yeterli gelmez. bize de yetmiyordu. haliyle rekabet de merdivenlerden çıkıp, sınıfımıza kadar varıyordu. türkçe'yi hatmetmiştik ya, bildiğimiz üç beş kelimeyle ingilizce derslerinde birbirimize sataşıyorduk.
geçen onca seneye rağmen bu maçlardan aklımda kalan goller; kısa kesitler var. böbürlenmenin lüzümu yok, fakat o günlerde fenerbahçe'yle yaptığımız karşılaşmaların çok büyük kısmını kazandık. üstüne fenerbahçe'ye karşı büyük abilerimiz de türkiye kupası'nı kazandı. tırışkadan tsyd kupalarını saymazsak, gençlerbirliği'nin o tarihten beri somut bir kazanımı yok. bazen gereğinden fazla kazanıp futbol tanrılarını mı kızdırdık diye düşündüğüm oluyor.
sanırım 5.sınıfta bir karne günüydü. danyel de ben de okula erken gelmiştik ve sabah antrenmanını seyretmek için kendimize bir fırsat yaratmıştık. şans bu ya, biz gittiğimizde antrenman da yeni başlamıştı. banklardan birine oturup, o dakikaların keyfini çıkardık. antrenman sonu futbolcular açma-germe hareketleri yaparken; biz de ufaktan yanlarına sokulduk. durur muyum, ferdi'nin yanına gidip tek ferdi'nin kendisi olmadığını, maçlarımızı, rekabetimizi; ne varsa anlattım. ferdi simasından dahi bir anadolu delikanlısı olduğunu anlayacağınız, sıradan bir orta saha hamalı olduğu için kimsenin dikkatini çekmeyecek bir futbolcuydu. karşısında muhtemelen ömrü hayatı boyunca sahip olacağı tek hayranı vardı; benim gözlerimdeki parıltı onun gözlerindeki parıltıya karıştı. o dakikalarda duyumsadığım naifliği anlatabilmeme imkan yok; anlamak için prens mişkin'i tanımak gerek. neden sonra ferdi'nin bize tesislerde kola ısmarlama sözünü hiç gerçekleştiremedik.
şimdi o günleri yad ettiğimde tek eksiğimizin bir fotoğraf olduğunu hissediyorum. kolların omuzlara sıkı sıkı geçirildiği, çocukluğun alamet-i farikası o haşarı gülümsemenin suratları aydınlattığı; ama aynı zamanda bir an önce maça dönmenin sabırsızlığının saklanamadığı bir fotoğraf. hemen önümüzde duran, harçlıklarımızın satın almaya yettiği gerçek bir futbol topuyla; ya da işlerin o kadar kesat gitmediği bir günde plastik bir topla; hiç olmadı dribling yeteneklerimizi sınırladığı için ortak emeği keşfetmemizi zorunlu kılan bir kola tenekesiyle... evet bir fotoğraf, yalnızca bir fotoğraf...