sadık erol er'in 2 aralık 2007 tarihli "tanrının eli olmak" adı köşe yazısından;
maradona fazla politik kimliği, hırçınlığı, kavgaları, ukalalığı ve yetenekleriyle dünya futbolunun che guevara'sıdır; başka bir ifadeyle o, futbol kültürünün 'ötekisi'dir
bana bir futbol topu getirin size ne kadar iyi olduğumu göstereyim. maradona
felsefe tarihinin en kışkırtıcı filozoflarından sayılan spinoza, birkaç yüzyıl önce "tanrı kukla oynatıcısı değildir" sözüyle döneminin baskın felsefi anlayışlarını yerinden ederken hiç de haklı olmayan yanlış anlaşılmalara ve okumalara maruz kalmıştı. gerçekten de spinoza ve diğer filozofların meydan okuyucu benzer görüşleri düşünce tarihinin entelektüel "sahasının" doğasına uygun olarak görülebilir. oysa bundan yaklaşık 20 yıl önce savaşın izlerini tamir etmeye çalışan iki ülkenin (ingiltere/arjantin) 1986 dünya kupası çeyrek final maçında karşı karşıya gelmesi ve arjantin takımı kaptanı maradona'nın "eliyle" attığı gol sonrası "tanrı futbol sahasına müdahil oldu mu?" tartışmaları futbolun politize kimliğinin yanında teolojik boyutuna da dikkatleri çekti. hitler ve özellikle mussolini faşizminin 1934 ve 1938 dünya kupası maçlarını domine ettiği dönemde latin amerika ve avrupa ülkelerinin karşılıklı restleşmelerini düşündüğümüzde aslında futbolun politize kimliğinin ne kadar derinlerde yattığını görürüz. bu bağlamda üzerinde "güneş batmayan" bir imparatorluğun "doğasına uygun olarak" binlerce mil uzaklıkta ve arjantin'in burnunun dibindeki falkland adalarına asker çıkararak yenilmezliğini (!) onaylatmasının hemen akabinde gerçekleşen bu futbol müsabakası çeyrek asırdır hâlâ gündemi meşgul ediyor. maçtan sonra maradona şunları söyleyecekti: "bu maçın bizler için ayrı bir önemi vardı. çünkü ingiltere ve arjantin'i karşı karşıya getiren falkland savaşının anıları çok tazeydi. maça çıkmadan önce maçın iki ülke arasında geçmişte yaşanan kötü olayların üzerine örtülecek bir perde gibi olduğu ve bu maçın bir dostluk maçı olduğu şeklinde açıklamalarda bulunuyorduk. halbuki hiçbirimiz bu duygularla maça çıkmadık. hepimiz kinimizi maçı kazanma yönünde harcadık, çünkü maç bir kupa maçı değil bir onur ve intikam maçıydı. ben maçta iki gol atmıştım ve attığım golden birini resmen elimle atmıştım ama bu an hakemin gözünden kaçmıştı. o dönemde golü 'tanrı'nın eli' diye açıklamıştım. ne tanrı'sı yahu! diego'nun eliydi!" o golde "kimin eli" vardı? gerçekten de 1966 dünya kupası'ndan sonra en çok tartışılan 1986 dünya kupası ve kahramanı maradona attığı gole "ilahilik" yüklerken, bir imparatorluğu teolojik boyutta cezalandırmanın keyfini mi yaşamıştı?
'kişi kültü'nde diego armando maradona'nın mertebesine ulaşılamaz. ona iman edenler, üç sene önce, arjantin'in rosario şehrinde "maradona tanrı'nın eli kilisesi"ni kurdular" 400 kişiyle kurulan kilisenin üye sayısı 20 bini geçti. doğduğu 1960'ı sıfır yılı sayıyor, 1960 öncesi yılları d.ö. (diego'dan önce), sonrasını d.s. diye kodluyorlar. kutsal günleri: 30 ekim, maradona'nın doğumgünü ve 22 haziran, maradona'nın 1986 dünya kupası'nda ingiltere'ye o golleri attığı gün. kilisenin ilmihalinde, ilahın ingiltere'ye elle attığı ilk gol, futbolun ölümünü temsil ediyor. ama onun bağlıları, bunun aslında, maradona'nın insanları uyanmaya ve kurtuluşa çağırmak, halkını mutlu etmek için verdiği bir kurban olduğu tefsirini getiriyorlar!
maradona kilisesi'nde imanın şartları şöyle: futbolu her şeyden fazla sevmek, diego'ya koşulsuz sevgisini beyan etmek, onu asla sadece bir takıma mahsus saymamak, arjantin milli formasına hürmet, maradona'nın mucizelerini tüm dünyaya yaymak, vaazını verdiği kutsal yerleri (oynadığı stadları) ziyaret etmek, ikinci isim olarak diego'yu almak ve erkek çocuğuna onun adını vermek. amin.
ayinlerinde, ilahlarının videolarını izliyor, onun otobiyografisini okuyor, "diegomuz" duasını zikrediyor, bu arada da biraz incil bakıyorlar. zındıklık ithamlarına, katıksız katolikler olduklarını söyleyerek karşı çıkıyorlar. "olayımız dini değil folklorik" diyorlar - ama "aklımızın tanrısı isa, kalbimizin tanrısı maradona" diye eklemeden de edemiyorlar!
kaynak: tanıl bora'nın "karhanede romantizm: futbol yazıları" adlı kitabında bulunan "çalıma kaçmak, çalımdan kaçmak" başlıklı yazısı.
ikinci dünya savaşı'ndan, özellikle 1954 dünya kupası'ndan sonra "modern futbol" şekillenmeye başlayıp, fizik kuvvet ve taktik örgütlenme ağırlık kazandıkça, çalım becerisi eski büyüsünü yitirdi. eski moda, fuzuli, hatta abes bir sirk numarası gözüyle görülür oldu. çalımı verimlilik düşürücü bir ilkellik olarak görenlerin başında, elbette almanlar vardı. almanya'da küçük yaş kategorilerinde altyapı hocaları, topla fazla oynayan oyuncuya anında "oynaşma! ver artık!" diye höykürürler hala.
"çalım"ın almancasının ('fummeln') anlamları, 'modern futbol' ideolojisinde günah gibi lanetli ve günah gibi cazibeli bir yeri olan bu müessir fiilin nasıl tahayül edildiğine dair ipuçları veriyor bize. "fummeln", flamanca kökenli bir sözcük. "büyük sözlük"lerde, üç anlamı sayılıyor: 1- elleriyle yoklaya yoklaya bulmaya çalışmak. 2.- bir şeyi zar zor bir yerden bir yere taşımak. 3- okşamak, elleşmek, oynaşmak. çalım, böyle bir şey işte; daha doğrusu böyle bir şeyler... yerine göre, bunların biri veya öteki. yerine göre, hepsi. bazen elleriyle değil de ayaklarıyla tabii, yoklaya yoklaya rakip oyuncuda veya defansta bir gedik aramak... bazen, hakikaten, topu döke saça bir yerden sürüklemek...
ama üçüncü anlam, hep sabit sanırım: elleşmek, oynaşmak, okşamak... çalımın, yapanda da izleyende de bir şehevi zevk uyandırdığı kesin. nitekim, dar alanda koprarılan bir çalım tufanı, üç oyuncuyu birbirine dolayan bir vücut aldatmacası ya da rakip savunma hatlarını kapı geçer gibi ekarte eden bir slalom koşusu, en ultra-modern futbol nizamlarında dahi seyirciyi ayağa kaldırıyor, tribünü uğuldatıyor, televizyoncuları tekrar çekimler yayımlamaya sevkediyor. maradona'nın 1986 meksika dünya kupası'nda ingiltere'ye attığı golün öncesindeki o 60 metrelik slalomun, dünya futbol tarihinin en şahane on manzarasından biri olarak kalacağı kesin değil mi?
kaynak: tanıl bora'nın "karhanede romantizm: futbol yazıları" adlı kitabında bulunan "ikonlar, tapınılan adamlar" başlıklı yazısı.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında bağış erten'in "diego armando maradona: kadere, mucizeye, inanca ve hüsrana dair bir deneme" başlıklı yazısından;
'86 haziranı onun manevi doğum ayıdır. premier'ini italya'ya yapar. kendisine atılan uzun pasa bir dokunur ve arjantin'e gönül vermişlerin yüzünde güller açar. zaten onun her dokunuşu futbol sevdalıları için bir büyüdür. gruptaki diğer maçlarda ona gerek kalmamış, diğer on kişi onu nadasa bırakmıştır. ve çeyrek final gelir. sahneye çıkmak için bundan güzel rakip yoktur, olmamalıdır: ingiltere... 'futbol asla sadece futbol değildir' lakırdısını terennüm eden bu satırların sahibi, fıtraten yakın olduğu ezilenlerin fakland'ın intikamına soyunduklarını gayet iyi bilmektedir. yine dokunur topa diego, ama eliyle... futbol ahalisi pek mutlu değildir, çünkü ondan 'ayak emeği göz nuru' mucizeler beklenmektedir.
yapacak bir şey yoktur, diego'nun maradona olma zamanı gelmiştir; hani latin spikerlerin o çalım attıkça daha bir hızlı, daha bir ritimli söylediği lirik isim... ve ağır çekimde başlar nakışa. pelé'nin zafere kaçış filminde dalgasına yaptığı herkesi geçip golü atma 'işini', o pratiğe geçirir. izleyenlerin sadece mahallelerde olduğunu zannettiği bir şeydir bu... japon çizgi filmlerindeki abartılmış futboldur... ilham perisiyle şeytani bir anlaşma yapmış sanatçının hiç bitmeyecek gibi duran doğaçlamasıdır... ona 'gol' demek haksızlık. başka bir şey bulmalı!
yönetmen ne kadar saklamaya çalışsa da filmin sonu bu resitalden sonra anlaşılmıştır. o kupa, o küçük adamın elinde yükselecektir. öyle de olur. ingiltere'ye attığının bir alt versiyonunu belçika'ya atar, arjantin finale çıkar. kupanın/hayallerinin kulpuna yapışmıştır artık. ama son bir engel çıkar, karşısında yetenek engelli bir alman takımı vardır. bir think-tank karşılaşmasıdır bu. maradona 'think', almanya 'tank'. oysa sanılanın aksine, o kendine güvendiği kadar takıma, onun ruhuna, biricik arkadaşlarına da inanmaktadır. zaten antrenmanlarda ya da sahada tek bir küstahlığını gören olmamıştır. o üzerine düşeni yapmaktadır sadece, kader ona mucizeler yükümlüyorsa bunda onun kabahati yoktur. almanlar her zamanki gibi iki avans verip yakalarlar. dönem asistin istatistiğinin tutulmadığı yıllardır, nitekim maradona'nın yaptığı turnuvanın en iyi asistini taltif etmek maçı seyreden milyonlara düşer. ve birçok futbolcu için dünyanın en güzel melodisi olan hakemin bitiş düdüğü nihayet duyulur. vuslat zamanıdır... m aradona'nın düşünde gördüğü artık döşündedir. dünya kupaları tarihinin en güzel fotoğraflarından biridir, kupayı kaldırdığı an. hasretle sarılır... özlem, inanç, tutku gözlerinde alt yazıdır.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
meksika '86 bittiğinde, sadece maradona'nın yaptıkları ve çıkan tartışmalar nedeniyle bile olsa, arjantin'in ingiltere'yle oynadığı çeyrek final maçı milyonlarca seyircinin yıllarca aklından çıkmayacaktı. 1969'da el salvador'la honduras arasında oynanan ve iki ülke arasında askeri bir çatışma çıkmasına yol açan o çok kötü ünlü maç dışında, hiçbir milli maç karşılıklı olarak bu kadar büyük politik karalama kampanyalarına yol açmamıştı. dört yıl önce, ispanya'dakı maçta, maradona'nın kırmızı kartla atılışı, arjantin'in falkland adalarındaki savaş meydanlarında uğradığı hezimeti yansıtıyor gibiydi. dört yıl sonra ise, maradona'nın sahalardaki bu eski düşmanlarının karşısına tekrar çıkması, her iki tarafta da epeyce şoven başlıklarla karşılanmıştı. ingiliz tabloıd gazeteleri milli takımlarını silahlı kuvvetlerin yeni biçimi gibi göstermek için ellerinden geleni yaparken -bir manşet- te "meksika'da beş bin asker alarma geçti" denirken, diğer bir manşet 'savulun arjantinliler biz geliyoruz' şeklindeydi-, arjantin'deki meslektaşları da onlardan aşağı kalmıyordu. onlar da maradona'yı xix. yüzyılda arjantin'i sömürge olmaktan kurtaran milli kahraman general jose san martin'le kıyaslıyorlardı.
"gününüzü göstermeye geliyoruz, pis korsanlar!" diye manşet atmıştı cronica her zamanki popülizmiyle. bu kışkırtmalar sonunda, barras bravas'lar gruplar halinde buenos aires'ten mexico city'ye giden uçakları doldurmaya başlamışlardı, yolda da malvinas'ta ölen kardeşlerinin intikamını alacaklarına yemin edivor ve ellerindeki ingiliz bayraklarını yakıyorlardı.
gazetecilerle yapılan röportajlarda, valdano. ingiltere maçını sonunda sömürgeciliğin kaybetmeye mahkum olduğu diyalektik bir sürecin parçası gibi görüyordu. dışa dönük bir karakteri olan kaleci nery pumpido'nun felsefeye harcayacak vakti yoktu, dogrudan şöyle diyordu: "ingilizleri yenmek, malvinas'ta olan bitenden sonra iki kat zevk verecek." maradona ise, barras bravas'ların o çiğ heyecanını paylaşıyor ve ülkesindeki insanların pek çoğu gibi, ingilizler'i ders kitaplarında anlatıldığı şekilde kibirli sömürgeci hırsızlar olarak görmekten kurtulamıyordu. bu hisler, kuşkusuz ingiltere'yi sahada yenme azmine de katkıda bulunmuştu. ama maçtan once o yoğun medya baskısının ortasında büyük bir disiplin örneği göstererek, btün bu hislerini kendine saklamayı başarmıştı.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
ingiltere tarafında ise, tottenham hotspur taraftarları birkaç hafta önce yeni maradona'yı izleme ayrıcalığına sahip olmuşlardı. maradona, white hart lane'de, ossie ardiles adına düzenlenen bir jübile maçında sahaya çıkmıştı. konuk takım inter milan'a karşı arjantinlilerle birlikte oynayanlar arasında sonradan ingiltere milli takımı'nın teknik direktörü olacak olan glenn hoddle da vardı. hoddle, sonradan bu maçın uzun bir süredir oynarken en çok keyif aldığı maç olduğunu söyleyecekti. tottenham taraftarları maradona ve ardiles'i muhteşem bir tezahüratla karşılamışlardı. maradona maçta kendini pek zorlamamıştı, ama hoddle'ı ve binlerce taraftarı 'bu bodur dâhiye' hayran bırakacak kadar da göstermişti yeteneklerini.
maradona da, yaptığı numaraları çocukken televizyonda izlediği brezilyalılar'dan öğrenen ve büyüdüğü zaman da dışarıdan bakan pek çok insana göre ingiliz futbolundaki eksiklerden biri olan yaratıcılık ve yetenek gösterilerini sahalarda sergileyen hoddle'ın bazı özellikleri karşısında çok şaşırmıştı. o günden sonra hoddle, maradona için, platt, keegan, venables ve gascoigne gibi ciddiye alınmaya değeceğini düşündüğü bir avuç ingiliz futbolcu arasında yer almıştı.
maradona ile hoddle'ın meksika'da gerçekleşen bir sonraki buluşrnalarırıdaysa ortam çok farklıydı: duygusal olarak çok gergin, her şeyin kazanılacağı ya da kaybedileceği bir ortam vardı. bütün bunlara rağmen, hoddle, maradona'nın onu unutmamış olmasına çok memnun olmuştu.
ingiltere teknik direktörü bobby robson, "biz burada futbol oynamak için bulunuyorduk ve ben de bir teknik direktördüm, politikacı değil" demişti. robson, kendi oyuncularıyla bir sorun çıkmayacağından emindi. onun asıl endişesi, arjantin taraftarlarının 'şimdiye kadar mükemmel davranan' ingilizler'i kışkırtabileceği, bunun da televizyon kameralarının önünde büyük bir karışıklık çıkması için ilk kıvılcımı çakabileceğiydi.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
ingiltere maçı yaklaşırken, maradona'nın dünya kupası'ndaki performansına hakemlerin yönetimi de katkıda bulunuyordu. hem dünya kupasında, hem de barcelona'da oynarken ispanya'da çıktığı maçlarda hakemlerin kötü yönetimi maradona'yı neredeyse doğru dürüst oynayamaz hale getirebiliyordu. ona yapılan kasti fauller genellikle görmezden gelinirken, düşerken işi abartmaya olan eğiliminin ve çalınmayan faullerde yaşadığı hayal kırıklığını el kol hareketleriyle ifade etmeyi sevmesinin icabına hemen bakılıyordu. kendini korumayı ve oyununu oynamayı başaramadığı zamanlarda sinirleri iyice bozulunca, anlayış görmek bir yana, daha da fazla cezalandırılıyordu. oysa meksika'da bunların aksine, maradona hakemlerin onu koruduğunu görmüştü, artık hakemlere karşı gelmeye ve derdini anlatmak için bir gösteri sahneye koymasına ihtiyacı kalmamıştı. bilardo da, arjantin'in 1982'de italya'yla oynadığı maçta olduğu gibi, maradona'nın, oyununu etkisizleştiren türden sıkı bir markajla karşılaşmaması için sahada daha serbest bir tarzda oynamasına izin vererek ona yardımcı olmuştu, ingiltere'nin eski teknik direktörü ron greenwood, arjantin'in uruguay'ı yendiği maçtan sonra şöyle diyordu: "sanki her yerde oynuyor gibiydi... sürekli engellemelerle, faullerle karşılaşıyordu, ama o karşılık vermiyordu, sadece işine bakıyordu. 'aferin sana oğlum' diye düşünmüştüm."
hakemler hiçbir zaman ingiltere maçındaki kadar maradona'nın yanında olmamıştı. politik sorunlar bir tarafa bırakılacak olursa, bu maçta en buyuk mücadelenin iki ülke ya da iki takım arasında olmayacağı, daha çok üstün yeteneklere sahip iki oyuncu -yani maradona'yla ingilizler'in kalecisi peter shilton- arasında olacağı ortadaydı. her ikisinin de takımlarında oynadıkları rol aşağı yukarı aynıydı. arjantin takımının bütün ümitleri maradona'nın ileri uçtaki becerilerine bağlıyken, ingiliz yorumcuların pek çoğu, ingiliz milli takımının maçı kazanma şansının shilton'ıngol yiyip yemeyeceğine bağlı olduğuna inanıyorlardı. maçtan önce takımının şansı konusundaki fikirlerini açıklayan robson, bütün ingilizler'in korktuğu o arjantinli'yi kontrol edebilecek bir dizilişle çıkarak shilton'ın işini kolaylaştırabileceklerinden emindi. robson, maçtan önce oyuncularıyla yaptığı bir toplantıda maradona'nın beş dakika içinde maçın gidişini değiştirebilecek kapasiteye sahip olduğunu söyleyerek, hepsinin ona çok dikkat etmelerini, ama ondan aşırı derecede korkmamalarını istemişti. sonradan günlüğüne şöyle yazmıştı, "onun etrafını kalabalık tutarak, ileri çıkmasını engellemeye çalışacaktık. geri dörtlümüz yerlerinden ayrılmayacak, dizilişi bozmayacak ve gelen toplara atlamayacaktı." bilardo, takımının maradona'ya yeterince destek olup olamayacağından emin değilken, robson kendine güveniyordu ve oyuncularının da kendilerine güvendiklerini hissediyordu. ingiltere son iki maçını üçer gol farkla kazanmıştı ve robson'ın dört yıllık teknik direktörlüğü döneminde hiçbir zaman böyle bir fark yememişti. "bu kez bir gol yeterdi. o kadar açgözlü değildim" diye yazıyordu rabson.
maçın ilk yarısı epeyce heyecansız geçmişti. arjantin savunması, ingiliz oyuncuların sıkılmak bilmeden ceza alanına indirdikten uzun toplan kolayca savuşturuyordu. maradona kendini ikinci yarıya saklarken. hoddle ve peter reid. arjantin orta sahası tarafından sindirilmişti. forvetleri gary lineker ve peter beardsley ise arjantin savunmasının delinmek bılmeyen duvarına toslayıp duruyorlardı. maçın başlamasından on dakika sonra gerçekleşen ilk faulde terry fenwick'e bir sarı kart gösteren tunuslu hakem ali bennaceur, o dakikadan sonra ingiltere'nin oyununu epeyce bozacaktı. tunuslu hakemin afrika'nın en iyi hakemlerinden biri olduğu soylense de. robson hakemin daha maçın başından itibaren gergin olduğunu ve arjantin yanlısı bir yönetim sergileyebileceğini fark etmişti.
golsüz beraberlikle başlayan ikinci yarının beşinci dakikasında robson'ın korktuğu başına gelmişti. maradona topla birlikte ingiliz defansına yüklenmiş, iki oyuncuyu geçmiş., ama valdano'ya attığı pas yerini bulmamıştı. ingiltere kalesinin önündeki karambolde hodge, shilton'a atmak için topu aşırmıştı. 0 arada maradona, biraz önce kaybettiği pozisyonunu yeniden yakalamış ve shilton'la birlikte kafaya çıkmıştı. yukarıda eller ayaklar birbirine karışmıştı., topa kimin elinin vurduğu da belli değildi. top ağlarla kucaklaşmıştı. maradona sevinçten çılgına dönmüş ve hakemin düdüğünü bile beklemeden, golü kutlamak için takım arkadaşlarına koşmaya başlamıştı. shilton ve diğer ingiliz futbolcular, elle oynama olduğunu ileri sürerek anında itiraz etmişlerdi. shilton karara o kadar bozulmuştu ki, elini göstererek kale sahasından çıkıp hakeme doğru koşmaya başlamıştı. normalde çok serinkanlı bir oyuncu olan shilton, hayatında ilk kez böyle bir tepki veriyordu. hakemle yan hakem ise gol olduğunda hemfikirdi. maradona için önemli olan da buydu.
dört dakika sonra maradona ikinci golünü atmıştı. bu kez attığı gol, futbol tarihinin en güzel gollerinden biri olarak tarihe geçecekti. brian glanvilie'nin sözleriyle bu, 'kesinlikle olağandışı, neredeyse romantik bir goldü, sanki okul maçına çıkmış bir velet ya da antik çağdan gelen bir yunanlı atlet tarafından atılmış gibiydi. bu kadar rasyonel bir çag olan ya da rasyonelleştirilen, çalımlarla top süren futbolcuların dinozorlar gibi soylarının olduğu günümüze ait değildi sanki'. maradona, topu kendi yarı sahasının ortalarından almış, sanki kramponlarına tutkalla yapıştırmışçasına, slalom yapan bir kayakçı gibi zahmetsiz hareketlerle ingilizlerin yarı sahasını da boydan boya kat etmişti. 'sag taraftan topu aldığımda ve peter reid'in beni yakalayamayacağını fark etliğimde" diyordu maradona sonradan, "topla birlikte koşmam gerektiğini hissettimç herkesi geçebileceğimi düşünmüştüm."
sola doğru dönerek gary stevens'ı kolayca geçmişti. ikinci çalımı attığı terry butcher ise mikki takımın defans oyuncusundan çok öylesine koşturan bir koyun gibi ters yöne doğru savrulup gitmişti. fenwick, maradona'ya dirsek atmak istemiş, aöa sonra kendini kontrol etmişti. zaten bir sarı kartı vardı ve maradona'ya faul yapıp indirmenin yol açabileceklerinden korkuyordu. "arkamdan kayarak giremezdi. çok hızlıydım" diyordu fen-wick'in kendisini arkadan indirmek istediğinden emin olan maradona. fenwick'ten kurtulan ve bu arada topun kontrolünü bir an için bile kaybetmemiş olan maradona, shilton'm yerini kontrol edecek zamanı da bulmuştu, ingiliz kaleci umutsuzca arjantinli'nin bir dahaki hareketinin ne olacağını tahmin etmeye çalışıyordu, maradona da onun üstüne doğru gitmeye devam etmiş, gol vuruşunu mümkün olabilecek son ana bırakmıştı. bu bir anlık gecikmesi, butcher'ın arkadan son bir hamleye daha girişmesine yol açmıştı. ayağına doğru yatarak maradona'nın hızını kesmeye çalışmış, ama başarılı olamamıştı. maradona kendini toparlamış ve topu zahmetsizce sağ ayağından sol ayağına aldıktan sonra, umursamaz bir tavırla shilton'm yanından ağlara yuvarlamıştı.
ingilizler'in bu kez şaşkınlıktan ağızları açık kalmıştı. "bizim takımda bir sorun ya da hatalı hareket yoktu" diyordu robson, "sadece takımın yarısını geçip turnuvanın en güzel golünü atan tek bir oyuncu vardı karşımızda". maradona'nın takım arkadaştan açısındansa, bu gol, onun sadece takımında değil, dünya futbolunda da çok özel bir yere sahip olduğunun en açık ifadesi olmuştu. arjantin takımında, maradona'nın ingilizler'ın kalesine doğru başlattığı akını destekleyebilecek en iyi pozisyonda olan oyuncu, orta sahadaki valdano'ydu. başlangıçta valdano da kendi yarı sahasından koşmaya başlayarak maradona'yı yakalamaya çalışmıştı, ama sonra benzen bir daha atılamayacak bir golde kendisine hiç gerek olmadığını fark etmişti.
"başta, takım içi sorumluluk gereği, ben de onun yanında koşmaya çalışmıştım, ama sonra benim de sadece bir seyirci olduğumu fark ettim." diyordu valdano. "benim yapabileceğim bir şey yokmuş gibi gelmişti. bu, onun golüydü ve takımın geri kalanıyla ilgisi yoktu. bu, diego'nun serüveniydi ve gerçekten göz alıcıydı." sonradan ingiltere bir gol atacak, ama maçı 2-1 arjantin kazanacaktı.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
ingiliz yorumcular yaşanan hezimetten sonra özellikle maradona'nın ilk golü üzerinde odaklanmışlardı. elle oynama olduğuna ve golün iptal edilmesi gerektiği konusunda kesinlikle hiçbir şüphelen yoktu. pozisyona en yakın olan iki oyuncu shilton ve hoddle, elle oynama olduğundan emindiler ve bunu hakeme de söylemişlerdi. "arkadaşlardan bazıları pozisyonu kaçırdıklarını ve neler olup bittiğini ancak televizyonda izledikten sonra anladıklarını bana sonradan itiraf etmişlerdi" diyordu hoddle sonraları yazdığı otobiyografisi spurred to success'le (başarıya aç). "ama ben maradona'nın elinin kalkıp topa vurduğunu kendi gözlerimle görmüştüm. bunu saklamayı iyi becerdiğini kabul etmeliyim, eliyle topa vururken kafasıyla da vuruyormuş gibi yapmıştı. ama benim gözümden kaçmamıştı. ben bunun mahalle sahalarındaki pazar sabahı maçlarında yapıldığını da görmüştüm, ama-hiçbir zaman yapanların yanına kâr kalmıyordu. shilton da kendini kandırılmış gibi hissetmişti, maradona'nın o pozisyonda topu onun üzerinden ancak elini kullanarak aşırmış olabileceğinden şüphesi yoktu."
terry butcher da maradona'nın topu eliyle kaleye gönderdiğini görebilmek için televizyonda yayınlanan tekrarı izlemesi gereken oyunculardandı. sahada ise butcher'in görüş açısı, tıpkı hakemin görüş açısı gibi maradona'nın kafası tarafından engellenmişti. ama maç içinde butcher maradona'ya golü eliyle atıp atmadığını sormuştu. "sadece gülümsedi ve kafasını gösterdi" diyordu butcher.
arjantinli futbolculardan hiçbiri neler olup bittiğini görecek kadar yakında değillerdi. sonraki çılgınca gol sevinci içinde kaptanlarını sorgulamayı da düşünmemişlerdi. teknik direktörleri bilardo ise, ne gördüğünden rakip takımdaki meslektaşı kadar emin değildi. robson, maradona'nın golü eliyle attığını söyleyerek itiraz etmiş ve yıllarca da itirazını sürdürmüştü. ingiltere yedek kulübesinde de kimsenin bu konuda şüphesi yoktu. 1995'te ingiltere'de maradona üzerine yapılan bir televizyon programında robson şöyle diyordu: "eliyle attığını anında fark etmiştim, ama ilk birkaç saniye paniklememiştim. sonra herkesin, bu arada hakemle yan hakemin de orta saha çizgisine doğru koştuğunu gözlemledim. kahretsin, görmemişlerdi. sonra birden uyandım. bu, gol demek oluyordu. 1-0 yenik durumdaydık. ve hakemler de golü vermişlerdi."
top ağlarla buluştuğu anda, bilardo ayağa fırlayarak "gol" diye bağırmıştı. ona göre kendisi de, robson da ingiltere kalesinden 60 metre uzaktaydılar ve ancak futbolcuların hareketlenne bakarak neler olup bittiğini anlayabilirlerdi. bilardo, sonradan bazı oyuncularının elle oynama olabileceğini söylediklerim duymuş ve golü bir videoda tekrar izlemişti, ama pek emin değildi. "gol olduğunda elle oynama olmadığını düşünmüştüm. ama sonra tekrarını izleyince, eh biraz şüphe uyandıran bir durum vardı. öyle de denebilir yanı. ben, vardı ya da yoktu demiyorum. hakemlerin kararlarını hiçbir zaman sorgulamam."
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
bir de bu golün aslında futbolun ticarileşmesinin bir ürünü olduğunu, geleneksel fair-play anlayışının yerine, artık ne pahasına olursa olsun galip gelme anlayışının geçtiğini düşünenler vardu. yazar stanley lover, meksika dünya kupası sırasında yayınlanan soccer match control (futbolda maçın kontrolü) kitabında, kazanma santının aslında hile yaparken kendini ahlaki açıdan haklı çıkarma sanatı olduğunu yazıyordu. hakem kandırılmak için oradaydı ve bir suç söz konusuysa bu da yakalanmaktı. hilekarlık da, sponsorluklar gibi futbolun bir parçası haline gelmişti. bu olaydan dolayı 'midesi bulanan' hoddle bile maradona'dan çok, hileyi fark edemeyen hakemi ve (pozisyonu görebilecek bir konumda) olan yardımcı hakemi suçluyordu. arjantinliler ise maradona'nın bu tartışmalı golünü ayıplamak bir yana alkışlamışlardı; bu, onlara kendilerinin fair-play anlayışını geleneksel olarak nasıl yorumladıklarını hatırlatıyordu. özellikle lngilizler'e atıldığı sürece böyle bir gol viveza anlayışının canlı bir örneğiydi, arjantinliler, bu tarz hilekarlıklara bayılıyorlardı.
sahalarda yapılan aldatmaya yönelik hareketlerin de futbol oyununun bir parçası olduğuna şüphe yoktur. futbolcular ne pahasına olursa olsun gol atmak isterler. iyi hakem, küçük kabahatlerle büyük suçları ayırmasını bilen hakemdir. kötü hakemler ise ya çok düdük çalarlar ya da çok fazla hareketi gözden kaçırırlar. ingiltere'nin yediği ilk gol ikinci kategoriye giriyordu. hoddle'ın sonraları dediği gibi, "her futbolcu, kariyerinin bir noktasında eliyle oynayabilir ya da topu kaleye eliyle göndermeye çalışabilir, ama bunun nedeni, küçük bir hile yapma isteğinden çok küstahlıktır genelde. ama bunların çok azının yaptığ yanına kar kalır"
ama maradona'nın golünü bütün bu yorumların ötesine taşıyan şey. sembolik karakteriydi. bu golü başka bir futbolcu atmış olsa, muhtemelen çoktan unutulmuş olurdu. ama atanın maradona olması, onun hataları da olabilen bir deha olduğunu gösteriyordu. maradona ne maçtan sonra ne de sonraki yıllarda, yaptığı çılgınlığı kabul etmişti. o, bu gole tanrının eli ismini vermişti. bununla anlatmak istediği, elle oynamadığı değildi, elle oynamış ve tanrının da izniyle yakalanmadan kurtulmuştu. valdano başta olmak üzere, diğer takım arkadaşları maradona'nın müritleri haline gelmişlerdi. maradona'nın ıngilizler'e attığı her iki gol de onlara göre hem atılış hem düşünülüş tarzı açısından kendilerinden çok üstün bir bireysel yetenekten kaynaklanıyordu. onların golleri böyle görmesi, maradonan'nın ilhamını tanrı'dan aldığına dair iddiasını da destekliyordu.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
maradona'nın yaşamı açısından düşünüldüğünde ise, o haziran ayında meksika'da ingilizlere attığı her iki golün de aslında aynı adama ait olduğu görülebilirdi. ilk gol, artık bir yıldız olduğu halde, kendine bir türlü güvenemediginden hâlâ hile yapma ihtiyacı duyan sokak çocuğu maradona'ya aitti. ikinci gol ise, top kontrolü, sürüşü, dayanıklılığı ve vuruşlarındaki isabetin karışımından oluşan olağanüstü becerilerini, sahalarda eşi benzeri görülmemiş bir başarıya dönüştüren tanrı vergisi bir yetenege sahip olan maradona'ya aitti. meksika'daki turnuvada, bodur tıknaz maradona, hâlâ kendisini markaja alan bütün futbolcuları geçebilecek kadar çevikti; oyunu okuyuşu ve doğaçlama hareketleriyle en olmadık boşluklara dalmadığı zamanlarda verdiği mükemmel paslarla takım arkadaşları için olağanüstü pozisyonlar hazırlıyordu. o pozisyonda daha az kaliteli futbolcuların ellerini kullanmaktan başka bir çaresi olmayabilirdi. maradonatıın trajedisi ise, sahip olduğu deha o golü ellerini kullanmadan atmasını sağlayacak olsa da, kendisinin eliyle atması ve sonra da harektini haklı çıkarmak gerektiğine inanmasındaydı.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
fifa'nın büyük patronları havelange'yle onun yamağı joseph blatter, maradona'nın performansı karşısında biraz ikileme düşmüşlerdi. arjantin-ingiltere maçı hakkında fifa adına hazırlanan ve kurumun gizli arşivine kaldırılan üç ayrı raporda hakem, ne maradona, ne de onun tanrının eli diye adlandırdığı gol hakkında herhangi bir eleştiri yer alıyordu. belki de dünya kupası'nın ticari başarısına gölge düşürmediği sürece, yaşanan tartışmaları görmezden gelmek fifa'nın tabiatında vardı. her ne olursa olsun, maradona'nırı turnuvada gösterdiği performansın tüm dünyanın ilgisini çekmiş olması, bu futbolcunun daha sonraki turnuvalar için de büyük bir yatırım olduğunun kanıtı olmuştu. futbolun para musluğunu tutan adamlar bu gerçeği görmezden gelemezlerdi.
ancak bu hesapları yaparken kafalarını karıştıran şey, meksika 'daki turnuvada maradona'nın sadece kolay kontrol edilemeyen ya da kurallara ve kısıtlamalara uymayı pek kabul etmeyen bu oyuncu olmakla kalmadığının, fifa'nın otoritesini bile sorgulamaya kalkişabildiginin ortaya çıkmış olmasıydı. birkaç yıl önce olsa, böyle bir başkaldırma hareketi çabucak bastırılıp bir kenara atılıverirdi. ama televizyonun gücü ve tüm basının maradona fenomeni karşısında büyülenmışçesine bir tavır takınması, bu kez kolay kolay bir tarafa atamayacakları bir futbolcuyla karşı karşıya oldukları gerçeğini zürih'teki adamların yüzüne vurmuştu.