1986 dünya kupası'nda meksika'da son milli maçıma çıkıyordum. muhteşem bir atmosfer vardı. sanki tüm insanlığın temsilcileri oradaydı. arjantin'e karşı 2–0 gerideyken, durumu 2–2'ye getirdik; inanılmaz bir olaydı. ama sonra finali kaybettik. o maçta her türlü duyguyu, en fazla da hayal kırıklığını tattım. toni schumacher hatalı bir gol yedi; halbuki finale kadar takımı o sırtlamıştı. 2002 dünya kupası finalinde oliver kahn hatalı bir gol yiyince, ben de 16 yıl öncesine, arjantin maçına gittim sanki.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında bağış erten'in "diego armando maradona: kadere, mucizeye, inanca ve hüsrana dair bir deneme" başlıklı yazısından;
'86 haziranı onun manevi doğum ayıdır. premier'ini italya'ya yapar. kendisine atılan uzun pasa bir dokunur ve arjantin'e gönül vermişlerin yüzünde güller açar. zaten onun her dokunuşu futbol sevdalıları için bir büyüdür. gruptaki diğer maçlarda ona gerek kalmamış, diğer on kişi onu nadasa bırakmıştır. ve çeyrek final gelir. sahneye çıkmak için bundan güzel rakip yoktur, olmamalıdır: ingiltere... 'futbol asla sadece futbol değildir' lakırdısını terennüm eden bu satırların sahibi, fıtraten yakın olduğu ezilenlerin fakland'ın intikamına soyunduklarını gayet iyi bilmektedir. yine dokunur topa diego, ama eliyle... futbol ahalisi pek mutlu değildir, çünkü ondan 'ayak emeği göz nuru' mucizeler beklenmektedir.
yapacak bir şey yoktur, diego'nun maradona olma zamanı gelmiştir; hani latin spikerlerin o çalım attıkça daha bir hızlı, daha bir ritimli söylediği lirik isim... ve ağır çekimde başlar nakışa. pelé'nin zafere kaçış filminde dalgasına yaptığı herkesi geçip golü atma 'işini', o pratiğe geçirir. izleyenlerin sadece mahallelerde olduğunu zannettiği bir şeydir bu... japon çizgi filmlerindeki abartılmış futboldur... ilham perisiyle şeytani bir anlaşma yapmış sanatçının hiç bitmeyecek gibi duran doğaçlamasıdır... ona 'gol' demek haksızlık. başka bir şey bulmalı!
yönetmen ne kadar saklamaya çalışsa da filmin sonu bu resitalden sonra anlaşılmıştır. o kupa, o küçük adamın elinde yükselecektir. öyle de olur. ingiltere'ye attığının bir alt versiyonunu belçika'ya atar, arjantin finale çıkar. kupanın/hayallerinin kulpuna yapışmıştır artık. ama son bir engel çıkar, karşısında yetenek engelli bir alman takımı vardır. bir think-tank karşılaşmasıdır bu. maradona 'think', almanya 'tank'. oysa sanılanın aksine, o kendine güvendiği kadar takıma, onun ruhuna, biricik arkadaşlarına da inanmaktadır. zaten antrenmanlarda ya da sahada tek bir küstahlığını gören olmamıştır. o üzerine düşeni yapmaktadır sadece, kader ona mucizeler yükümlüyorsa bunda onun kabahati yoktur. almanlar her zamanki gibi iki avans verip yakalarlar. dönem asistin istatistiğinin tutulmadığı yıllardır, nitekim maradona'nın yaptığı turnuvanın en iyi asistini taltif etmek maçı seyreden milyonlara düşer. ve birçok futbolcu için dünyanın en güzel melodisi olan hakemin bitiş düdüğü nihayet duyulur. vuslat zamanıdır... m aradona'nın düşünde gördüğü artık döşündedir. dünya kupaları tarihinin en güzel fotoğraflarından biridir, kupayı kaldırdığı an. hasretle sarılır... özlem, inanç, tutku gözlerinde alt yazıdır.
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
federal almanya, başarısız başladığı 13. dünya kupasının son gününde turnuvanın ayakta kalan iki başarılı takımından biriydi. öteki de, maradona'nın arjantin'i. kupayı o güne kadar almanlar iki kez kazanmıştı. arjantin ise, sadece evindeki 1978 kupasının sahibi olmuştu. azteca stadı'ndaki müthiş mücadele başlarken dikkati çeken ilk nokta, almanların maradona'nın başına matthaeus'u bekçi olarak koymalarıydı. "önce maradona'yı durduralım, sonrası kolay" taktiği açık açık görülüyordu.
brezilyalı hakem filhol'un yönettiği büyük finalde, iki takım şu onbirlerle başladı:
almanya: schumacher - brehme, förster, jakobs, briegel -berthold, matthaeus, magath, eder - rummenigge, allofs.
maç daha ilk dakikasından itibaren hayli sert bir tempoda oynanacak, bu arada brezilyalı hakem de sık sık elini cebine atarak sarı kartını göstermek zorunda kalacaktı. ilk san kartı, 17. dakikada hakeme itiraz eden maradona görmüştü. az sonra da onu marke eden matthaeus'a çıktı sarı kart... golü kim ne zaman atacaktı? hiç beklenmediği anda geldi gol... burruchaga'nın serbest vuruşundan gelen topa schumacher çıkış yaptı ama tutamadı topu... aynı anda orda bitiveren brown, mükemmel bir kafa vuruşuyla golü attı. bu, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu. alman takımında ikinci yarıda allofs'un yerinde völler oynuyordu. 56. dakikadaydık ki... atağı gene maradona başlattı. sahanın her yerinde o vardı zaten... maradona'nın pasını enrique gayet iyi kullandı, topu kendisinden daha uygun durumdaki valdano'ya yuvarladı. valdano da biraz gittikten, aslında yürüdükten sonra kalecinin yanından içeri gönderiverdi schumacher'in son hamlesi fayda etmemişti. yani durum 2-0 olmuştu. maradona'nın takımı fark mı yapacaktı yoksa? hayır hayır!.. 74. dakikadaki bu gole sadece dört dakika sonra bir karşılık geliyor, rummenigge durumu 2-1'e getiren golü atıyordu. sarı kartlar birbirini izlerken, goller de devam ediyordu. maradona ve arkadaşları 2-0'dan 2-1'e düşünce, baştan beri sürdürdükleri tempoyu bir an kaybediyor ve işte bu anda beraberlik golünü de yiyorlardı. bir köşe vuruşundan gelen top kafalarda dolaştıktan sonra, son olarak völler'in vuruşuyla ağları bulunca... tribünler de şöyle bir yerinden doğruluyordu. yoksaaa maradona'lı arjantin 2-0'dan maçı ve kupayı mı verecekti? işte bitime beş dakika kala, evet evet, tam 85. dakikada maradona büyüklüğünü gösteriyor, kaptığı topu güzel bir pasla burruchaga'ya aktarıyor, o da tek başına dalarak gole kadar gidiyordu. öylesine vurmuştu ki... schumacher, o yanından beklememişti topu... goldü bu... arjantin'i ikinci kez dünya şampiyonu yapan goldü. bir kez daha latin amerika'da oynanan finallerde kupa gene orada kalmıştı. maradona ve orkestrası muhteşem konseriyle gönülleri gethetmişti. 3-2'lik bu galibiyet yıllar boyu anlatılacaktı. diğer yanda ise meksika'da muazzam bir karnaval başlamış, halk sokaklara dökülmüştü. arjantin'de milli bayram ilan edilmiş gibiydi. bağırıyorlardı arjantinliler, bir yandan dans ederek... bir yandan içerek... çünkü meyhaneler bedava içti dağıtmaya başlamıştı.
ne diye bağırıyorlardı biliyor musunuz? "arjantin büyük... maradona en büyük..."
sonraki günlerde arjantin'in şampiyonluğunun yankılan sürecek, dünya her gün yeni bir sansasyonla sarsılacaktı. güney amerika'dan dünyanın her köşesine yayılan haberler müthişti:
- buenos aires belediyesi, maradona'ya "üstün vatandaşlık" ünvanı veriyor.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
meksika'daki dünya kupası sırasında maradona'nın formu nu arttırmak için yasal olmayan maddeler kullandığına dair elde hiçbir kanıt yoktur. fifa içinde yer alan birinden aldığımız bilgiye göre, maradona, kupa sırasında üç kez teste girmiş, ancak sonuçlar negatif çıktığı için hiçbir zaman yayınlanmamıştı. yine de, uyuşturucu maddeler arjantin takımının kapısını çalmaya devam ediyordu. kupa sürerken, arjantinli holiganların oluşturduğu kötü şöhretli, fanatik grubu barras bravas'ın bir üyesi, takımdaki futbolculara her zamanki kokain ihtiyaçlarını getirdiği sırada yakalanıp tutuklanmıştı.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
futbol uzmanlarının pek çoğu, maradona'nın becerilerinin ispanya'daki 1982 dünya kupası'ndan beri çok geliştiğinde hemfikirdi. uzun süredir ülkesinde oynamıyor olması, uluslararası futbolu, özellikle de avrupa takımlarının taktiklerini ve becerilerini daha iyi anlamasını sağlamıştı. futbolcu olarak olgunlaşmıştı. barcelona'da yaşadığı karışık olaylardan sonra, napoli'deki ilk iki sezonunda hem enerjisini hem de coşkusunu yeniden toparlamış gibiydi. arjantin milli takımı'nın kaptanlığına getirilmiş olması, ona kişisel sorunlarını aşması için ihtiyaç duyduğu özgüveni de sağlamıştı. bilardo 1983'te teknik direktörlüğe getirildiğinden bu yana arjantin'in karnesi pek de etkileyici sayılmazdı: oynadıkları otuz dört maçın sadece on üçünü kazanmışlardı. ama maradona'nın kendine özgü dehası, kolombiya'yla oynadıkları bir eleme grubu maçında da ortaya çıkmıştı. ı ki takım arasındaki maçların çoğunda olduğu gibi, bu karşılaşma da düşmanca bir atmosferde oynanmıştı. rakip taraftarlar aralıklarla birbirlerine küfürlü tezahüratta bulunuyor ve sahaya çeşitli maddeler atıyorlardı. bir ara bir kolombiyalı, maradona'ya bir portakal atmıştı. ancak her nasılsa maradona portakalın geldiğini görmüş, portakalı bir ayağıyla yakalamış, zarif bir hareketle diğer ayağına geçirmiş ve iki ayağıyla oynamaya devam ederek, sonunda şiddetli bir vuruşla tribünlere geri göndermişti. maradona, barcelona ve napoli takımlarında oynarken futbol topuyla çok daha şık hareketler de yapmıştı, ama bu hareket onun, küçük bir çocukken kameraların önünde ayağında portakal sektirdiği gunlerin sıhnnı ve coşkusunu daha kaybetmediğini gösteriyordu.
bilardo meksika'ya gelirken, hem kendi geleceğinin hem de arjantin takımının kaderinin maradona'nın ellerinde olduğunun farkındaydı. real madrıd'li kanat oyuncusu jorge valdano ve eski kaptan daniel passarella gibi diğer oyuncular ise, gazetecilerle yaptıkları baş başa görüşmelerde tek bir adamın becerisine güvenmenin, takımın açıkça görülen zayıflığını ortadan kaldırmaya yetmeyeceğinden korktuklarını söylüyorlardı. menotti'nin felsefeye dayalı futbol anlayışına bağlı okuldan gelen, sol eğilimli bir entelektüel olan valdano, bilardonun pragmatizmine uyum sağlamakta güçlük çekiyordu. passarella'nın söylediklerinde ise hâlâ bir kıskançlık varmış gibi görünüyordu. valdano, maradona'nın büyük bir hayranı, aynı zamanda da yakın arkadaşıydı. ama bilardo'nun kurduğu takımın ne kadar kolay yenilebilir olduğunun da farkındaydı. maradona'yla takım finale kadar giderdi. ama o olmayınca, bılardo'nun maradona'yı ilerdeki anahtar oyuncu olarak kullanarak geliştirdiği 4-3-3 sistemine dayalı takım oyunları, kağıttan bir kule gibi yıkılıp gidebilirdi.
her zaman olduğu gibi, bir diplomat olarak ortaya çıkıp maradona'nın ismi çevresinde bir iyimserlik havası oluşturmak, yine eski milli futbolcu ossie ardiles'e kalmıştı. "turnuvada parlayacak tek bir oyuncuya para yatırmam gerekse, bu, diego maradona olurdu" diyordu ardiles, turnuva öncesi kendisiyle görüşen ingiliz gazeteci john motson'a.
ardiles haklı çıkmıştı. turnuva boyunca valdano ve passarella'nın yerine takıma giren jose luis brown gibi futbolcular, arjantin'in kupa öncesindeki durgunluk havasından kurtulmasını sağlamışlardı. ama sadece takımının değil, kupanın da tartışılmaz yıldızı olan futbolcu maradona olmuştu. arjantin'in batı almanya'yla oynadığı final maçından önce hugh mcllvanney, maradona'yı şöyle anlatıyordu: "dünya kupalarının yarım yüzyıllık tarihi boyunca hiçbir futbolcu, herkesin final maçının sonucu hakkındaki düşüncesini tek başına bu kadar etkilememişti" diye yazıyordu observer gazetesinde. "maradona'nın etkisi, onun sadece şu anda oynayan en iyi ve en heyecan uyandırıcı futbolcu olmasından da öte bir şey. bu, onun burada, meksika'da, sahalarda yaptığı her şeyin içinde alttan alta kendisini gösteren dehasını tam anlamıyla ortaya koymak için azteca stadyumu'nu seçmiş olduğuna bütün dünyayı inandıran şeyin ta kendisi."
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
dünya kupası sona erdiğinde, maradona'nın tüm zamanların en büyük futbolcularından biri olduğu biraz daha kesinleşmiş, buna karşılık yarattığı tartışmalar yüzünden insanların onun kişiliği hakkındaki görüşleri biraz leke almıştı. arjantin'in finalde batı almanya'yı 3-2 geçtiği maç, çekişmeli ve heyecanlı ingiltere maçının yanında sönük kalmıştı. ama bu maçta maradona, alman orta saha oyuncusu lothar matthaus'la giriştiği gladyatörce çekişmede kişisel bir zafer elde etmiş, arjantinli futbolcunun sadece yeteneğe ve özgüvene dayanan futbolu alman futbolcunun sert ve amansız markajına galip gelmişti. sonunda maçı kendi takımının lehine çeviren de maradona olmuştu: orla saha oyuncusu jorge burruchaga'ya attığı şık bir pasla, arjantin'in maçı kazanmasını sağlayan golün asistini yapmıştı.
bu. maradona'nın1982'de bir avrupa kulübüne transfer olduğu günden beri futbolcu olarak olgunlaştığının kanıtı olan turnuvaya uygun bir son olmuştu. kupanın başında özel hayatı paramparçaydı, takımı karışıklıklarla boğuşuyordu. buna karşılık kendisinin, en iyisi değilse bile, en iyi futbolculardan biri olduğunun ancak tüm dünyanın izlediği dünya kupası'nda anlaşılabileceğinin de farkındaydı. böylesine yoğun baskılar, kişiliği biraz daha güçsüz olan birini mahvedebilirdi. ama maradona, meksika'deki kupada içindeki gerilimleri olumlu anlamda bir mücadeleciliğe dönüştürmeyi başarmıştı. saha dışında, sosyalist eğilimli takım arkadaşı jorge valdano'dan kapitalizm karşıtlığı dersleri almış, sonra da gazetelere verdiği demeçlerle fifa'nın başkanı joao havelange ye saldırmıştı. futbolcuları, dünya kupası'nın yayın haklarını alan televizyon kanallarının çıkarları doğrultusunda ticari açıdan en uygun saat olan öğle güneşinin sıcaklığı altında maç yapmak zorunda bıraktıkları için yetkilileri eleştirmişti. maradona bunları söylerken elbette futbolun ticarileştirilmesine kendisinin yaptığı katkıları düşünmüyordu. düiünmesine de gerek yoktu. melsika'daki kupada, hem ırsi hem de toplumsal olarak onunla akraba olduklarını düşünen üçüncü dünya ülkelerinin taraftarlarını heyecanlandıracak damarı bulmayı başarmıştı. yaşanan deprem acısından sonra, tribünlere çockuyu tekrar taşıyan meksika dalgası azteca stadyumu'nda doğduysa bile, sahalara taşıdığı sihri sayesinde bu dalganın en tepesinde yükselen de maradona'ydı.
maradona'nın politik fikirlerinin ciddiyeti hakkında şüpheler olsa da, futbolcu olarak kalitesi artık tartışılmaz hale gelmişti. 1982'deki dünya kupası'ndaki ne yapacağı belirsiz, huysuz, egoist maradona gitmiş, meksika'da sadece yeteneklerini nasıl kullanacağını bilmekle kalmayan, başkalarının kendisinden beklentilerini de düşünebilecek kadar alçakgönüllü davranan bir maradona gelmişti, ingiltere'ye attığı ikinci goldeki gibi bir anda ilham gelip giriştiği bireysel hareketlerinin dışında, diğer maçlarda ilk kez kullanmaya başladığı taçlardaki başarısını ve rakip takımı çok zor durumlara düşüren paslarını kullanarak takım oyununa da katkıda bulunmaya başlamıştı. hatta artık sahada ayak basmadık yer bırakmıyor ve şimşek gibi deparlarla rakiplerini sürekli arkasında bırakıyordu. maradona, oyun tarzıyla turnuva sırasındaki kötü hava şartlarının ve kupanın ticari hale getirilerek pazarlanışının da ötesine geçmişti, futbol oyununun kendisine, başka herhangi bir futbolcudan çok daha fazla bağlılık gösteriyordu.
ilk basımı 2003 olan jimmy burns'ün "tanrının eli: futbolun kayan yıldızı diego maradona'nın yaşamı" kitabından;
maradona, büyük bir zafer havasıyla italya'ya geçmeden önce buenos aires'e uğramıştı. arjantin'in başkentinde havaalanından alınıp coşkulu bir geçit töreni ile casa rosada'ya yani başkanlık sarayına götürülmüş ve orada başkan raul alfonsin, ondan dünya kupasını sarayın balkonundan aşağıda biriken binlerce taraftara göstermesini istemişti. 1983'te askeri rejimin çöküşünün ardından halkın büyük desteğini alarak seçilmiş olan alfonsin, ülkenin içine düştüğü hiperenflasyonu engelleyemedıği için kamuoyunun desteğini büyük oranda kaybetmişti. maradona, bir kez daha bir politikacının kendisini kullanmasına izin vermişti, kalabalığın çepeçevre sardığı başkanlık sarayını orada bulunuşuyla onurlandırmış ve her ne kadar gelip geçiçi de olsa alfonsin'in etrafında bir başarı havasının esmesini sağlamıştı. general galtieri'nin balkona çıkıp las malvinas'ın geri alındığını açıkladığı 'tarihi' günden bu yana, casa rosada'nın etrafında bu kadar çoşkulu bir kalabalık birikmemişti.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
arjantin finalde almanya ile karşı karşıya geldi. maçın kaderini tayin eden pas maradona'dan geldi, burruchaga kendisine verilen pası değerlendirerek arjantin'in son dakikada 3-2 öne geçmesini sağladı. fakat daha önce atılan bir başka muhteşem golü anlatmadan geçmeyelim: valdano, arjantin kalesinden topla birlikte fırladı ve sahayı boydan boya geçerek schumacher'in önüne kadar geldikten sonra topu sağ direğin yanından filelere gönderdi. valdano topla birlikte koşarken, bir yandan da ona yalvarıyordu: "aman oğlum, yüzümü kara çıkarma, ne olursun kaleye gir."
şampiyonada fransa üçüncü, belçika dördüncü oldu. ingiliz lineker gol sıralamasında 6 golle birinciliği elde etti. maradona, brezilyalı careca ve ispanyol butragenyo da beşer gol attılar.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
1954 dünya kupası'nda, almanya karmasının futbolcuları sürat yönünden şaşırtıcı bir performans gösterip macarları yaya bıraktılar. ferenç puşkaş, almanya'nın soyunma odasının tıpkı bir haşhaş tarlası gibi koktuğunu söylüyordu; bu sözle galip ekibin futbolcularının hiç yorulmadan at gibi koşmaları arasında bir bağlantı olduğu muhakkaktı.
1987'de almanya karmasının kalecisi harald "toni" schumacher, futbol konusunda yayınladığı kitabının bir yerinde şöyle diyordu:
"burada kadın yerine bol bol doping ilaçları bulacaksınız." bu sözle alman futbolunu ve dolayısıyla bütün profesyonel futbolu kastediyordu. "der anpfiff" (başlatma düdüğü) adlı kitabında almanya karmasının oyuncularının kendilerine aşırı dozda enjeksiyon yaptırıp birtakım hapları leblebi gibi aldıklarını ve devamlı olarak ishal olmalarına yol açan maden suları içtiklerini yazıyordu. bu ekip ülkesini mi temsil ediyordu, yoksa alman kimya endüstrisini mi? ilaç alma alışkanlığı öyle bir duruma gelmişti ki futbolcular uyumak için bile uyku hapı alıyorlardı. schumacher bu hapları görmeye bile tahammül edemiyordu; rahat bir uyku çekmek için onun bir maşrapa biradan başka bir şeye ihtiyacı yoktu.
alman kaleci, profesyonel futbolda uyarıcı, canlandırıcı ilaçların sık sık alındığını kitabında açıklıyordu. maç kazanılsın da nasıl olursa olsun düşüncesiyle hareket eden birçok futbolcu sahada koşan birer ecza dolabı haline gelmektedir. işin ilginç olan yönü, onları bu ilaçları almaya zorlayan sistem, olay bir sır olmaktan çıktığında onları suçlu olarak mahkûm ediyordu.
schumacher birkaç kez kendisinin de doping yaptığını ve bundan dolayı vatan hainliğiyle suçlandığını açıklıyordu. dünya kupasının unutulmaz ismi, halkın gözbebeği schumacher bu yüzden bir anda gözden düştü. kulübü colonia'dan ve dolayısıyla milli takım kadrosundan da çıkarıldı ve sonunda çareyi türkiye'ye giderek futbol hayatını orada sürdürmekte buldu.
ilk basımı 2002 olan christian eichkler'in "futbolun beceriksizleri ansiklopedisi" kitabından;
stein, ulrich, 1986 meksika dünya kupası sırasında bir numaralı alman kaleci olacaktı neredeyse; ama olmadı. bunun üzerine galeyana geldi ve kendi takımına hıyar sürüsü, teknik direktör beckenbauer'e de kukla dedikten sonra evine yollandı. kaleye toni schumacher geçti ve arjantin karşısında 2-3 mağlup gelinen maçta, kendi deyimiyle "bok gibi"ydi.
ilk basımı 2002 olan christian eichkler'in "futbolun beceriksizleri ansiklopedisi" kitabından;
kolombiya, 1982 yılında, kötü ekonomik koşullar ve korkunç derecede artan uyuşturucu ticareti yüzünden, bir daha kolayca yakalayamayacağı dünya şampiyonasına ev sahipliği yapma şansım kaybetmişti. bunun üzerine turnuva 1986da, sadece 16 yıl aradan sonra ikinci kez dünya şampiyonasına ev sahipliği yapacak olan meksika'ya alındı...
ünlü yönetmen emir kusturica'nın 2008 yılında yaptığı "maradona by kusturica" belgeselinden;
(maradona 15 yıl sonra doğduğu eve -barakhane desek daha doğru olur- gider ve anlatmaya başlar...)
maradona:
babam eli iş tutan tek kişiydi. doyurması gereken 9 kişi vardı, 8 çocuk ve annem. evde her zaman yemeğimiz olmuştur. çok değil, bazen biraz daha fazla, bazen biraz daha az, ama aç kalmadık.
bu benim evim.
ama aileyi bir araya getiren şey budur. ben ekmeğimi kız kardeşimle paylaşırdım, ya da o yeterince yediğinde kalanını bana verirdi.
avlu benim stadyumumdu.
epey büyüdükten sonra fark ettim ki, masada ne zaman yeteri kadar ekmek olmasa annem karın ağrıları çekerdi. ama bu gerçekten karnı ağrıdığı için değil, bizim daha çok yememizi istediği içindi.
yemek yerken babamın bize "sessiz olun!" demesine gerek yoktu. gözlerindeki o bakış ve işten kalan yorgunluğu saygı göstermeyi emrederdi. babamın işten eve geldiğinde, annemin gidip sırtına şu eski emici bardaklardan koyduğunu hatırlıyorum. annemin biz koşuştururken, o bardaklarla çalışması bir ayin gibiydi. sanki masaj gibi. aynen öyle, çünkü babam sırtında çuval taşıyordu.
bence bu çevredeki insanlar, diğer yerlerde yaşayan insanlardan daha onurlular.
benim ülkemde, politikacılar zengin oluyor, ama insanlara hiçbir şey vermiyorlar. bir çok defa politikaya atılmam söyledi. ve ben dedim ki; "hayır. insanları soymak istemiyorum." politikacılarla görüştüm, ve onlar bir daha benimle görüşmek istemediler. çünkü ben hissettiklerimi söylerim. benim yaşadığım zaman boyunca, zengin ve fakir arasında fark hep büyüdü. sadece arjantin'de değil, bunu brezilya'da da, venezuela ya da küba'da da yasaklamalarla görebilirsiniz. amerikalılar bu ülkeleri ayaklarının altına alıp çiğniyorlar ve bir daha ayağa kalkmalarına fırsat vermiyorlar. eğer onlara borç verirlerse, geriye on katını istiyorlar.
kusturica: peki bu adalet anlayışı ne zaman doğdu?
maradona:
bu, dünyayı görmekten, sonra bir sürü che guevara okumaktan, ve araştırmaktan geliyor. ve küba'dan.
kusturica: gabriel garcia marquez bana dedi ki: "eğer latin amerika tarihinde castro olmasaydı yankiler çoktan patagonya'ya yerleşmişti bile. ve hepiniz de ingilizce konuşuyor olurdunuz."
maradona:
bence biz abd'nin parçasıyız.
kusturica: peki ne düşünüyorsun, bütün dünya bir amerikan sömürgesi mi olacak?
maradona: görünüşe bakılırsa öyle.
kusturica: çin?
maradona: hayır, çin değil.
1987'de fidel ile tanıştım. amerikalılar bana bir ödül verdiler, ve kübalılar da veriyorlardı.
amerikalılara dedim ki; "ödülünüz sizin olsun. ben küba'dakini alıyorum." (el hareketi çekiyor)
fidel ve ben che, arjantin ve küba hakkında 5 saat konuştuk ve fidel'e aşık oldum. bölgesini koruyan bir canavar gibi görünüyordu. amerikalılar denemiş tabii ama o, hırsızlıkla suçlanamayacak tek politikacı. tabii ona politikacı diyebilirsek.
o, "ülkem için, toprağım için canımı ortaya koydum." diyebilecek tek politikacı. o bir devrimci. dünya politikacıları seçimleri kazanmak için para döküyorlar. o ise silahlarla kazandı. çünkü bunu yapacak cesareti var! küba'yı seviyorum!
ünlü yönetmen emir kusturica'nın 2008 yılında yaptığı "maradona by kusturica" belgeselinden;
(maradona'nın çocukluğunda çekilmiş siyah-beyaz bir videodan)
maradona:
iki hayalim var.
dünya kupası'nda oynamak ve şampiyon olmak.
--------------------
gerçekten! harikaydı! sahada kendimi iyi hissettim çünkü önemli olduğumu, takıma gerçekten faydalı olduğumu düşündüm. bunu dramatikleştirmek istemiyorum ama sanki bacaklarımı kestiler. eğer birisi bir hata yaparsa, bunun cezasını futbol çekmemeli. bir hata yaptım ve bedelini ödedim. ama top kir kapmaz.
100.000 kişi önünde, aynı ingiltere'ye attığım gibi bir gol atmak mesela benim için normal bir şeydi. o benim oyunumdu, benim hayatımdı. anlıyor musun?
sahadan çıktığımda, herkes gibiydim, hepiniz gibi. ve gelip seninle konuşabilirdim. beni mahveden kokain oldu. ama aynen senin gibiydim. ama kaplanı saldığın zaman, yani ben sahaya çıktığımda, artık komuta bendeydi.
emir, eğer kokain kullanmasaydım nasıl bir futbolcu olurdum biliyor musun?
öyle bir oyuncu kaybettik ki. ağızda kalan kötü bir tat gibi. olduğumdan çok daha iyi hale gelebilirdim. evet, bu gerçekten doğru. ben futbol için doğdum. kim olacağımı biliyordum. ama kokain kullanacağımı bilmiyordum. anneme bir ev alacağımı, evlenip kendi ailemi kuracağımı, dünyayı dolaşacağımı ve arjantin'in dünya kupası'nı kazanacağımı biliyordum. bunu henüz şu kadarken söylemiştim. kasetlerde kaydı var. onların hepsini biliyorum. ama daha sonra olanlar bugün bile içimde kendimi suçlu hissettiğim öyle çok şey var ki. çünkü insanlar benim iyi, çok iyi a da eskisinden de iyi olduğumu söyleyebilirler. ama içimdekileri bilemezler. ben yaptığım hataları biliyorum. ve onları düzeltemem.
ünlü yönetmen emir kusturica'nın 2008 yılında yaptığı "maradona by kusturica" belgeselinden;
(belgeselde maradona bir barda rodrigo'nun la mano de dios (homenaje a diego maradona) adlı şarkısını söylüyor. bu arada maradona'nın ailesi ile çekilmiş eski videoları gösteriliyor.)
şarkının sözleri şöyle;
yaşamam tanrı'nın emriydi, doğduğum harabede
yokluktan düzlüğe çıkmanın, basit bir örneğiydim sadece
başarıya açtım, attığım her adımda
ölümsüz bir el bıraktım, oyun sahalarında
tecrübeyle, ateşli bir tutkuyla
küçük bir çocukken, dünya kupası hayali kurdum
primera'da zirveye çıktım
belki de futbol oynayarak, aileme fayda sağlardım
en başından beridir sevindi boca taraftarı
hayalimdi goller ve çalımlar gökyüzündeki yıldızlar şarkı söyleyen insanlar
doğdu tanrı'nın elleri neşe aşıladı insanlara ve zafer getirdi bu topraklara
en iyi olduğum için, ne dertlere göğüs gerdim
satmamak için kendimi, güçlüyle yüz yüze geldim
zayıflığı merak ettim, isa bile hata yaptıysa
ben nasıl yapmayayım?
şöhret götürdü beni, güzel, beyaz bir kadına
yasaklanmış zevkleri, gizemli tatlarıyla
uzak kalamadım ondan, beni bağımlısı yaptı
aldı tüm hayatımı ve bu da bir maç sayılır
bir gün kazanacağım.
en başından beridir sevindi boca taraftarı
hayalimdi goller ve çalımlar gökyüzündeki yıldızlar şarkı söyleyen insanlar
doğdu tanrı'nın elleri neşe aşıladı insanlara ve zafer getirdi bu topraklara
arjantinli marcelo trobbiani batı almanya ile oynadıkları final maçının 89. dakikasında oyuna dahil olurken bu onun ilk ve son dünya kupası deneyimi olacaktı.
bu belki futbolcu için iyi bir şey değildi ancak, onun kısa macerası, ona dünya kupaları tarihinin en kısa kariyerine sahip oyuncusu ünvanını getirecekti.
bu rekor daha önce ise, 1978 dünya kupası'nda tunuslu khemais labidi'ye aitti.
"dünya kupasıyla 1978'de tanıştım ama bilinçli bir şekilde izlediğim ilk turnuva dört yıl sonraki 1982 dünya kupasında bir gördüğüm, bir de görmediğim olay ile şok yaşadım..."
italya'nın polonya ile yaptığı yarı final karşılaşmasında paolo rossi'nin gol sevinci sırasında geniş paça şortunun arasından testisleri ekrana yansıyınca korkup odama kaçtım. aynı turnuvada cezayir'in almanya'yı yendiği maç ise ertesi gün gireceğim anadolu liseleri sınavının kurbanı oldu. seyredemedim o mucizeyi. 1971 ve 72 doğumluların çoğu o imtihan yüzünden bu efsane mücadeleden mahrum kaldı. aynı kupada gördüğüm peru forması da çok etkilemişti beni. bu sebeple maşallahlı sünnet kıyafetimi giydiğim zaman kendimi perulu bir yıldız statüsüne yükselmiş hissettim ansızın. ama doktor ile karşı karşıya gelince ne cubillas kaldı ne de oblitas. neyse ki kademeye babam girdi ve kâbusa dönüşen operasyon sonrası düğünde iğneyle oynamamı sağladı (ayıptır söylemesi biraz geç sünnet oldum).
1986 öncesinde macaristan'ı şampiyon eden bilgisayar firmasına kandım. macarlar daha ilk maçında sscb'den altı yiyince teknolojiye itimadım kalmadı. gece maçları oynanırdı meksika'daki o kupada. danimarka'nın ispanyolca'da "dinamarca"yazıldığını ve guadalajara gibi zor kent isimlerini öğrendik.tanrının eli olup olmadığı sorusu takıldı kafamıza. almanlardan nefret edenler ordusuna yazıldık. belanov'un müthiş direnişime rağmen belçika'nın hakemler sayesinde sscb'yi elemesine gözyaşı döktük. meksikalı negrete'nin olağanüstü golü hafızamıza kazındı. bugün paramparça olan ırak o turnuvada bütün olarak vardı. bir de harika bir halit kıvanç tasviri kaldı kafamda. büyük usta radyodan arjantin almanya finalini anlatırken, arjantinli olarticoechea için "hani ismi şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi deyimini andıran bir futbolcu var ya işte o" demişti.
1990'da herkesin sempatisini kazanan kamerun'u arjantin'i yendikleri için kara listeme aldım. gözler galatasaray'a transfer olan rumen rotariu'nun üzerindeydi. bir de her maçta yıldızlaşan futbolcu gazetelerde üç büyüklerle ilgili transfer haberlerini süslüyordu. kosta rikalı medford aynı takımdan kaleci conejo ve kamerunlu oman bıyıck'a fb, gs ve bjk formaları giydirildi basın tarafından. ama sonuçta hiçbirisi gelmedi. diego armando maradona'nın gözyaşlarıyla biten turnuvadan geriye hüzün kaldı.
abd'de düzenlenen 1994 dünya kupası'ndaki bulgaristan-meksika maçında, kale direği kırılınca eziyeti çeken, o karşılaşmayı nakleden rahmetli aydın köker oldu.
bu az rastlanan olayı ve duraklamadan doğan yarım saati anlatıncaya kadar akla karayı seçti. bolivya'nın yıldızı olarak tanıtılan etcheverry' oyuna girdikten beş dakika sonrası atılınca adamın iyi topçu olup olmadığını anlamak kısmet olmadı. 1986'daki bilgisayar faciasından sonra bu kez baltayı taşa vuran pele oldu; şampiyon adayı kolombiya ilk turu geçemeden evine döndü. üstelik bir de şehit verdi. o kupanın yıldızları hagi, andersson ve letchkov'un bir gün türkiye'de oynayacağından bihaberdik. lalas'ın, larsson'un valderrama'nın saçları lüle lüleydi. şimdinin antalyasporlusu cordoba o zaman da kaleyi terk etmeden duramazdı. hagi'nin kestiği ceza bile onun bu huyundan vazgeçmesine yetmedi.
1998 ve 2002 dünya kupalarında artık televizyoncuydum. son yıllar bir büyünün sona ermesini de ifade ediyordu benim için. dünya kupası'nın en büyük zevklerinden biri yeni futbol kültürleri tanımaktı. iletişimin süratli ilerlemesi sayesinde tüm ligler artık canlı yayınlanıyor ve özellikle afrikalı futbolcularla erkenden tanışıyorduk. buna karşın 1998'de hırvatistan'ın çıkışından, jamaika'nın varlığından, tanıdığım en sevimli futbolcu olan john leshiba moshoeu'nun olmasından keyif aldım. 2002'de güney kore'nin tae han min guk sloganını öğrendik. almanların daha uzun yıllar final oynayacağına, brezilya'nın da kupayı defalarca kaldıracağına ikna olduk. hepsinden önemlisi biz vardık. üstelik dünya üçüncüsü olduk. hem de güney kore ile kupa tarihinin en görkemli fair play gösterilerinden birine imza atarak.
- o dünya kupasını kazanmak kariyerinin doruk noktası mıydı?
maradona: en son, en mükemmel başarıydı ulaşabileceğim. toplu bir zafer anıydı yaşadığımız. favori bile olmadığımız bir dünya kupası'nı kazanmıştık. turnuva ilerledikçe, güçlenmeye başladık. ve ben kaptandım, yani benim için ötesi olmayan bir şeydi, mükemmeldi. finalde almanya durumu 2-2 yapınca kendi kendime "kupa beni terk ediyor galiba; lütfen, lütfen beni bırakma" dedim. daha sonra buruchaga'yı pozisyona soktum ve o o da bize maçı getiren golü ağlara gönderdi. yanına gidip, "kupayı bana geri getirdiiğin teşekkür ederim" dedim.
- birçok kişi o dünya kupasını maradona'nın kendi başına kazandığını söylüyor, arjantin'in iyi bir takıma sahip. olmadığını iddia ediyor. sen ne düşünüyorsun?
maradona: hayır, hayır, hayır. müthiş bir takımımız vardı. iyi bir kadro, benim de varlığımla çok iyi bir duruma geldi. kesinlikle kupayı kendi başıma almadım. takımın katkısı olmadan belki ingiltere'yi yenebilirdim ama ondan sonrakileri asla. belki ben göze çarpıyordum ama valdano, burruchaga ve diğerleri de inanılmaz bir seviyede top oynadılar.
- 1982 ile 1986 arasında bir futbolcunun kazanabileceği neredeyse bütün başarıları kazandınız ve yenilmez görünüyordunuzç. kendinizi dünyadaki en iyi oyuncu olarak görüyor muydunuz?
michel platini: ben kendime dünyadaki en iyi oyuncuyum gözüyle bakmıyordum, çünkü zaten dünyadaki en iyi oyuncuydum. daha ne dememi istersiniz? kendime sonsuz bir güvenim vardı. maça etki edeceğim, goller atabileceğimi bilirdim. 1986'ysa bir dönüm noktasıydı. o tarihte dünyanın yeni en iyi oyuncusu diego'ydu.
spor spikerlerimizden murat ünlü ile yapılan röportajdan;
- maç anlatımları sırasında yaptığınız en büyük gaf neydi?
meksika´da dünya kupası maçlarında almanya-arjantin maçını anlatıyoruz. yanımda arkadaşım akın göksu var ve ikimiz birlikte 90 dakikayı paylaşıyoruz.ilk yarı bitti ve devre arası biz kulaklıkları bıraktık dinleniyoruz. tekrar ikinci yarı için kulaklıkları taktık, anlatıma başladık. anlatım esnasında da ben başlarken kendi düğmemi, arkadaşım başlarken kendi düğmesini açıyor. fakat öyle bir şey oldu ki ankara yayın odası, sesiniz gelmiyor ses çok derinden geliyor dedi. öylece 15-20 dakika cebelleştik, teknisyenler çağırdık ama sorun gitmedi. en sonunda bir görevli geldi, şöyle bir baktı ve arkadaşımın kulaklığını bana benim kulaklığımı ona taktı. meğerse heyecanla devre arasında ben onun kulaklığını takmışım kendi düğmemi açıyorum o benimkini takmış kendi düğmesini açıyor. böyle bir gafımız olmuştu.