küçükken ingiltere milli takımına karşı aldığımız 8-0'lık (2 kere), 5-0'lık, 4-0'lık mağluniyetleri ve ingiltere'ye karşı onca maçta bir tek gol bile atmadığımızı düşününce ingiltere milli takımına hep gıcık olmuşumdur. bu yüzden 2004 avrupa futbol şampiyonası eleme grubumuza ingiltere çıkınca çok sevinmiştim. bu sefer intikamımızı alacağımızı ve ingiltere'yi yeneceğimizi düşünüyorudum ama yine hevesimiz kursağımızda kalmıştı.
2. maçta da 0-0 berabere kaldık ve ingiltere'yi ne yenebildik ne de gol atabildik...
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
bu kitap için 1992'de dünya turu yapmayı planladığımda türkiye'ye gitmek aklıma bile gelmemişti galiba. gençlerin avrupa'da bir ay yaklaşık 250 dolara dolaşmasını sağlayan bir interrail tren bileti almıştım, istanbul güzergâhımın çok dışında kalıyordu. pek de üzülmüyordum bu duruma: türkiye zaten futbolda iyi değildi. türkiye'de nasıl iyi bir öykü çıkarabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. bütün bildiğim, her zamanki basmakalıp görüşlerdi: kızgın güneş, kızgın taraftarlar. kimin umurundaydı?
ancak 2000'in eylül ayında ilk kez geldim türkiye'ye, türkiye'nin dünya kupası eleme grubundaki isveç maçını yazmak üzere bir japon dergisi tarafından gönderilmiştim. 2003'ün mart ayında, ingiltere-türkiye maçının hemen öncesinde türk gazetecileri, oyuncuları ve elimden geldiğince çok kişiyle röportaj yapmak üzere yeniden geldim. her iki ziyaretimde de 1992'dekinden daha güzel, daha hoş vakit geçirdim.
ınternet icat edildiğine göre türkiye'de birtakım insanlar bulup gelmeden onlarla randevulaşabilirdim. dilini konuşmadığım bir ülkeye gelip, elimde bir kâğıt parçasına kargacık burgacık yazılmış birkaç eski telefon numarasıyla sekreterlere estonya dilinde (ya da ukrayna, ya da portekiz ya da hangi ülkeyse o ülkenin dilinde) bay talanca'nın hiç tanışmadığı bir 'ingiliz gazeteciyi' kabul edip etmeyeceğini, bay falancamın hâlâ o adreste bulunup bulunmadığını ve aslında yaşayıp yaşamadığını sormakgibi eski bir yönlemden daha üstündü kuşkusuz bu veni yöntem.
türk lirasının aşağı kayması bir başka nimetti benim için. 1992'den beri sefaletten kurtulmuştum (japon dergilerinden allah razı olsun), istanbul ise durmadan ucuzluyordu. otobüslerin kalkış saatlerini arayarak vaktinizin yarısını harcamak zorunda olmayınca bir kitap için araştırma yapmak çok daha kolay. taksilere binebiliyordum, günde dört öğün tıka basa yemek yiyerek moralimi de adamakıllı yükseltiyordum. böyle yolculuk yapmak neredeyse haksızlık gibi geliyordu bana.
on yıl içinde korkaklığını da biraz azalmıştı. bu kez o kadar cesurdum ki türk milli takımı menejeri can çobanoglu'nu cep telefonundan arayıp ondan almanca konuşan oyuncularla görüşme ayarlamasını istedim. (kendimi kitap yazdığını ileri süren dilenci kılıklı bir öğrenci gibi tanıtmak yerine, times gazetesinde çalıştığımı söyleyebilmek yararlı oldu.)
bu yaklaşımım sayesinde ümit davala ve tayfun korkutla röportaj ayarlandı. tayfun bana iki saat ayırdı, almanca yerine ingilizce konuşmak için yalvardı (reddettim), hattâ çayımızı oteldeki hesabına yazdırmak konusunda ısrar etti (umarım türkiye futbol federasyonu kızmaz buna). tayfun'a minnettarım.
yeni bir yeri gezen karacahilin yapması gereken ilk şey kendini önyargılardan kurtarmaktır. istanbul'da ben birkaçından hemencecik sıyrıldım. birincisi, basının -yıllar önce manchesıer united'ı karşılarken açılan pankarta gönderme yaparak- bu kenti sürekli 'cehennem' olarak tanımladığı bir ülkeden gelmiştim. mavi boğaziçi'ne ve milyonlarca neşeli ıstanbullu'ya bakarak bir tepede otururken istanbul'u cehenneme benzetenlerin ikisine de gitmediği açıkça anlaşıldı.
ikincisi, türklerin futbolla yaşayıp futbolla öldüğünü duymuştum. ama bir son dakika golüyle isveç karşısında uğradıkları yenilginin 2002 dünya kupası'ndakı yerlerini tehlikeye sokmasından sonra (tarih ne kadar da değişik olabiliyor) yanı maçın ertesi günü istanbul'da dolaşmaya çıktım ve herkesin her zamanki gibi neşeli olduğunu gördüm.
2003'ün mart sonunda türkiye'ye tekrar geldiğimde savaş falan da yoktu. türkler için bu durum apaçık, ama binlerce kilometre öteden bakan biz avrupalılar için istanbul bağdat'a komşu neredeyse, istanbul'dayken bir gün, real madrid'in pazarlama müdürü jose angel sanchez'e telefon ettim, öyle bir zamanda istanbul'da oluşuma hayret etmişti. dahası, bir pazar öğleden sonrası ırak'ta ağır çarpışmalar sürerken istanbul'da bir gazetenin bürosunu ziyarete gittiğimde herkesin televizyondan gaziantepspor-beşiktaş maçını seyrettiğini gördüm.
türkler savaşta olmadığı gibi, kızgın insanlar da değillerdi, hattâ kızgın güneş de yoktu. doğrusunu isterseniz mart sonunda kar yağıyordu. kulağa sıradan gelebilir ama bu benim istanbul'u yepyeni bir gözle, önyargılardan kurtulmuş olarak görmeme yardımcı oldu. bir arkadaşımın dediği gibi, bir ülkeyi görmeye gittiğinizde işin püf noktası zihninizin stereotiplerle değil bilgilerle dolu olması. bu olanaksız ama deneyebilirsiniz.
tamam, stereotiplerden kurtuldum, istanbul'un bir üçüncü dünya kenti olduğuna karar verdim. üçüncü dünya'nın ana özelliklerden birkaçı istanbul'da da vardı: sokakta bir sürü insan sizinle konuşmaya çabalıyor ('nereden geldin ahbap?'); güzel eski bir kentin üzerine çirkin bir modern kent kurulmuş; küçük bir seçkinler tabakası güzel aydınlık ofislerde çalışıyor ve yabancı dil biliyor ve nüfus da günden güne artıyor. 1950'de (beşiktaş'ın sahasının kentteki tek futbol stadı olduğu dönemde) istanbulluların sayısı belki bir milyonken bugün yaklaşık 9,5 milyona yükselmiş. bu durum istanbul'un avrupa dakı herhangi bir yerden çok bombay ya da mexico city ye benzemesine yol açıyor. kent 'avrupa' kentlerinden sıluetiyle (minareler) ve gece atmosferiyle de (burada daha az sarhoş var) farklı. ama herkes bana çok iyi davrandı. herhangi bir uygarlık çatışması hissetmedim.
bu durum şu önemli soruya/soruna yol açıyor. avrupa birliği'nin yeni anayasasının mimarı giscard d'estaing, türkiye'nin 'bir avrupa ülkesi olmadığını' ve ab ye alınmaması gerektiğini söyledi. ülkenin müslüman nüfusuna, yüksek doğum oranına göndermede bulundu, türkiye'nin 'farklı bir kültür, farklı bir yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi' olduğunu belirtti.
türkler'in çoğu avrupa ya katılmak istiyor. bu kuşağın türkler'e ilişkin en büyük siyasal sorunu bu galiba (galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması bir metafordu). futbolsa bu sorunu irdelemek için en uygun ortam, çünkü futbol türkiye'nin avrupalılaştıgı tek alan. spor baskı noktası, türk 'kültürü' (o her ne ise) ile avrupa'nın buluştuğu nokta. ülkenin olası geleceği konusunda işte o noktada fikir edinebilirsiniz.
türkiye'nin avrupa tarzı futbol oynamaya nasıl başladığı türkler'in iyi bildiği bir öykü. beşiktaş'ın boğaz kıyısındaki stadına tepeden bakan bir yerde, hilton otelinin barında o öyküyü baştan sona ilk kez, iktisatçı ve futbol yazarı deniz gökçe'den dinlemiştim ben. her şey 20 haziran 1984'te, paris'te oynanan batı almanya-ispanya maçının doksanıncı dakikasında, büyük ispanyol savunma oyuncusu antonıo maceda'nın, oyunun tek golünü kafa vuruşuyla kaydedip almanlar'ı avrupa şampiyonasının dışında bırakmasıyla başlamış. almanya'nın çalıştırıcısı jupp derwall, kovulmuş. aynı yıl galatasaray'a gelmiş. o dönemde ortalama türk futbolcusu, bencil, bastıbacak bir top sürücsüymüş. 1984'ün kasım ayında türkiye kendi evinde ingiltere'ye 8-0 yenilmiş. "türkiye'yi tutardım. berabere kalınca sevinirdik." tayfun çocukluğunu böyle hatırlıyor. o yıllarda futbol tutkunları ulusal takım yokmuş gibi davranırmış, kulüpleri izlerlermiş onun yerine.
derwall, daha iyi beslendikleri için daha yapılı ve almanlar gibi yetiştirilmiş almanya doğumlu türkleri takıma almaya başlamış. ne yazık ki, türk futbolcuların padişahlar gibi yaşadığı harem hayatına maruz kalınca onlar da işe yaramaz olmuş. ama yine de bir başlangıçmış bu. derwall, oyunculara çimlerde antrenman yaptırmak gibi yeni bir düşünceyi uygulamaya koymuş. o ve öbür alman çalıştırıcılar (ve beşiktaş'ta da ingiliz gordon milne) futbolcuları gerçekten çalıştırmayı başarmış. türk televizyonu yabancı maçları yayınlamaya, izleyicileri pas kavramıyla tanıştırmaya başlamış. euro 96'ya katılan türkiye, ne gol atabildiği ne de puan alabildiği halde oldukça başarılı sayılmış. öykünün geri kalanını herkes biliyor.
türkiye'nin vasat bir futbol takımı varken bugün avrupa'nın en iyi takımlarından birine sahip olması ve aynı zamanda da orta ölçekli bir avrupa ülkesiyken kıtanın nüfus açısından üçüncü ulusu haline gelmesi bir rastlantı değil. türkiye'nin nüfusu 1945'te 19 milyonken 1973'te iki katına çıkmış, günümüzdeyse 68 milyona ulaşmış. avrupa'da yalnızca rusya ve almanya daha kalabalık. türkiye büyürken avrupa ülkelerinin çoğunda nüfus azalıyor. avrupa'dakilere birkaç milyon türk ekleyin, hem de genç olsun, ülke futbol potansiyeli açısından almanya'ya bile rakip çıkar.
kısacası, küreselleşme ve nüfus patlaması türk futbolunu kurtardı. türkler sonunda iyi futbol oynamanın yalnızca bir yolu olduğunu kabullendiler: brezilyalıların hünerini, italyanların savunmasını. almanların çalışma ahlakını, hollandalılar'ın hareket yeteneğini birleştirmek. futbol, ulusal üslupların işe yaramadığı bir endüstri. butun farklı öğelere sahip olmanız gerekiyor. ben bu kitabı yazarken bora milutmovic santa barbara'da bana şunu söylemişti: "en iyi futbol her yerde aynıdır." bugün iyi futbol seyretme şansınızın en yüksek olduğu yerler batı avrupa ve brezilya, iyi futbol öğrenmenin tek yolu da bu bölgelerden birinde kalmak (şaşmaz biçimde batı avrupa'da, çünkü brezilya'nın real'i türk lirası gibi). en azından futbolda türkiye avrupalı oldu.
aslında avrupa'dakı hiçbir ulusal takımda, bir başka avrupa ülkesinde yetişmiş bu kadar çok oyuncu yok. türkiye 30 ekim 1961'de batı almanya'yla, alman ekonomi mucizesine katkıda bulunmaları için binlerce 'misafir türk işçisi' gönderilmesine ilişkin bir antlaşma imzaladı, işçilerin eninde sonunda türkiye'ye geri döneceği düşünülüyordu. ama hiç dönmediler. kadınlar da almanya'ya gitti, aile kurup yerleştiler. bugün almanya'da iki milyon türk yaşıyor.
"almanya'daki birçok türk, vatanına özel bir bağla bağlıdır çünkü özlerler türkiye'yi" dedi bana tayfun, kulağa herhangi bir stuttgart'lı genç konuşuyormuş gibi gelen schwaben aksanlı almancasıyla. türk takımının ingiltere'ye uçmadan önce kaldığı otelin barında konuşuyorduk. içerisi loştu, bir şarkıcı, modası geçmeyen şarkılardan söylüyordu, neredeyse geceyarısına kadar konuştuk, bu sırada ona bir merhaba demek için durmadan yanımıza gelip giden oluyordu. garsonlardan biri fenerbahçe'ye ne zaman döneceğim sorunca, tayfun kibarca yanıt verdi ama sonra bana dönüp şöyle dedi: "işte tam türkler'e özgü bir davranış, meşgulken insanı rahatsız ederler.
"annem temizliğe giderdi, babam da işçiydi. tipik bir işçi ailesi işte. bu insanlar hep geri dönmek istediler ama babam hiç dönmedi, ailem türkiye ye hiç dönmez artık, ama ülkem için oynadığımı görmek onlara gurur veriyor."
almanya'dan gelen türkler takım arkadaşlarından farklı mı? "sorun oluyor" dedi tayfun. "bazan sofrada üçümüz dördümüz almanca konuşuyoruz çünkü esas dilimiz almanca. bazı şeyler var ki 'hah işte onlar almanya'dan' dedirtebilir sana. başlangıçta türkçemız o kadar iyi değildi, hem bazan birbirimizi daha iyi anlıyoruz çünkü aynı şekilde yetişmişiz. birkaç yıl öncesine kadar alman kültürünü türk kültüründen daha iyi biliyordum. ancak fenerbahçe'de beş yıl oynayınca tanıdım kendi ülkemi. ama artık o sorun yok. oyuncuların çoğu türkiye'de de oynuyor, almanya'dan gelenler de öyle. elbette burada çok şey öğrendik."
işin tuhaf yanı, o mükemmel oyunculardan yalnızca yıldıray baştürk almanya'da başarılı oldu. tayfun şunu anlattı: "alman kulüpleri, alman çalıştırıcılar, türkleri topla oynama açısından çok yetenekli ama disiplinsiz buluyordu. bu ırkçılık değildi, türk futbolculara karşı bir önyargıydı yalnızca. belki de önyargı haklı çıkıyordu çünkü birçok genç türk oyuncu, zaman zaman özel yaşamlarındaki sorunlar yüzünden, a takımlarına sıçrama yapamıyordu, almanya'daki ikinci kuşak türkler (benim de içinde bulunduğum kuşak) sorunlar yaşıyordu, çünkü birçok genç almanya'daki kültüre uyum sağlayamamıştı."
batı avrupa'nın her yerinde türkler'in ikinci kuşak sorunu var. ben hollanda'da büyüdüm, türk kökenli yaklaşık 300.000 kişi yaşıyor orada, ama hemen hemen hiçbiri hollanda futbolunda iz bırakmadı. ahmet keloğlu, mustafa yücedağ, fuat ve suat ustanın kısa ve parıltısız futbol yaşamları oldu hollanda'da. yalnız bugünlerde, roda kerkrade'nin genç savunma oyuncusu fatih sonkaya biraz daha çok umut veriyor. oysa, batı hint adalarından gelenler hollanda nüfusunda hemen hemen türklerle aynı orana sahip ve aralarından gullit, rıjkaard, seedorf, kluivert, davids vb. vb. çıktı!
1950lerde çocukken münih'te yaşamış olan deniz gökçe, bana şunları söyledi: "ikinci kuşak için hayat zor. çoğu işsiz, tren istasyonlarının çevresinde geçiliyorlar zamanlarını." görünüşe bakılırsa, göçmenlerin ilk kuşağı kendilerini ayrımcılık, düşük ücretler ve zor yaşamlar beklediğini düşünüyordu, oysa ikinci kuşak kendilerini göç edilen ülkeye ait hissediyor ve kabul görmeyi talep ediyor. yeniyetmelige eriştiklerinde kendilerine de yabancı gözüyle bakıldığını keşfedince öfkeleniyorlar. hannover üniversitesinden bir sosyologun araştırmasına göre yerel amatör maçlarda çıkan kavgaların inanılmayacak kadar büyük bir bölümü, bir türk' takımı alman takımıyla karşılaştığında yaşanıyor. türkler hakemin kendilerine karşı olduğunu, maruz kaldıkları ırkçı tutumun görmezden gelindiğini düşünüyor. ben paris'te hemen hemen diplomatlar ligi. denebilecek bir ligde, irlanda' adlı bir takımda oynuyorum. italya, kamerun, isviçre, fas gibi takımlarla karşılaşma yapıyoruz; en zor, en sevimsiz bulunan takım türkiye. herkes onlarla oynamaktan nefret ediyor.
tayfun konuşurken öyle çok el kol hareketi yaptı ki çaydanlığa çarptı sonunda: "ama ben almanya'da 21 yıl yaşadım. ne ırkçılık ne de başka bir konuda almanya hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. almanya'da yaşamak bana çok şey kazandırdı. farklı yetiştirildik, genç takımda değişik antrenmanlar yaptık, belki de buradaki oyunculardan farklı özelliklerimiz var, disiplin ve irade gibi." sağ kanatta güçlü bir şekilde bindirme yapan ümit davala, herhangi hır alman futbolcu olabilirdi pekâlâ, ki zaten öyle.
"almancı" oyuncuların türk takımını zenginleştirdiği tartışılmaz bir gerçek. türkiye'nin dinci oyuncularıyla laik oyuncuları arasındaki sözümona kavgalara karşın, "almancılarla" türkler arasındaki sözümona ayrıma karşın, türkiye'nin şimdiye dek gördüğü en iyi futbolu oynayacak kadar iyi anlaşıyorlar birbirleriyle. iyi bir takım oluşturmak için ruh ikizi falan olmak gerekmiyor. kültür o kadar da önemli değil. size gereken tek şey karşılıklı saygı. bunun varlığının kanıtı da sahada görülüyor.
ne olursa olsun, ulusal takımdaki "türk" türk oyuncular bile yıllar geçtikçe bir açıdan avrupalı oldular. birçoğu galatasaray'da avrupalılarla birlikte ve avrupalılar'a karşı oynadı. bugün ulusal takım oyuncularının büyük bölümü yurtdışında oynuyor.
türk futbolu avrupalı oldu çünkü kilit noktasında duran birkaç kişi avrupalı. hem sahada hem saha dışında ispanyollara ya da almanlar'a özgü tarzlar benimsenmiş. bu demektir ki türk futbolu yüzde yüz türk değil. tayfun a futbolu bırakınca nerede yaşamak istediğini sorduğumda şöyle yanıt verdi: "büyük bir sorun bu. bilmiyorum. anayurdum neresi bilmiyorum. türkiye mi? almanya mı? şimdi de ispanya'da kendimi çok iyi hissediyorum. eşimin nereli olduğuna bağlı çoğu şey. örneğin o yüzden ev almadım daha."
tayfun kısmen türk, kısmen alman, kısmen de dünya vatandaşı. türkiye avrupa'ya özgü bir itiş gücünden yararlanmak istiyorsa onun gibi türkleri kabul etmek zorunda kalacak. bütün batı avrupa ulusları dünya vatandaşlarını kabul ediyor. onlar yaşadıkları ülkeye yarar sağlıyor, çünkü başka yerlerdeki en iyi uygulamaları biliyorlar ve bu bilgiyi yayıyorlar. türkiye, böyle türkler'e gereksinim duyuyor.
türk futbolundan alınma bir metafor çok açık: avrupa'nın etkilerine maruz kalmak her şeyi değiştiriyor. nasıl ispanya, portekiz ya da yunanistan ab'ye katılmaları sayesinde son otuz yılda birer avrupa demokrasisi haline geldiyse, türk futbolu da uefa'da oynaması sayesinde avrupalı oldu. belki türkiye'nin 'farklı bir kültürü, farklı bir yaklaşımı, farklı bir yaşam biçimi' var ama futboldan çıkarılacak ders bunların değişebileceğidir. kültürler sonsuza dek ve değişmeden gitmez. değişime itilirlerse değişebilirler.
türkiye'nin geleceği için futbol bir metaforsa, giscard d'estaing'in vardığı sonuç yanlış demektir. 'türkler' 'avrupalılarla' çalışabilir. bir ülkeye ona çok yakın bir model verin -ister avrupa tipi demokrasi olsun, ister avrupa tipi futbol-, eğer o ülke o modele öykünmek istiyorsa, eğer o model futbol maçlarını kazanmak ya da zenginleşmekle ilintilıyse, öykünebilir. öte yandan, eğer avrupa, modelini türkiye'nin elinden alırsa, türkiye de o modele öykünmeyecektir.
elbette bir avrupa demokrasisi olmak, avrupai bir futbol takımı olmaktan daha zor. ama yollar aynı: modelin ne olduğunu anlamak, ona öykünmeyi arzulamak, modelin bilgisini yaymak üzere iki yönlü gidip gelen insanların varolması. futbol yaşam değildir, ama arada paralellikler vardır.
darius vassel, ankaragucu ile 1 yili opsiyonlu 3 yillik anlasma imzaladi. (01 temmuz 2009)
2 nisan 2003 tarihinde oynanan 2004 avrupa kupasi grup eleme macinda, michael owen'in yerine girmis ve son on bes dakikada turk milli takimina karsi kritik bir gol atarak takiminin galibiyetinde cok onemli bir rol oynamisti.
darius vassel kimdir?
13 haziran 1980 dogumlu ileriye donuk jamaika asilli ıngiliz orta saha/kanat oyuncusu futbol hayatina romulus'ta basladi ve sonrasinda aston villa genc takimina transfer oldu.
1997-2005 yillari arasinda aston villa'da 162 maca cikti ve 35 gol kaydetti.
2005'te manchester city'ye 2 milyon pound alarak transfer oldu. mc formasiyla 95 macta 17 gol atti.
10 subat 2008'te mu karsisinda premier league'deki 50. golunu atmisti.
2002-2004 yillari arasinda 22 kez ıngiltere formasi giydi ve 6 gol atti.
artun ünsal'ın "tribün cemaatinin öfkesi: ticarileşen türkiye futbolunda şiddet" kitabından;
milli takımlar ve avrupa kulüpleriyle maçlar babında...
(...)
gerçekten, son yıllarda gerek içeride gerekse dışarıda türk taraftarlara, hatta oyunculara "birşeyler oluyor".
oysa, türkiye ulusal takımlarının yurtdışındaki maçları genelde olaysız tamamlanıyordu. tek ülkenin dışında: ingiltere. 2004 avrupa şampiyonası eleme turunda ingiltere-türkiye arasında sunderland'deki karşılaşma öncesinde, polis 20 yerel holiganı gözaltına alıyordu. söz konusu taraftarların "2000 yılında istanbul'da öldürülen iki leeds'linin intikamını almaya hazırlandıkları" belirtiliyordu. ingiliz atlı polislerin yanısıra köpek ve coplu polislerin de müdahale ettikleri olaylarda yüzlerce ingiliz fanatik taraftar güvenlik güçlerinin üzerine şişe ve sandalyeler fırlatıyorlardı. ayrıca, 90 ingiliz taraftar daha, maçın yapıldığı stadın önünde türk taraftarlarının stada girmelerini engellemeye çalışmaktan tutuklanacaktı.
olay sırasında tribünlerdeki ingiliz taraftarların bir bölümünün türk ulusal marşı çalındığı sırada yuhaladıkları ve "eğer türkiye'den nefret ediyorsanız ayağa kalkın" çağrısına geniş bir biçimde katıldıkları görüldü. ingiltere'nin birinci golünün ardından kimi ingiliz fanatiklerin sahaya indikleri de izlendi. ancak maçın geri kalan bölümlerinde herhangi bir olay çıkmadı ve 2-0 ingiltere'nin üstünlüğüyle maç sona erdi. yaklaşık 43 bin ingiliz ve 5 bin türk, toplam 48 bin taraftarın izlediği maçın öncesi ve sonrasında hiçbir türk'ün polisle başı derde girip tutuklanmaması, sadece 100 ingiliz "holigan"ın tutuklanması da, bu tek yönlü gergin maçın bir başka özelliğiydi.
artun ünsal'ın "tribün cemaatinin öfkesi: ticarileşen türkiye futbolunda şiddet" kitabından;
elâlem nasıl yapıyor?
holigan şiddetine karşı en deneyimli polis gücüne sahip ingiltere'de, örneğin 2 nisandaki ingiltere-türkiye 2004 avrupa kupası eleme maçı öncesinde maçın oynanacağı sunderland kenti emniyet yetkililerinin ve sivil toplum önderlerinin aldıkları önlemlere kısaca bir göz atmak, türk polisinin ve gönüllü kuruluşların bu alanda daha neler yapabileceğine ışık tutabilir.
sunderland polisi, başka kentlerin güvenlik yetkilileriyle yaptığı bilgi alışverişi sonrasında, maç öncesinde "bilinen" holiganları kentte buluştukları birahane ya da kahvelerden toplayarak karışıklık çıkartma planlarını bozarken, bunlardan 50'si sunderland karakollarında zoraki misafir ediliyordu. öte yandan, türk emniyeti ve ingiliz ulusal suç istihbarat merkezi ile temasa geçilerek "bilinçli" kişilerle ilgili ipuçlarının elde edilmesine çalışılıyordu. bu arada, bölge polis yetkilileri ve sivil toplum kuruluşlarının liderlerinin maç öncesinde yaptıkları toplantının ardından, taraftarlara olay çıkartılmaması yönünde çağrıda bulunuluyor, tribünlerde başkalarının görüşünü engelleyecek biçimde bayrak sallanmaması ve maytap getirilmemesi isteniyordu. ayrıca, türkçe-ingilizce olarak bastırılan ve "hoş geldiniz" mesajı içeren afişlerin ve iki ülke bayraklarının sunderland kenti yakınlarında görünür şekilde asılması sağlanıyordu. polis yetkilileri olayları önlemede kararlı, ancak "adil" olacaklarını açıklarken, "etrafı karıştırmaya yeltenenler ikaz edilecekler, ısrarlı olduklarında derhal tutuklanacaklar" uyarısında bulunuyordu. maç öncesinde stad çevresinde biletsiz taraftarların toplanmasını isteyen ve karaborsa bilet satanlara müdahale edileceğini açıklayan polis maç günü güney ingiltere'den gelen üç bilet karaborsacısını kaldıkları otelde tutuklayarak 100'e yakın kaçak bileti müsadere ediyordu. kent içine yerleştirilen 70 güvenlik kamerasıyla taraftar gruplarının hareketleri izlenirken, kent içindeki belli bölgelere ve pub'lara yani içkili mekânlara, resmi ya da sivil giyimli polis görevlileri yerleştirilerek olay çıkarması olası kişilerin saptanması ve güvenliğin sağlanması amaçlanıyordu. atlı polis birlikleriyle, köpekti ve coptu polis güçlerinin, maçı izlemeye gelen konuk türk taraftarlarının otobüslerine saldıran, stad kapısına gelenlerin önlerine çıkan fanatik ingiliz taraftalarının engellemek isterken çıkan çatışmalarda gene 50'den fazla holiganı tutukladığını ve adalete sevk ettiğini ekleydim.
yardımcı hakemler: rudolf käppeli (sui), martin iseli (sui)
4. hakem: guido wildhaber (sui)
england: david james, gary neville, wayne bridge, steven gerrard, rio ferdinand, sol campbell, david beckham (c), paul scholes, wayne rooney (dk. 88 kieron dyer), michael owen (dk. 57 darius vassell), nicky butt
yedekler: paul robinson, danny mills, jonathan woodgate, frank lampard, emile heskey
rooney revels in england win published: thursday 3 april 2003, 0.59cet
england 2-0 turkey wayne rooney impresses as darius vassell and david beckham goals beat turkey.
two late goals gave england a memorable victory against turkey to give them the lead in uefa euro 2004™ qualifying group 7. darius vassell and david beckham scored the goals, but the real inspiration was 17-year-old striker wayne rooney on his first competitive start.
new-look england england manager sven-göran eriksson sprang a surprise before kick-off, as he drafted rooney in alongside michael owen. the swede also changed the midfield to a diamond, with paul scholes behind the front two and nicky butt in for kieron dyer to anchor, while sol campbell returned from an achilles injury in defence. turkey partnered nihat kahveci and ilhan mansiz in attack in preference to hakan sükür.
beckham goes close the game began with both teams full of determination - shown by the number of free-kicks and beckham's ninth-minute booking. however, three minutes later the england captain shot just wide after pouncing on a loose ball.
rooney takes control nihat and ilhan were proving dangerous at the other end, although rio ferdinand and campbell were assured at the back for england. yildiray bastürk had a strong 25-metre effort saved by the diving david james on 32 minutes, but rooney then took control with his strong runs, twice finding owen in dangerous positions late in the half.
scholes shot rooney continued to inspire england after the break, though the first opportunity of the period fell to nihat, whose shot was saved by james. owen departed just before the hour with an apparent injury, vassell coming on, but england showed they would not be swayed as scholes ran from deep and forced a diving save from rüstu reçber.
intense pressure that began a spell of intense england pressure. first, gerrard headed a beckham corner just past the far post. then gary neville chipped over fatih akyel and squared to vassell, whose shot was turned over by rüstu. the goalkeeper then tipped wide a beckham free-kick and the resultant corner also worried the turkish defence.
vassell scores but turkey could not hold out indefinitely, and another corner saw england go ahead. the ball came out to scholes and after his shot was blocked, possession fell to wayne bridge, who crossed to ferdinand. his effort was saved by rüstu - but fell nicely for vassell, who made no mistake from close range.
penalty clincher a looping nihat header forced james to save near the end, but turkey had never scored against england, and not only did that record not change, but the home team secured a second. substitute dyer stole the ball from ergün in the turkish box and was fouled for his efforts. beckham converted the penalty to clinch victory.
eriksson praise after the game, eriksson said of his selection of rooney: "it was good to keep it secret as long as possible - he only knew it today at 4pm. he is very strong. he turns with the ball and he beats people. but all the team played well today. it was three very good points."
maçı ingilizler beleşe almıştı maçın hakkı ya türkiyenin yada 0-0 1-1 flan idi ingilizler tamamen şansa aldılar. alpay özalaının beckham,owen,rooney,gerrad,scholes , ferdinand a racon kestiği maç ingilizlere sertliği öğreten adamdı . kalede rüştü muazzam idi o maça kadar 3 maçtata gol yememiş idik sağ ve sol bek fatih akyel, ergün penbe çok iyi idiler. stoper alpay ve bülent süper idi hele bülent orta saha adeta bizdeydi tugay, emre,okan yıldıray forvet arkası ve forvetler nihat, ilhan a top gelmiyordu adeta çünkü ingiltere kapanmıştı. emrenin kafa vuruşu az daha gol oluyordu. ingilizler perişan olmuştu.