ilk takip ettiğim dünya kupası 1978 idi.(1974 dünya kupası ve 1976 avrupa kupasını hiç hatırlayamıyorum).
o zamanlar pek meşhur olan petek desenli toplardan (tabii ki sarı-lacivert) olanını kupa esansında babama aldırtmıştım.o zamanlar bu tip şeyler pek mühim idi.bulunduğumuz yer çanakkalenin gelibolu ilçesi olduğunu da düşünürsek bayağı olay olmuştu.doğal olarak top benim olduğu için mahallede istediğimi oynatıp,istemediğimi oynatmıyordum.(hehehehe).
bu maç ile ilgili hiç unutmayacağım anım ise final maçı başlamadan 10 dakika önce tüm geliboluda elektriklerin kesilmesi.1978 de elektrik kesilmeleri geliboluda pek sık olurdu.babamla apar topar bize çok yakın olan orduevine gitmiş,jeneratör sayesinde final maçını baştan sona seyretmiştik.elektrik o gece hiç gelmemişti geliboluya.tüm geliboluda final maçını seyredebilen ender kişilerden biri olmak bayağı ilginçti.
hatırladığım bir başka olayda bitime 30 saniye kala hollandalı nanninganın şutunun direkten dönmesi.maç 1-1 giderken ,topun direkten dönmesi hollandaya acı bir sürpriz olmuştu,prekazi der ki:topun canı var,isterse gol olur istemezse olmaz.gerçekten de top girmek istememişti.uzatmaya giden maçı arjantin 3-1 kazanmış ve kupayı almıştı.
1974 ve 1978 de üstüste finali kaybeden hollandaya yazık olmuş,1982 ve 1986 da da almanya gene finalde üstüste kaybetmişti.
ossie ardiles arjantin’in ‘titrek bacaklı’ orta saha oyuncusu osvaldo ardilesin final maçı ile ilgili anısı “en muhteşem maç, arjantin’de finali kazanıp dünya şampiyonu olduğumuz maçtır. maçtan sonra kupayı havaya kaldırmayı, onu öpmeyi falan söylemiyorum. onlar sembolik reaksiyonlar; asıl muhteşem an, duyguların doruğa çıktığa an, hakemin bizi dünya şampiyonu ilan edeceği, bitiş düdüğünden birkaç saniye önceki andı. o an, o düdüğün bir an önce çalınması için neler vermezdim. hakeme bakıyordum ve sadece kulağım o sese kilitlenmişti. nihayet çaldı ve muazzam bir boşalma, bir rahatlama hissettim. işte o an, kafamın içi tamamen değişti. o an, birden bire huzur vardı, tatmin vardı, mutluluk vardı, gurur vardı. arkadaşlarımı, hocamı, akrabalarımı, hiç kimseyi üzmemiş olmanın müthiş bir rahatlığı vardı. o an kafamın içi bu duygularla yoğun bir şekilde kaplanmıştı. o rahatlama kocaman ve sevilesi bir rahatlamaydı. bir daha hayatımda böyle bir an yaşamadım. o yüzden de o ânı tarif ederken altını çizerek söylediğim şudur: mutluluk ve zevk ötesi bir andı”
halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
25 haziran 1978 pazar günü buenos aires'in river plate stadı'nda tansu polatkan'la birlikte mikrofon başındaydık yine... dört yıl önceki gibi.. ve ben dördüncü kez bir dünya kupast finalinde spikerlik görevi üstleniyordum. türkiye'de de milyonlarca sporsever televizyonları başındaydı.
80 bin seyircinin izlediği maçı italyan hakem gonella yönetiyordu. yardımcıları uruguaylı baretto ile avusturyalı linemaier'di. büyük finalin takımları karşılıklı şöyle dizilmişti:
hollanda: jongbloed-poortvliet, krol, brandts, jansen-neeskens, haan, willy van de kerkhof-rene van de kerkhof, rep, rensenbrink.
hollanda dünya kupası şansını ikinci kez deniyordu. dört yıl önce münih'te evsahibine boyun eğmişti. şimdi karşısında yine evsahibi vardı.
maç, çok elektrikli başlamıştı. ilk dakikalarda hep faulleri anlatıyorduk. ilk yarım saatten sonra futbol kendini göstermeye başladı. futbolcular, bunun bir futbol dünya kupası finalini olduğunu nihayet hatırlamışlardı. işte 37'nc dakikada, uzun saçlarıyla, yeleli bir aslanı hatırlatan, yakışıklı golcü kempes, ardlles'ten luque'yef ondan da kendisine gelen topla süzüldü. bir ceylan gibi akıyordu. hollanda defansından sıyrıldı. vurdu. ve tabelaya ilk golü yazdırdı kempes... 1-0, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu.
ikinci yarı da uzun süre golsüz devam etti river plate stadı'ndaki 80 bin kişiyle televizyonları başındaki milyonlar da,"arjantin tek golle kupayı aldı" diye düşünürken... maçın bitimine sadece 8 dakika kala, hollandalı nanninga'nın topa yapıştırdığı kafa, stadı yerinden oynatıyordu. hollanda'nın beraberlik golüydü bu.. nanninga, az önceki değişiklikte takıma girmişti. arjantin de, hollanda da ikişer oyuncu değişiklik hakkını o sıralarda kullanmış, arjantin larossa ile houseman'ı, hollanda da suurbier'le nanninga'yı almıştı. işte, nanninga'nın oyuna girmesiyle beraberlik golünü arjantin ağlarına göndermesi bir oldu. gol güzeldi, kaleci fillol'un uçması kurtarmaya yetmedi. ve bu gol aynı zamanda, arjantin'deki dünya kupası finallerinin 100füncü golüydü.
90 dakikalık normal süre, 1-1 kapanmıştı. maç yarım saat uzatılıyordu. iki takım da kupayı alabilmek için varını yoğunu bu 30 dakikada gösterecekti. evsahipleri, tribündeki onbinlerin de coşturmasıyla şahlanmışlardı. işte yine kempes sahnedeydi. 104'üncü dakikada kaptığı topla daldı gitti ve yakından vurdu: ikinci goldü bu... ve gol, hollandalıları şaşırtmıştı. o şaşkınlık içinde arjantin üçüncü gole de gitti. bertoni, river plate stadı'nı inleten golün kahramanıydı. arjantin 3-1 öndeydi şimdi... ve 120 dakikalık mücadele böyle bitiyordu.
futbol dünyasının yeni kralı, arjantin'di artık... teknik direktör menotti, "günün adamı"ydı... "zafer tüm arjantin'indir" demekle, menotti gerçeği dile getiriyordu. arjantin halkı turnuvanın başından sonuna sabahlara kadar uyumamış, evde ne bulursa alıp sokağa fırlamış, onları birbirine çarparak tempolu bağırışıyla dolaşmış, coşmuştu. "vamo vamo arhentlna" şarkısında arjantinlilerle biz bile kaç kez birlikte yürümüştük. müzik güzeldi. coşkunluk insanı sürüklüyordu. bir de arjantin insanını sevmiştik.
milli takım kaptanı passarella, dünya kupası'nı devlet başkanı videla'dan alıyor, sonrasında arjantin bir milli bayram sevinci yaşıyordu. yeni şampiyon arjantin'di. yeni kral da, arjantinli kempes... o günlerde buenos aires'te doğan çocuklardan yedisine "kempes" adını veriyordu analar, babalar. dünya kupası'nın en iyi futbolcusu seçilen kempesin heykelinin dikilmesini isteyenler bile vardı. kempes'in hakkı inkâr edilemezdi. fakat arjantin, takım halinde oynamış ve kazanmıştı. menotti'nin hocalığı da yabana atılmazdı. tabii evinde oynamanın avantajını da ev sahibi takım en iyisiyle kullanmıştı.
organizasyon da başarılı geçmiş, arjantin'e gelen konuklar memnun ayrılmıştı. biz, çok uzaklardan gelen radyocular, televizyoncular, basın mensupları da, memnunduk. arjantin'de yakınlık, ilgi, dostluk görmüş, işimizi rahatça, kolayca yapmıştık. naklen yayınlarımız da, genelde beğeniyle karşılanmıştı. dört kişilik bir trt ekibi olarak görevimizi başarmanın mutluluğu içinde yurda dönüyorduk.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında akif kurtuluş'un "'74, '78 ve dükut-der'in şanlı mücadelesi" başlıklı yazısından;
dört yılda bir yaşanan geleneksel adrenalin şenlikleri'nin 78 arjantin ayağı, dükut-der'in zirve noktasıdır. mahallede televizyonlu ev sayısı artmış, 74'de bize "ağır ağbilik" yapanların bir kısmı evlenerek aynı muhitte kalmış ve böylece yeni evler açılmıştır. bu kupada, gerek tesis, gerek malzeme açısından mahallede "iyi bir çıkış" yakalanmış, seyirci sayısında da önemli bir artış kaydedilmiştir. 74'ün tıfılları, ergen delikanlılar olarak pıskırtılmaya hazır sivilceleriyle, bazı maçlarda paf takımına ayrılan evin daha küçük odasında dükut-der imkânlarından yararlanmışlar; kimi maçlarda da biradan uzak durmaları kaydıyla, a takım'da yedek soyunmuşlardır. şu da bilinsin; önceki kupada breitner'i takımının dokusundan ayırıp ayrı bir köşeye koyacak politik refleks, bu kupada özel bir "olgunluk" örneği vermiştir. bunda bizzat arjantin'in katkısı inkâr edilmemeli. arjantin, ne kadar güzel top oynayacakolursa olsun, faşist diktatörlükle yönetilen bir ülke olduğu, başarısının faşist generallere yarayacağı tezinden hareketle, bırakın en küçük bir desteği, köstek olunması için her türlü pisliğe cevaz verilmiştir.
bu bakımdan, daha kafadan ilk grupta platininin keşfini müteakiben fransa, derneğin ilgi alanına girmiş, arjantin'in ilk turda boğulması için "hiçbir masraftan" kaçınılmamıştır. 10 haziran günü buenos aires'te italya'nın grupta "faşistlerin takımı"nı yenmesi üzerine kopan vaveyla, "gök mavililer eolan sempatiden çok, mavi beyaz çubuklulara duyulan nefretin eseridir, işte bu noktada, dernek üyelerinin hayal kırıklığı demesek bile, fransa'nın elenmesinden duyduğu şaşkınlığını da kayıtlarımıza alalım. ancak, umut sürmektedir: polonya 5 puanla; kupaya cruyffsuz gelen hollanda averajla da olsa iskoçya'nın önünde gruplarından çıkmışlardır. hollanda, ikinci turda italya'yı ve avusturya'yı "yürüyerek" geçmiş, almanya'yla berabere kalmış ve aslanlar gibi ilk dördün kapısına dayanmıştır. dernek, polonya'yı bu turda kaybetmişse de, genel kanı hollanda'nın "malı götüreceği" yolundadır.
25 haziran günü, herkesde bir bayram havası vardır. örneğin brezilya veya italya'yla oynanacak olsa, ihmal edilmeyecek ölçüde dağılacak hollanda taraftarlığı, bu kez firesiz ekran karşısında yerini almıştır. finalin arjantin'le oynananacak oluşu, üstelik anlaşılacağı üzere, futbola ziyadesiyle "siyaset" karıştırmıştır. daha doğrusu şöyle söylemeli: arjantin'in bu "ideolojik-politik" presi, en azından bizim mahallede anında cevabını bulmuştur. ayrıca, teveccühün hollanda'ya yönelmesinin çok özel bir nedeni de vardır. gerçi öyle yapmamıştır ama, arjantin'de o/nanması halinde, diktatörleri protesto amacıyla kupayı boykot edeceğini ağzını doldura doldura beyan eden tek ülke, hollanda'dır.
saha içine uygulanan "yabancı odaklı" her türden provokasyonu en iyi anlatacak şey ne bir sözdür, ne de bir işaret. pasarella'nın yüzü! başlama vuruşundan önce, van der kerkoff'un kolundaki alçı-bandaj karışımı sargıyı çıkartmak için sarfedilen mesainin komuta merkezi arjantin genelkurmayı ise, bu operasyonun saha içi 'özel tim' komutanı, tartışmasız pasarella'dır. gergin hatlar, kısılmış gözler, birbirine kenetlenmiş çeneler, gıcırdayan dişlere baktığınızda; gördüğünüz, sadece avrupa'nın bu efendi çocuklarını anında boğacak bir irade değil, aynı zamanda ve esasen, binlerce "missing"in failidir. zaten yıllar sonra milli takımlarının başına geçtiğinde uzun saçlı topçuları asker nizamına sokan da bu dallama değil miydi? ama madem yeri açıldı, bir celladın tasvirine küçük bir katkımız da, yakın yıllardaki belgeselinden olsun. tartışmalı bir yenilgiyi anlatırken, söz hakeme gelince, uzun uzun sustu, görüntüye giren uzaktaki dağlara tepelere gözü daldı ve anladı ki televizyon karşısında, biraz terbiyeli olması lazım. ama öyle de bir şey söylemeli ki, değme küfüre taş çıkartsın. fanatik river plate'li ve benzetme yerindeyse, turgut sunalp'in "taş gibi çocuklarından" biri veya belki de en önemlisi olan bu delikanlı, uygun kelimeyi buldu: "hakem mi? o bir boca'lıydı." arjantin'i pasarella'dan daha iyi anlatan özet bulunmaz ama, bir ismin, tarafımızdan derin bir himayeye ihtiyacı olduğunu belirtmeden geçmeyelim. ardiles'in yüzü! bizim hayal dünyamızda oturduğu yerde, bizim ona "yakışık" bulduğumuz koordinatlarda, o binlerce kayıbın soluğu vardır. adam, koca kupayı kızkardeşi "missing"miş gibi oynadı: suskun, mutsuz, kederli. "zafere kaçış" filmini hatırlar mısınız? hani şu nazilerin tutsaklarla yaptığı maç, filan. ardiles'in oradaki duruşu, havası, 78 dünya kupası'ndaki "pozisyonu"nun kopyasıdır. ağbisini öldürenlerle aynı takımda oynama mecburiyeti! bana, kupa başlamadan bir manşet at, deseler ne derdim: pasarella'yla esiri aynı takımda! şöyle de diyebiliriz: katil, kurbanıyla aynı takımda!
uzattık! biz şimdi finaldeyiz. ilk yarı bastıran, güzel pozisyonlar yakalayan biziz, ilk yarının bitimine az kala kempes'in ayağından golü yemiş olsak da, aslanlar gibi saldırıyoruz. ara sıra bizim tribünden cruyff'u hasretle anan iççekişler hissediliyor. rep çıkmış, yerine nanninga girmiş; bu çocuktan umutlu olmamızın önemli bir nedeni var. bir gün önce, finalde oyuna gireceğini ve bir gol atacağını söylemiş. bu, tribüne tarafımdan hatırlatılıyor. şimdi tansiyon daha da yükseldi. "haydi bastır"ın revaçta olduğu, ankaragücü tribününden yurdun dört bir köşesine dolaşıma girdiği yıllar, biz de hollanda'dan bunu esirgemiyoruz ve karşılığını da alıyoruz. nanninga'nın 80. dakikadaki golünden sonra ateşini söndürmek için gidip soğuk duş alan mı dersin, birasını başından aşağı döken, bahçeye çıkıp ağaca tırmanan mı, ev içi ben diyeyim cumhuriyetçilerin madrid sokakları, siz deyin paris'in komün günleri. sevincimizin her ikisi gibi kısa süreceğini bilmiyoruz. inanıyoruz. bu kez olacak, diyoruz. yine olmuyor. ondan sonra, zaten galiba hiçbirimizin iki yakası bir araya gelmiyor.
yıllar sonra bugün bu satırları yazarken, 78 yazının, "umut" ve "güzel günler" adına yaşanan son yaz olduğunu hatırlıyorum. "kazanacağız" umudunun başka hiçbir zaman bu kadar yakın olmadığını, kaybetmiş olsak da, bu kupadan sonra hiçbir zaman aynı zevki bulamadığımızın bilinmesini istiyorum. bundan sonraki bütün kupaların bir tür oyalanma olduğunu da itiraf ediyorum.
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
1978'de kupayı ev sahibi arjantin kazanmıştı. general enciso taraftar sayılmazdı ve hollanda'yla final maçının oynandığı gece buenos aires'e giden bir otobüsün tek yolcusu kendisiydi. o geceyi çok iyi anımsıyordu. "tam bir sevinç ve histeri patlaması yaşanıyordu. bütün ülke sokaklara dökülmüştü. radikaller peroncular'la kucaklaşıyor, katolikler'se protestanlar ve yahudilerle sarmaş dolaş oluyordu. hepsinin elinde bir tek bayrak vardı: arjantin bayrağı." bu olayı, halkın yine buenos aires sokaklarını doldurduğu falkland savaşı'yla kıyaslayabilir miydi? "aynen öyleydi! evet, aynen o günlerdeki gibiydi!" general çok neşeliydi - sevimli bir adamdı. madem futbol bütün yaraları bu kadar kolay sarıyordu, bütün ülkelerde her yıl bir dünya kupası düzenlenmesinin çok iyi olabileceğini söyledim. güldü: "bu çok bu çok pahalıya patlayabilir."
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
fifa 1978 dünya kupasının arjantin'de düzenlenmesine 1970'te karar vermişti. 1976 yılında arjantin silahlı kuvvetleri bir darbe yaparak yönetime el koydu. askeri darbeler arjantin'de olağan sayılıyordu. hatta askerî akademinin önünden geçenlerin en sık yaptığı espri şuydu: "bak! gelecekteki devlet başkanlarımız burada eğitiliyor." (aynı espri afrika'da da çok yaygındır.) ama yeni generaller hiç de sevimli değillerdi. dünya kupası için yeni bir organizasyon birimi oluşturdular: ente autarquıco mundial. ancak bu birimin başına getirilen general actis, daha ilk basın toplantısına giderken vurularak öldürüldü. generaller bunun üzerine kendi halklarına karşı 'pis bir savaş' başlattılar. 11.000 'yıkıcı' (askerlerin çok geniş anlamlı olarak kullandıkları bir terim) arjantinli 'kayboldu', kamplara atıldı veya gizlice öldürüldü. en sık kullanılan cinayet yöntemlerinden biri de tutuklananların uçaktan river plate stadına atılmasıydı. bir pazar sabahı buenos aires'te bu ölüm olaylarını, sürgün yıllarını atalarının vatanı almanya'da geçirmiş olan, tarihçi ve film yönetmeni osvaldo bayer'le konuştum. bir şişe şampanya açan bayer, "benim ülkemde bu denli korkunç bir vahşet yaşanacağı asla aklıma gelmezdi" dedi. "karşılaştırma yapacak olursak, şiirdeki general pinochet bir melek sayılır, çünkü o, 'insanları' sadece kurşuna dizdiriyor ya da idam ettiriyordu." bayer'in çalışmaları arasında adı arjantin futbolu olan bir kitap, bir de film vardı.
buenos airesli anaç bir kadın olan hebe bonafini'yle de konuştum. o da general enciso'nun görüşlerini paylaşıyordu: "dünya kupası da tıpkı 'malvinas' gibiydi. bayraklar, su gibi içilen içkiler, kalabalıklar, 'argentina, argentina' çığlıkları... sokakları dolduran kalabalıklar için tam bir 'fıestaydı'. oysa kayıp insanların aileleri bir 'trajedi' yaşıyorlardı." bayan bonafıni, çocukları kaybolan bir grup kadının kurduğu tlaza de mayo anneleri örgütünün başkanıydı. arjantin 1983'te yemden demokrasiye kavuşmuştu ama kaybolanların yakınları, her perşembe plaza de mayo'da toplanarak gösterilerini sürdürüyor ardı. işlenen cinayetlerin tam olarak açıklanmasını ve genarellerin cezalandırılmasını istiyorlardı. diğer günlerdeyse küçük bir 'madres' (anneler) grubu, buenos aires kent merkezinde küçük bir ofiste toplanarak kendileri hakkında basında çıkan haberleri keserek dosyalıyordu. birçok arjantinli için bu kadınlar, geçmişin insanı rahatsız eden, huzurunu kaçıran bir imajıydılar. insanlar, onların da bir şekilde ortadan kaybolmalarını ister hale gelmişlerdi.
bir fabrika işçisinin eşi olan bayan bonafıni, her iki oğlunu da kaybetmişti. oğullarından birine, askerler tarafından götürülmeden önce kendi evinde işkence yapılmıştı ve bayan bonafini banyo zemininin kanla kaplandığını görmüştü. önceleri ona futbol hakkında soru sormaya utandım, ama o, bu konuyu çok doğal bulmuştu. ülkedeki cinayetlerin, tüm dünyanın ilgisini çekmeye başladığı 1970'lerde, generaller vahşi bir plan yaparak dünya kupası nı düzenleme kararı almışlardı. dünya kupası'nın arjantin tarafından kazanılması halinde ülkede ara sıra duyulan ölümlerin dikkat çekmeyeceğini düşünüyorlardı. bu, ulusu yeniden birleştirmek için ellerine geçen bir şanstı. dünya kupası organizasyonunun parasızlık nedeniyle başarısız olmaması için, tüm önlemleri aldılar. bütün kentlerde bir anda, içinde bulundukları kentin sağlayabileceği seyirci sayısından çok daha fazlasını alabilecek büyüklükte dev statlar yükseldi. generaller, dünya kupası alanlarını birbirlerine bağlamak için yeni yollar inşa ettirdiler, iletişim sistemlerini geliştirdiler. arjantin'e renkli televizyonu getirdiler.
arjantin'in bunlara ayıracak kaynağı olmadığı için, para başka yerden bulundu. dünya kupası'na hizmet etmeyecek olan bazı projeler, yaşamsal öneme sahip olsalar bile ertelendiler. the times'ın şubat 1978'de belirttiği gibi, arjantin'de en çok kullanılan cümle olan 'yarın yapılacak' ifadesi yerini, 'dünya kupası'ndan sonra yapılacak' cümlesine bırakmıştı. arjantin'i mahveden tek şey, tabii ki dünya kupası değildi. ülkeyi generallerin yönettiği donemde enflasyon, 1970'te yüzde 600'ken, 1982'de yüzde 138'e düşmüştü, ama yine de dünyadaki en yüksek enflasyon oranıydı.
cuntanın, 'dünya kupasında 25 milyon arjantinli oynayacak' şeklindeki slogan, halk arasında 'dünya kupasının bedeli ni 25 milyon arjantinli ödeyecek' halini almıştı. nasıl bir bedel ödedikleriyse, askerî yönetim döneminin sırları arasında kaldı. turnuvadan dört ay önce, askerî hükümetin maliye bakanı juan alemann, ilk tahminler olan 70-100 milyon dolarlık maliyetin aksine, dünya kupası'nın yaklaşık 700 milyon dolara mal olacağını kabul etti. alemann daha sonra, cuntanın bunu önceden tahmin etmiş olması halinde dünya kupası'nı düzenlemekten vazgeçeceğini de ekledi.
eğer 700 milyon dolarlık maliyetin doğru olduğunu kabul edersek, 1978 dünya kupası daha önceki bütün futbol organizasyonlarından birkaç kat, dört yıl sonra ispanya'da düzenlenen dünya kupasından da yaklaşık üç kat daha fazla paraya mal olmuştu. yine de gerçek rakam, 700 milyon doların çok çok üstünde olmalıydı. her şeyden önce, ülkedeki rüşvetin maliyetini tahmin etmek olanaksızdı. arjantin'deki dünya kupası'ndaki kayıtdışı harcamaların, 300-400 milyon dolar düzeyinde olduğu tahmin ediliyordu. dünya kupası organizasyon komitesinin başına actis'ten sonra getirilen ve aynı zamanda fifa'nın başkan yardımcısı da olan amiral carlos lacoste, şu sıralar uruguay'da son derece lüks bir yaşam sürerek yaşlılığın tadını çıkarıyor.
(dünya kupası'nı çok kötü organize etmişti. river plate stadı'nın çimleri bir budalalık örneği olarak deniz suyuyla sulanmış ve tabii sararmıştı. bunun üzerine, başka bir sahadan kalıplar halinde alelacele yeni çimler taşındı, ama bu zeminde de topun sıçrayışı garipleşmişti.)
bir de peru'ya verilen rüşvetin getirdiği ek maliyet vardı. arjantin, ikinci turda peru'yla karşılaşacaktı ve finale çıkabilmek için peru'yu en az 4-0 yenmek zorundaydı. bu iş çok zor görünüyordu, çünkü ally macleod'un iskoçyası'nın daha ilk maçta öğrendiği gibi, peru oldukça iyi bir takım kurmuştu. ama arjantin. dünya kupası'nı kazanmak zorundaydı ve perulu generaller de para sıkıntısı çekiyorlardı. bu yüzden dost bir cuntaya yardım etmeye karar verdiler. her şeyi lacoste ayarladı. arjantin, peru'ya acilen 35.000 ton bedava tahıl ve büyük olasılıkla bir miktar silah verdi. bu arada arjantin merkez bankası da, dondurulmuş olan 50 milyon dolarlık krediyi, peru'ya ödenmek üzere serbest bıraktı. arjantin çalıştırıcısı cesar luis menotti, maçtan önce yaptığı konuşmaya, kalecisıyle yedek oyuncularını almadı. sonuçta arjantin peru'yu, finale çıkmasını mümkün kılacak bir sonuçla, 6-0 yendi. bu, belki de şimdiye kadar rüşvetle kazanılan ilk dünya kupası'ydı.
rüşvetlerin ödendiğinden emin olamayız tabii. bu olay 1986'da (ingiltere'nin arjantin'le maç yapacağı gün) sunday times da yayınlandı, ama gazetenin ana haber kaynakları, yani cuntaya hizmet eden üst düzey bir devlet memuruyla iki futbol yetkilisi, anlaşılır bir nedenle kimliklerinin açıklanmasını istememişlerdi. makalenin yazarı olan maria laura avignolo, 'ahlaksızlık' ve diğer bazı suçlardan yargılandı ama beraat etti. dünya kupası'nda peru'nun yedek kalecisi olan manzo, bir gece lima'da sarhoş olmuş ve takımdaki oyuncuların maçı satmak için para aldıklarını söylemişti. ama ertesi gün ayılınca bu sözlerini inkâr etmişti.
maça gelince... o güne kadar hiçbir futbol maçında, maçın satıldığına dair bu denli güçlü kanıtlara rastlanmamıştır. sahaya, her zamanki göğsü verev bantlı forması yerine beyaz formayla çıkan peru takımı, eline geçen birkaç gol şansını değerlendirememiş ve el loco' olarak bilinen arjantin asıllı kalecileri quiroga, o gece her zamankinden daha garip oynamıştı. peru takımının ilk on birinde, nedense dört tane deneyimsiz yedek oyuncu vardı ve savunma oyuncularından biri de forvette görev almıştı.
konuştuğumuz annelerin hepsi o maçı anımsarken, şikeyi gözler önüne seren kanıtlardan söz etmişledi. "futbol fanatikleri buna inanmıyorlar", diye ekledi bayan bonafini. "futbol fanatikleri, din fanatikleri, politik fanatikller - fanatikler her zaman tehlikelidir."
generaller dünya kupası'nı hem kendi halklarını, hem de dünyayı etkilemek için sahnelenen görkemli bir gösteri olarak görüyorlardı. dünya kupası sayesinde, sürekli yapılan askerî darbelerin dünya basınında nadiren birkaç paragraftan fazla yer tuttuğu bir ülkeye binlerce gazeteci gelebilirdi. hatta general merlo. "eğer tüm dünyadaki imajımızı düzeltmek gerekiyorsa, dünya kupası arjantin'deki gerçek yaşamı göstermesi açısından bulunmaz bir fırsat olacaktır", demişti.
generaller new yorklu bir halkla ilişkiler şirketiyle anlaştılar ve ülke baştan başa güzleştirildi. arjantin nasıl daha zengin gösterilebilirdi? gecekondu mahalleleri yok edilerek! derhal 'villas miserias'a buldozerler gönderildi ve buralarda oturanlar ya dünya kupası maçlarının oynanamayacağı kadar şanssız olan kentlere ya da catamarca çölü'ne nakledildiler. generaller, rosario'ya giden anayolun her iki tarafına da, üzerinde güzel görünümlü ev resimlerinin bulunduğu bir duvar inşa ettirerek, kentin kenar mahallelerini, yoldan geçen yabancıların gözlerinden sakladılar. bu 'sefalet duvarı' kısa ömürlü oldu. geceleri bu duvarın tuğlalarını çalan gecekonducular, bunları, kendi evlerim inşa etmek için kullandılar.
sefalet duvar, adolfo perez esquivel'de bir takıntı halini almıştı. belki de eski bir heykeltıraş ve mimarlık profesörü olduğu için... evinde yaptığımız söyleşi sırasında bana, "arjantin halkının sefaletini ve çektiği zulmü saklamak için dev boyutlarda bir sahne dekoru inşa ettiler", demişti. gözlüklü ve çok zayıf biri olan perez esquivel, 1980'de nobel ödülünü kazanmıştı. cuntanın düşmanıydı ve 1977'de pasaportunu yenilemek üzere gittiği polis karakolunda tutuklanmıştı. dünya kupası finalinden bir gün öncesine kadar cezaevinde kaldı. general enciso beni profesörle görüşmeye gitmeden önce "o, arjantin'in en itibarsız insanlarından biridir", diye uyarmıştı.
perez esquivel'in söylediğine göre, dünya kupasından önce askerler 'el barrido' harekâtını düzenleyerek evlere baskınlar yapmışlar ve günde ortalama 200 kişi 'kaybolmaya' başlamıştı. politik açıdan kuşkulu sayılan kişilerin, yabancı gazetecilerle görüşmelerini hiç istemiyorlardı. dünya kupası yaklaştıkça, bazı gerçeklerin anlaşılmasını önlemek için tutukluların çoğu öldürüldü. bazı gizli kamplar, ya gazetecilerin asla bulamayacağı gözden uzak bölgelere nakledildi ya da gemilere taşındı. bu önlemlerin, merkezi new york'ta olan halkla ilişkiler şiketinin önerisi üzerine alınıp alınmadığı konusu hâlâ açıklığa kavuşabilmiş değil.
montonero direniş örgütünün saldırılarına karşı bir önlem olarak, sokaklarda sık sık askeri devriyeler görünmeye başladı. yabancı gazetecilerin bazıları da bu 'barış ve huzur ortamı'na kolayca kandılar. times'dan david miller, arjantinliler'in 'ne mutsuz ne de baskı altında olduklarım' yazmıştı. ülkeden 1976'da kaçan ingiliz asıllı arjantinli gazeteci andrew graham-yooll, evine gelen ingiliz gazetecilerin ona, ne kadar güzel bir ülkesi olduğunu söylediklerini anımsıyor. "bir yanda evcilleştırilmiş basın, diğer yanda da gerçekçi bazı kalemler vardı", diyor.
yine de gerçeklen görebilen yeterli sayıda gazeteci vardı. uluslararası af örgütü, spor muhabirlerinin çoğuna, arjantin politikasının ilkeleri konusunda ders vermişti ve tehlikeye aldırmayan bu gazetecilerin çoğu gerçekleri dile getirmişti. birçok makalede, hitler'in 1936 berlin olimpiyatlarına değiniliyor, dünya kupasının açılış törenini anlatan iki alman tv sunucusu alman halkına 'kaybolanlar' hakkında bilgiler veriyor ve dünyanın dört bir tarafından gelen tv ekipleri haftalık protesto gösterilerini yapan anneleri görüntülüyordu. dünya kupası'nın açılış töreni sırasında uzaktan silah sesleri duyan bir fransız muhabir, gazetesine insanların sokaklarda vurulduklarını bildirmişti. doğal olarak, river plate stadı'nın karşısındaki atıcılık kulübünden haberi yoktu ve bu hatasının bedelini de ödedi: arjantinli gazeteciler basın merkezinde onu fena halde dövdüler. içlerinde rejimi seven çok az kişi vardı (birçok arjantinli gazeteci de 'kaybolmuştu') ama uluslarına yapılan bu hakaret de kaldırılacak gibi değildi. onlara da, arjantin takımım ya da teknik direktörünü eleştirmemeleri 'emri' verilmişti.
ancak gerçek bunlardan ibaret değildi. bayer, arjantin futbolu adlı kitabında 'argentina, campeon' (arjantin şampiyon) diye yazmıştı. "ama dışa vurulan sevinç, yalnızca sevinç değildi. bu, sessiz kalmak zorunda bırakılan bir toplumun patlamasıydı", diye eklemeyi de unutmamıştı. arjantinli şair, carlos ferreira, 'dünya kupası' isimli şiirinde, kutlamalardan sonraki günleri anımsıyor:
...en kötü tarafı, sonuydu, onursuz ve şaşkın halde, o cesetler geri dönüyordu, nehir yataklarına, toplu mezarlara, başlarını sallayarak, ve unutuş şarkıları söyleyerek. ve biz oradaydık, davullarımız, delicesine terleyen bayraklarımız, ve altüst olmuş bir dünyayla...
cesetleri unutanlar sadece generallerdi, insanlar düşünebiliyordu, insanlar eğer yoksul, ezik, ürkek ama dünya şampiyonuysalar, dünya şampiyonu olmaktan mutluluk duyuyor ama yoksul ve ezik olmak da onları üzüyordu. belki bu insanların bütün istedikleri ekmek ve futboldu, ama bayer'in de vurguladığı gibi, 1978'de bol miktarda futbol izledikleri halde, çok az ekmek yemişlerdi. taraftarlar, ulusal takımla cunta arasında hiçbir zihinsel ilişki kuramadılar. futbolculara tezahürat yaptılar ve stada geldiği zaman general videla'yı korkunç bir biçimde ıslıkladılar. dünya kupası'ndan beş yıl sonra generaller, yönetimi sivil hükümete devretmek zorunda kaldılar. arjantin'in parasını dünya kupasına harcayarak koltuklarını koruyabileceklerini düşünmüşlerse, çok safmışlar doğrusu... dünya kupası'nı kendi çıkarları için kullanma çabaları onların sadece makyavelist değil, aynı zamanda çok da aptal olduklarını gösterdi. öğretmenin sınıfta ders vermesine engel olan ve hep arka sıralarda oturan kabadayı öğrencilere benziyorlar di.
generaller topluma, faşistlere özgü basit bir açıdan bakıyorlardı. onlara göre, bir ülkenin güçlü ve ulusal bütünlük içinde olması gerekirdi. eğer bütün insanlar hep bir ağızdan bağırıyorlarsa ülke güçlüdür ve halkı bir bütündür, insanları bu denli mutlu hale getirmenin tek yolu da zaferler elde etmektir. zafer, insanlara iş bulmak, başını sokacağı bir ev sağlamak ya da güçlü bir para birimi sunmak gibi can sıkıcı bir iş değildir. hayır! zafer, ya askeri başarılar ya da büyük vatanseverlik gösterileri şeklinde olabilir. zafer, tüm halkı sokaklara döküp insanların 'argentina, argentina!' diye bağırmalarını sağlamaktır. generallerin tek politikası, kendilerini elde edilen zaferlerle bağdaştırmaktı. programladıkları en büyük zafer, dünya kupası na ev sahipliği yapıp bu kupayı kazanmak ve falkland adaları'nı işgal etmekti. aslında ikisi de aynı şeydi. dünya kupasının şarkısı olan 'vamos argentina, vamos a ganar' ('hadi arjantin, git ve kazan'), falkland savaşı sırasında yeniden söylenmeye başlamıştı. (bu noktada brezilya'yla müthiş bir paralellik göze çarpıyor. popüler bir marş olan, tra frente, brasil' - 'brezilya, ileri', 1970 dünya kupası için yazılmış, ancak daha sonra brezilya daki askerî rejimin simgesi olmuştu.)
graham-yooll, "generallerin hepsi birer çocuktu", diyordu. "1982'de askeri bir işgal planladılar ve tüm dünyanın kendilerini alkışlayacağını zannettiler!" neden bu kadar saftılar? "bizim asekerlerimiz hiçbir zaman politikacı olamamışlardır. 1920'lerden bu yana şu görüşle yetiştirilmişlerdir: 'siz bağırarak bir şey emrederseniz, herkes bu emre uymak zorunda kalır?' dünya kupası'nda da 'hadi bakalım, eğlenin!' dediler ve herkesin eğleneceğini zannettiler."
generaller 1978 için bir zafer daha planlamışlardı, ama bu asla gerçekleşmedi. 1977'den beri şili'yle, beagle kanalındaki üç ada yüzünden aralıksız olarak tartışıyorlardı. (her iki ülkenin de, adaların kendilerine ait olduklarını ileri sürmesi size pek yabancı gelmeyecektir.) o dönemde kurulan uluslararası bir hakem mahkemesi, kararını şili lehine verdi. arjantin bu kararı tanımadı. gerginlik giderek arttı ve nihayet haziran 1978'de, dünya kupası'nın tam ortasında, arjantin savunma bakanı, arjantin'in adaları kurtarmak için 'harekete geçebileceğini' dünyaya ilan etti.
amaç dünya kupası sayesinde yoğunlaşan vatanseverlik duygularını, derhal bir savaşa yönlendirmekti. faşist yönetimler aralıksız olarak birşeyler yaratmak isterler - kalabalık halk kitlelari sürekli sokaklarda olmalıdır. cunta siyasi atmosferin gerginleşmesi üzerine, cesetlerin taşınacağı torbalar satın alıp hastane lere bütün yatakları boş tutulması talimatını verdi.
neyse ki, savaş son dakikada durduruldu. generallerin çoğu, savaşın başlatılması lehine oy kullanmış, ancak videla bunu veto etmişti. o sırada katolik kilisesi arabuluculuk yapmaya çalışıyordu. latin amerika, vatikan'a karşı çıkmaya asla cesaret edemezdi. 1978'in sonuna gelindiğinde iki ülke arasında anlaşma sağlandı. artık cunta yeni zaferler aramak zorundaydı. gerçekleşemeyen şili savaşında kullanılmak üzere alman ceset torbalanyla silahları 1982'de falkland adaları'na gönderdiler. falkland savaşı'nı bitiren de, bir anlamda futbol olmuştu. söylentilere göre, askeri rejimin mayıs 1982'de britanya'ya teslim olmasının asıl nedeni, savaşın uzaması halinde arjantin'in, ispanya'daki 1982 dünya kupası'na katılma hakkını kaybedecek olmasıydı.
generaller, 'anneler' hariç, konuşan herkesi susturdular, ama bütün dikta rejimlerinde olduğu gibi, şifreli protestoların ardı arkası kesilmiyordu. eğer 1978'de arjantin takımının teknik direktörü olan cesar luis menotti'ye inanacak olursak, o da bu durumu futbol diliyle protesto etmişti.
peru kalecisi quiroga'nın doğum yeri rosario'da büyümüş olan menotti, ince, iri burunlu ve sigaranın birini söndürmeden diğerini yakan biriydi. rosario, radikal politika ile güzel futbolun gelenekselleştiği bir kentti ve menotti, her iki konuda da iddialıydı. menottiye göre futbol bir sanattı. 1978 dünya kupası'nı ricardo villa, osvaldo ardiles ve mario kempes gibi, rosario tarzı futbol oynayan oyuncuları sayesinde kazanmıştı. (diego maradona o sıralar henüz 17 yaşında olduğu için adı geçmiyordu.) menotti final maçından sonra, "bu, arjantin'in eski ve sevilen sporuna edilen bir sadakat yeminidir", demişti. ona göre bu, şifreli bir protestoydu.
radikaller, hollanda'yı yenerek generalleri kurtarmışlardı ama bunun aksini söylemenin tehlikesiz olduğu ilk fırsatta, menotti de aksını iddia etmişti. bir dikta rejiminde arjantin antrenörü olduğu için sık sık saldırılara hedef olmuştu. eleştirilere yanıt olarak futbol sin trampa (hilesiz futbol) dergisindeki köşe yazılarında, 'bunun kendi yaşam tarzına da ters düştüğünü' yazmıştı. peki ama ne yapmalıydı? "kötü oynayan, her şeyi hileli temellere oturtan, halkın duygularına ihanet eden takımları mı çalıştırmalıydı? hayır, tabii ki değil." savunma futbolu da, tıpkı diktatörlükler gibi, özgür düşünceye kilit vuran bir şeydi. menotti'nin (daha doğrusu hayaleti olan carlos ferreira'nın) yazdıklarına göre, yaratıcı ve serbest futbol oynayan takımı, sadece latin amerika futbolunu derin bir uykudan uyandırmakla kalmamış, aynı zamanda özgür ve yaratıcı bir arjantin'e ilişkin anıları da canlandırmıştı.
bu görüşle alay etmek çok kolaydı. her şeyden önce menotti, dünya kupası'nı kazandığı için herkesten özür dilemek isteyen, umutsuz bir insana benziyordu. kupayı generaller için kazandığını asla kabul etmiyordu. menotti'nin takımında 'kasap', hatta 'katil' lakaplı birkaç oyuncu vardı. peru satın alınmıştı ve cuntanın emirleri doğrultusunda, futbolculara doping iğneleri yapılmışa benziyordu. bir kaynağa göre, mario kempes ve alberto tarantini maç bittiği halde o kadar enerji doluydular ki, normal hallerine dönebilmek.için bir saat daha koşmak zorundakalmışlardı. takımın sucusu olan ocampo, o güne kadar bir maç sonrasında alınan en bol idrar örneğini toplamıştı. gerçi bu örneklerin alındığı başka kaynaklar da olabilirdi, çünkü final maçından sonraki örneklere göre futbolculardan biri, hamile olduğu halde maça çıkmış görünüyordu. hollandalılar ülkelerine dönerken, arjantin'in dünya kupası'nı sadece arjantin'de kazanabileceğini söylediler.
menotti ye karşı çıkanların bir iddiası da, takımın açık futbol oynamasını ondan generallerin istediğiydi. bu hem halkla ilişkilere yardımcı olmuş, hem de arjantin tarzı futbol hakkındaki yabancı görüşlerin ve komünizmin etkileri' tartışmalarına uygun düşmüştü. arjantin dünyanın en büyük ülkesiydi ve dünya kupası da bunu kanıtlamıştı.
menotti yine de samimiydi. ona göre kötülük, dikta rejimi ve carlos bilardo tarafından takıma oynatılan futbol tarzıydı. 'menottismo' ve 'bilardismo', birbirine tamamen zıt iki yaşam tarzıydı.
bilardo'nun da iri bir burnu vardı ve o da arjantin'e 1986'da bir dünya kupası kazandırmıştı, ama menotti'yle arasındaki benzerlik bunlarla sınırlı kalıyordu, iyi bir ailenin çocuğu ve yetenekli bir doktor olan bilardo, asaletten yoksun olmakla efsanevi hale gelen estudiantes takımında futbol oynamıştı. 1960'larda estudiantes formasını giyen juan ramon veron, o zamanlar yaptıklarını anlatırken "tek tek bütün rakiplerimiz hakkında bulabileceğimiz her şeyi bulmaya çalışırdık. alışkanlıkları, karakter yapıları, zayıflıkları ve hatta özel hayatlarının ayrıntıları. böylece sahada onları tahrik eder ve bize karşılık vererek, oyundan atılmalarını sağlamaya çalışırdık", demişti. estudiantes'in unu avrupa'ya da yayılmıştı, çünkü bu çete 1968-1970 arasında güney amerika şampiyonu olmuştu ve milan'la, insana dehşet veren bir dünya kulüpler kupası finali oynamışlardı. alf ramsey'nin 'hayvanlar' diye nitelendirdiği, 1966 dünya kupası'ndakı arjantin ulusal takımı da aynı dalganın bir parçasıydı. feyenoord'da oynayan wim van hanegem, bilardo için, "çok zekiydi", diyor. "ufak tefek, incecik bir adamdı, ama çok becerikliydi. sert mi? evet, o da doğru ama benim için pek önemi yoktu. en kötü tarafı insana tükürmesiydi. buna dayanamıyordum, tekmelese daha iyi olurdu." feyenoord maçında bilardo, joop van daele'nin gözlüğünü kırmıştı. ama bugün, "bu olayı anımsamıyorum", diyor. büyük olasılıkla anımsamıyordur da..
dr. bilardo arjantin teknik direktörü olunca, daha sert ve maço bir takım oluşturdu. arjantin 1986 dünya kupası'nı kazandı ve 1990'da final oynadı, ama sıradan futbolseverin gözünde takımın sokak çetelerinden hiç farkı yoktu. o takımı belki de en iyi tanımlayan şey, maradona'nın, tanrı'nın eli'yle attığı goldü. bu, tipik bir estudiantes numarasıydı ve hiçbir estudiantes oyuncusu bunu yaptığı için özür dileme zahmetine katlanmazdı. bu, 'bilardista' futboluydu ama bilardo, oyun tarzlarını birer felsefe olarak görmeyi ısrarla reddediyor. ona göre futbol futboldur ve önemli olan tek şey kazanmaktır.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında mehmet demirkol'un "(federal) almanya'yı sevmek" başlıklı yazısından;
78'de almanya'yı değil hollanda'yı seyrediyorum daha çok. maçlar garip saatlerde. saat farkından haberdar oluyorum. hollanda'nın muhteşemliğini anlıyorum. babam "onlar dünyanın en iyi takımı" demişti ya! öyleler. hollanda ile almanya arasındaki farkı çok anlamıyorum. ikisi birbirine çok yakın biliyorum. benzer adamlar olmalı. hepsi sarı kafa hem. atlas üzerinden kasaba kasaba işaretleyerek izlediğim yol, yaptığım sanal ziyaretlerden biliyorum ki, teyzemin emsdetten'deki, münster yakınlarındaki bu kasabadaki evi, hollanda sınırına bir parmak mesafede. başkentinin adını da seviyorum den haag... daha çok sevdiğim, başkentin iki isimli olması, lahey de denebiliyor buraya. pek enteresan.
ankara'da buluşuruz yani malatya'da gibi... komik. çok iyi futbol oynuyorlar. her sabah okumadığım, adeta ezberlediğim tercümanım arka sayfasındaki fotoğraflarda formalarının rengini de görüp vuruluyorum. harikalar... arjantin'i yenebilirler. arjantin kim ki! oraya henüz gitmemişim. sanal da olsa, gemi/uçak kullanamıyorum... finalde yenikler... nanninga girip hemen atıyor beraberlik golünü, rensenbrick'in topu direkten dönüyor. kupa ellerinden kayıyor, kempes'in sevimsiz arjantini'ne gidiyor. arjantin kim ki! hollanda'yı artık sevmiyorum. almanya'dan farklı olmalılar. almanya herkesi yener. bir de şunların yaptığına bak. almanya öyle mi dünyanın en iyi takımlarını yenerler, onlar muhteşem adamlar.
ilk basımı 2002 yılında olan yapı kredi'nin "top bir dünyadır" adlı kitabından;
erden güley'in "futbol bizim dünyamız" başlıklı yazısından;
arjantin posta idaresi, 1977 yılında 2 pul bastırarak dünya kupası'nı tanıtmaya başladı. 1978 yılında ise logonun yer aldığı 1 pul çıkartan arjantin posta idaresi, maçların yapıldığı kentlerle ilgili 5, futbol kompozisyonlu 5 pul ve iki de blok çıkardı. 1978 dünya kupası konusunda onlarca ülke pul bastırdı.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
70 dünya kupası'nda brezilya'nın kazandığı zaferin kutlamaları sırasında brezilya diktatörü general medici futbolculara para bağışında bulundu, elinde zafer kupası olduğu halde onlarla fotoğraf çektirdi ve hatta topa kafa vurarak fotoğraf makinelerine poz verdi. brezilya karması için bestelenen "prafrente brasil" ülkenin milli marşı olarak kabul edildi; bu arada televizyonlarda pele'nin çimenler üzerinde uçarken çekilen görüntüleri, "brezilya'yı kimse durduramaz," yazılarıyla birlikte veriliyordu.
arjantin 78 dünya kupasını kazandığında general videla da fırtına gibi hızlı kerapes'in görüntülerini aynı amaçla kullandı.
futbol demek vatan-millet demekti, bütün güç futboldaydı ve asker diktatörlerin hepsinin de sloganı "ben vatanım" oluyordu.
bu arada şili'nin tek adamı general pinochet, ülkenin kalburüstü kulüplerinden colo-colo'nun başkanı oldu.
aynı şekilde bolivya'da iktidarı ele geçiren general garcia meza da ülkenin en kalabalık ve en ateşli taraftarına sahip olan wilstermann kulübü'nün başkanı ilan etti kendisini.
futbol demek halk demekti, o halde bütün güç futboldaydı ve bu diktatörler de "ben halkım" sloganını kullanmaktan vazgeçmiyorlardı.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
arjantin ile hollanda arasındaki final maçının sonucu uzatmada belli oldu. arjantinliler 3-1 galip geldiler, bu zaferde bir bakıma, arjantin'i son dakikada yenilgiden kurtaran yurtsever kale direğinin de büyük payı vardı. rensenbrink'in bir şutunu durduran bu kale direği, insanoğlunun nankörlüğü yüzünden askerî dikta yöneticilerinden herhangi bir nişan almadı. yine de mario kerapes'in attığı goller, sonucu tayin etti; rüzgârı arkasına alarak kâğıtlarla dolu bir çim sahada hiç yorulmadan koşup duran bir tay gibiydi kempes.
kupayı alma anında hollandalı oyuncular arjantin diktasının şeflerini selamlamayı reddettiler. brezilya üçüncülüğü elde etti. italya da dördüncü oldu.
kupanın en iyi oyuncusu kempes altı golle gol kralı oldu; onu beşer golle perulu cubillas ile hollandalı rensenbrink izlediler.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
dünyanın dört bir köşesinden beş bin gazeteci arjantin'e gelmişti; basın ve televizyon merkezi son derecede moderndi; statlar muhteşem, havaalanları yepyeniydi; kısacası her şey göz kamaştırıcıydı. en yaşlı alman gazetecileri, 78 dünya kupası'nın, hitler'in büyük bir debdebeyle berlin'de açılışını yaptığı 36 olimpiyatı'nı hatırlattığını söylemeden edemiyorlardı.
gelirler ve giderler tam bir devlet sırrıydı. milyonlarca dolarlık masraf ve savurganlık olduğu muhakkaktı, ama askerî cunta tarafından yönetilen bir ülkede insanların yüzlerinden mutlu gülümsemeler kaybolmasın diye masrafların yekûnu hiçbir zaman açıklanmadı. dünya kupası'na ev sahipliği yapan asker liderler, bir taraftan da insanları yok etme planlarını tam gazla uyguluyorlardı. "nihai çözüm" adını verdikleri planlarıyla binlerce arjantinliyi iz bırakmadan katlettiler; ölenlerin sayısı hiçbir zaman tam olarak bilinmedi; kim öğrenmeye çalışıyorsa her ne hikmetse yer yarılıp içine giriyordu. arjantin'in sociedad real kulübü'nün başkanı celedonio pereda, futbol sayesinde arjantin' in, batılı ülkelerin basın ve yayınında sunulan kötü şöhret ve imajının sona ereceğini söyledi. bütün şampiyona boyunca birkaç kez tökezleyen arjantin karması yerel muhabirler tarafından zorunlu olarak göklere çıkarıldı. ne oyuncuları, ne de teknik direktörü eleştirmek söz konusuydu.
ülkenin dışarıda yaygın olan kötü imajını örtmek amacıyla dikta rejimi bu konularda uzmanlaşmış bir amerikan şirketine yarım milyon dolar ödemekten kaçınmadı. burson-masteller şirketi uzmanlarının raporunun başlığı şöyleydi: "ürünler için geçerli olan ülkeler için de geçerlidir" dünya kupasının güçlü adamı carlos alberto lacoste, verdiği bir demeçte şunları söylüyordu: "avrupa'ya ya da amerika birleşik devletlerine gittiğimde beni en çok etkileyen şey ne mi? büyük binalar, büyük havaalanları, muhteşem arabalar, lüks eşyalar..."
dolarları buhar edip yok etmede, ani servet yaratmada bir hokkabaz gibi ustalaşmış olan bu amiral, kendisine rakip olabilecek bir başka asker kökenli kişinin esrarengiz bir cinayete kurban gitmesinden sonra dünya kupası'nda tek adam durumuna geldi. lacoste, muazzam meblağları kimseye hesap vermeden kullanıyordu; galiba bu meblağların bir kısmı dalgınlık eseri cebine girmişti. dikta rejiminin maliye bakanı juan alemann, kamu kaynaklarının sorumsuzca harcanması konusunda birtakım yersiz sorular ortaya attığında, amiral alışılmış uyarılarından birini daha yapmada gecikmedi: "kabak başlarında bir bomba gibi patlayacak olursa sızlanmasınlar..."
gerçekten de arjantin seyircisi peru'ya atılan dördüncü golü çılgınca alkışlarken alemann'm evinde, kimin tarafından yerleştirildiği belli olmayan bir bomba patlayıverdi.
dünya kupası'nın sonunda amiral lacoste, organizasyonda göstermiş olduğu çabaların bir ödülü olarak fifa'nın başkan yardımcılığına getirildi.
ilk basımı 2002 olan christian eichkler'in "futbolun beceriksizleri ansiklopedisi" kitabından;
rensenbrink, rob, tarihte ülkesinin dünya şampiyonu unvanını oyunun son dakikasında şutu kale direğinden dönerek engelleyen tek oyuncudur. rensenbrink, 1978 dünya kupası final maçında, buenos aires'te durum 1-1'ken, maçın son saniyesinde topu direğe vurmuştu. arjantin dünya şampiyonu oldu, hollanda asla.
tek bir yenilgisi olmayan brezilya üçünücülkle yetinirken arjantin ve hollanda birer yeniglsine karşın dünya şampiyoluğu için river plate’de karşı karşıya geliyorlardı.
gerçekten zor bir finaldi. maç öncesi futbolcular arasında gergin bir hava yaşandı. willy van de kerkhof `un elinin sarılı olduğunu gören arjantinliler, hakeme itiraz edip, willy`nin elindeki sargıyı açmaya kalkışınca ortalık karıştı. hollandalı futbolcular sahayı terk etti. 10 dakika sonra ikna edildiler ve maç başladı.38. dakikada kempes, attığı golle tribünleri adeta çılgına çevirdi. ikinci yarıda hollanda, rakibine oranla daha ataktı. 58. dakikada rep`in yerine giren nanninga, 81. dakikada beraberliği sağladı. böylece maç uzatmaya gitti. uzatmanın ilk yarısının sonlarında kempes, kalecinin hatasını affetmedi ve topu ağlara gönderdi. tribünlerin sevinci ve sahanın konfetilerle kaplanmasından sonra sahneye bertoni çıktı ve perdeyi kapatan golü attı. artık tüm seyirciler, " argentina campeon " (şampiyon arjantin) şarkısıyla coşuyordu.
kupanın ardından arjantin, adeta karnaval alanına döndü. arjantin teknik direktörü luis menotti, final boyunca tam 2 paket sigara bitirmişti.
#44 kempes konfetilerin arasından müthiş golü buluyor arjantin vs hollanda, 1978
rekor seviyeye çıkan enflasyon oranı, hızla artan işsizlik sorunuyla bunalan arjantin'de askeri cuntanın baskısı ev sahibi oyuncuların 78'deki turnuvayı kazanmaları için büyük bir baskı oluştur muştu. ne var ki bu baskı golcü mario kempes'i olumlu yönde kamçılamış olsa gerek, çoraplarını ayak bileğine kadar giyen uzun saçlı golcü altın ayakkabı yolunda altı golü rakip ağlara bırakmıştı. en dramatik golünü de finale saklamıştı. hollanda karşısında topu ardiles'ten alan kempes, ayak parmaklarının üzerinde yürür gibi topla ilerlemiş ve meşin yuvarlağı kaleci jan jongbloed'in ardına göndererek takımına bir gol kazandırmıştı. gol sevincini kendi etrafında dönerek kutlayan oyuncu bu gol hakkında daha son raları şunları söyleyecekti: "eğer o anda kalp krizi geçirip ölseydim, bundan daha görkemli bir ölümü hayal bile edemezdim."
1978 dünya kupası zaferinin gölgesinde, arjantin'de askeri darbe yapan cunta 30.000 insanı "ortadan kaldırdı". elbette futbol da darbecilerin kurbanı oldu.
24 mart 1976
arjantin güçlü rakibi polonya'yı chorzow'da 2-1 yenmiş, cesar luis menotti'nin talebeleri böylelikle 1978 yılında arjantin'de düzenlenecek olan dünya kupası finalleri öncesinde iyice havaya girmişti. el faco (ince adam) milli takıma yeni bir felsefe getirmişti. 1960'lardaki nasıl olursa olsun kazanmaya dayalı çirkef futbol ve barbarlık gitmiş, yerine akıcı bir hücum anlayışı gelmişti. menotti bu değişimden daha sonra "süreç" olarak bahsedecekti.
aynı gün, atlantik okyanusu'nun öteki tarafında çok farklı bir süreç başlıyordu: "ulusal yeniden yapılanma süreci." takım chorzow'da sahaya çıkmadan birkaç saat önce, tanklar buenos aires'in mayıs meydanı'nda toplanmış, komutan jorge rafael videla liderliğindeki cunta herkes tarafından gülerek karşılanan bir darbe yapmış ve "isabelita" peron'un hükümetini devirmişti.
buenos aires'teki bir restoranda konuştuğumuz, darbe sıralarında polonya'ya attığı golle arjantin'e galibiyeti getiren rene houseman o günü şöyle hatırlıyor: "bize maçtan sonra haber geldi ama biz duruma gerektiği kadar önem vermemiştik." sonra sesi birden alçalıyor: "hiçbirimiz durumun ne kadar ciddi olduğunu o zamanlar anlayamamıştık."
gazeteci ezequiel fernandez moores "20. yüzyıl boyunca arjantin hep peşinden darbe gelen birkaç yıllık demokrasilerle yönetildi" diyor. "ancak bu kez ne olacağını kimse bilmiyordu."
"arjantin'in tekrar güvene kavuşması için gerektiği kadar insan ölmeli" demişti cuntacı general videla. cunta, arjantin'in "komünizm tehdidi" altında olduğuna inanıyor, gazetecileri, entelektüelleri, öğrencileri, öğretmenleri ve işçi sendikası üyelerini arjantin'in "batılı ve hıristiyan değerlerine" karşı bir tehlike olarak görüyordu.
school of americas'ta "muhaliflere uygulanacak teknikler" konusunda uzmanlaşan ordu, rejimin 1983'te yıkılışına kadar yaklaşık 30.000 kişiyi kaçırdı, işkence yaptı ve katletti. ancak, bu 30.000 kurbandan çoğunun sonu halen belirsizliğini koruyor.
"onların durumu farklı" demişti videla kendisine binlerce kayıp insan hakkında hazırlanan raporlar sorulunca. "onlar ne ölü ne de diri. ortadan, kayboldular."
bugün bile madres de plaza de mayo, yani mayıs meydanı anneleri (ve anneanneleri), "kirli savaş" sırasında "kaybolanların" anısına her perşembe günü öğlen vakitlerinde yarım saatliğine buenos aires'teki meydanda toplanır.
mario kempes'in golleri, konfeti yağmuru ve archie gemmill'in hollanda'ya attığı harika gol belki de 1978 dünya kupası'nın asla unutulmayacak hatıraları arasında. arjantin'in peru'yu 6-0 mağlup ettiği maç dışında çok az maç hatırlanır o zamanlardan. yine de dünya kupası, arjantin'de diktatörlük ve futbol arasındaki en belirgin bağlantıydı. direkt olarak hiçbir katkısı olmadıysa bile turnuvanın cuntanın ülke hakkında pozitif imaj sergilemesinde yardımları dokundu. cunta ise bu fırsatı öylesine ciddiye almıştı ki, arjantin'in kazanması için şike ve doping girişimlerine göz yumduğu söylentileri dolanmaya başlamıştı.
fakat gerçek şu ki, darbenin yapıldığı 1976 senesinden falkland savaşı'yla rejimin yıkıldığı zamana kadar, şiddet futbolun her seviyesine sızmayı başarmıştı. toplumda diktatörlükten nasibini bir tek bazı ekonomik sektörler almadı" diyor arjantin'in şu anki spor bakanı claudio morresi. "futbol popüler kültürün bir parçasıydı ve o zamanlar şiddetin futbola da sıçraması kaçınılmazdı."
genç bir oyuncuyken morresi, uruguaylı efsanevi golcü enzo francescoli ile birlikte forma giydiği river plate'e transfer olmadan önce huracan'ın genç takımlarında oynamıştı. fakat los mîllionarios'a gitmeden önce morresi de diktatörlüğün birinci elden şiddetine maruz kaldı. darbeden bir ay sonra, claudio'nun küçük kardeşi norberto kaçırıldı ve kafasına altı el ateş edilerek öldürüldü. norberto henüz 17 yaşındaydı. morresi o zamandan beri arjantin'de insan haklan konusunda sürekli aktif görev almış ve 1978'de dünya kupası şampiyonu olan ekipten arkadaşı ricky villa da onu yalnız bırakmamış. tottenham'a dönmeden önce villa, tucuman'da forma giydi. "o zamanlar saçım uzundu ve sakal bırakmıştım. tam bir gerilla gibi görünüyordum ama başıma bir şey gelmedi! futbolcu olmamın yardımı dokundu sanırım. bir keresinde barda oturuyordum ve askerler gelip herkese dışarı çıkmalarını söylediler. kapıda duruyorlardı ve tüfeklerini aşağıya doğru tutarak herkesi yanlarından geçerken eğilmek zorunda bırakıyorlardı. sanki savaşta gibiydik ama kime karşı olduğunu kimse bilmiyordu."
akrabalarını kaybeden futbolculardan iftira atılarak doğrudan şiddete maruz kalan futbolculara, bazı oyuncular hakkında kanlan dondurucu hikâyeler var.
claudio tamburrini 20'li yaşlardayken 2. lig ekibi almagro'nun kalesini koruyordu. öğlenleri buenos aires üniversitesi'nde felsefe derslerine katılmak için şehrin diğer ucuna giderdi. kısa bir zaman önce politikaya merak salmış ve komünist parti'ye katılmıştı. darbeden iki yıl sonra, tamburrini kaçırıldı ve mansion sere adlı toplama kampına gönderildi. o sıralar aklından sadece salıverilip almagro'ya dönmek geçiyordu. kontratının süresi dolmuştu ve 15 gün sonra sona erecek transfer dönemi bitmeden bir takım bulup bulamayacağı yönünde endişeleri vardı. tamburrini o kampta dört ay esir tutuldu. işkence ve sorgu sırasında askerler ona yumruk atarken gülüyor ve "hadi bunu yakala da görelim, kaleci" diyorlardı. tamburrini, mansion sere'den kaçmayı başardı ve şimdilerde felsefe öğretmenliği yaptığı isveç'e sığındı.
edgardo andrada darbenin gölgesinden kurtulamayan diğer bir kaleciydi. rosario central'da bir efsane haline gelen andrada, 1969 yılında maracana'daki maçta pele, santos formasıyla kariyerinin bininci golünü vasco'ya attığında kaleyi koruyordu. 1982'de rosario'ya döndüğünde central'ın gençlik akademisinde teknik kadroya katıldı.
birkaç sene sonra, eski ordu mensubu eduardo costanza yerel radyoda andrada'nın eski bir ordu istihbaratçısı olduğunu ve 1983'te iki peron yanlısının kaybolmasında onun da rol aldığını iddia etti. andrada ise bu iddiaları reddetti. "bu suçlamalarla hiçbir alâkam yok" demişti haberleri duyduktan sonra. "ordudaydım ama bu beni suçlu yapmaz." h.i.j.o.s. adlı insan haklan örgütü, 2005'te villa mitre-aceros zapla maçı öncesi mitre teknik direktörü juan de la cruz kairuz'u karşıo protesto düzenledi.
kairuz'un en çok gurur duyduğu anısı, futbol oynadığı zamanlarda santos'la yaptıkları bir dostluk maçıydı. edgardo andrada'nın pele'nin ilk golüne engel olamadığı maçta kairuz, pele'ye sahayı adeta dar etmişti. daha sonra de la cruz "bütün gazeteler o maçta pele'yi harika marke ettiğim konusunda hemfikirdi, pele'yi oyundan düşürmüş birisiyim ben" demişti.
kairuz daha sonra futbolculuk yeteneğini rafa kaldırdı ve jujuy'da, atletico ledesma teknik direktörlüğünü yaparken polis kuvvetlerine katılma karan aldı. arjantin'in önde gelen spor dergisi el grafico'nun onunla yaptığı röportajda "jujuy polis kuvvetlerinin şefi bir futbol fanatiğiydi ve bana da iş teklifi getirdi" demişti de la cruz.
kocası kaybolan olga aredez evine yapılan bir baskında kairuz'u da gördüğü yönünde ifade vermişti. "yaklaşık 30 kişi ellerinde makineli tüfeklerle evimize daldılar ve başlarında atletico ledesma teknik direktörü juan de la cruz kairuz vardı." andrada gibi o da kendisine yöneltilen bütün suçlamaları reddetti ve hakkında herhangi bir dava açılmadı.
oyuncu ve teknik direktörlerin cuntayla ilişkisi olduğu zamanlarda orduda özellikle birisi vardı ki gücünü tuttuğu takım yararına kullanmaktan çekinmemişti. gençlik zamanlarında, ordudaki kariyerinden önce carlos suarez mason, argentions juniors'ın genç talanıma katıldı. yıllar sonra, kulübe hâlâ gönülden bağlı olan general suarez mason, gücünü başında olduğu petrol şirketinin kulübe para kaynağı sağlamasında kullandı. şirket uçağını maçlara gitmek için dilediği zaman alır, bir yandan da yetenekli çocukları, özellikle de diego maradona adlı bir tanesini birkaç sene daha argentinos'ta tutabilmek için gerekli olan paranın kulüp kasasında bulunduğundan emin olmaya çalışırdı. bugün bile, diego maradona nın babası, oğlunun adının verildiği stattaki kendisine özel koltuğunda otururken görülebilir. suarez mason ise 2005 yılında hayatını kaybetti ve onunla birlikte 254'ten fazla kayıp, iç ettiği şirket hâsılatı ve açıklığa kavuşturulamamış cinayetler de tarihin tozlu sayfalarına kaldırılmış oldu.
komşuları uruguay, brezilya ve şili'nin dünya kupası'na ev sahipliği yaptığını gören arjantin, 1978'de futbolun vitrinine çıkma konusunda can atıyordu fakat darbe sonrası üyeliği yara almıştı. turnuvanın ülkede yapılmasını garantilemek için cunta üyesi, deniz kuvvetleri komutanı emilio massera, fifa'nın ileri gelen isimleriyle bir lobi oluşturmak için görevlendirildi ve arjantin amacına bir şekilde ulaşmayı bildi. arjantin, dünya kupası'na ev sahipliği yapabilmek için 520 milyon dolar harcadı (dört yıl sonra ispanya sadece 150 milyon dolar harcayacaktı) ama harcamalarla ilgili hesap raporları asla yayınlanmadı.
zamanın hazine sekreteri juan alemann toplantılarda dünya kupası için yapılan harcamaların miktarını eleştiriyordu. arjantin, 6-0 kazandığı peru maçında dördüncü golünü attığı sırada alemann'ın evine bir bomba düştü. patlamadan karısıyla birlikte sağ kurtulan alemann, eleştirilerine daha sonra da devam etmekten çekinmedi. alemann daha sonra "turnuva olmasaydı ülke daha az borçlanır, enflasyon daha düşük olurdu" demişti, "insanlar içecek su bile bulamazken, biz evlerimize renkli televizyon kurdururduk."
fakat bu, rejimin umurunda değildi. yurt dışındaki imajlarını düzeltmenin bir fırsatını yakaladılar ve buna göre hareket ettiler. stratejiler belirlenmesi için bir halkla ilişkiler şirketi tutuldu. gecekondular yıkıldı veya yabancılar görmesinler diye önlerine duvarlar örüldü. "kayıp" kişilerden bahsetmek arjantin karşıtı propaganda sayıldı ve yasaklandı. turnuva sona erdikten sonra, dünya kupası'nı denetlemekle görevlendirilen koramiral carlos lacoste şu açıklamayı yaptı: "bizim için dönüm noktası dünya kupası veya futbol değil, eskiden mağlupken artık galip olmamızdır. sadece futbolda değil, her konuda."
ancak claudio moressi'ye göre, dünya kupası'na ev sahipliği yapılması cuntanın aleyhine de olmuştu. "binlerce gazeteci geldi ve ne olup bittiğini gördü. kayıpların anneleriyle tanışıp onlarla sohbet ettiler."
en iç burkan sahnelerden birisiyse marta moreira de aramburu'nun hollanda televizyonu çalışanlarıyla yaptığı konuşma sırasında yaşandı: "çocuklanmızın nerede olduklarını bilmek istiyoruz, ölü ya da diri. bize yardım edin, lütfen, bize yardım edin."
örgütün kurucularından biri olan hebe de bonafini, dünya kupası'nın mayıs meydanı anneleri'ne seslerini dünyaya duyurma fırsatı verdiğini söylemişti.
turnuva sırasında çoğu oyuncu yüzlerini başka taraflara çevirdi ama bazıları duruma sessiz kalmadılar. isveç milli takımı'nın kalecisi ronnie hellstrom, annelerin mayıs meydam'ndaki haftalık yürüyüşlerinden birisine katıldı. alman oyuncu paul breitner ise oyuncuların "elleri kana bulanmış" generallerle el sıkışmamaları gerektiğini söyleyerek turnuvada oynamayı reddetti. ayrıca, alman milli takımı'nın arjantin'de oldukları süre içerisinde "diktatörlük" kelimesini kullanmaları yasaklandı. defans oyuncusu bertie vogts ise herhangi bir şiddet belirtisine rastlamadığım belirtmişti.
fransa'daysa "22 oyuncu, 22 fransız kayboldu" sloganıyla boykot çağrılan yapılıyordu. ricardo gotta'nın "bir zamanlar şampiyonduk" adlı kitabında yazdığına göre, bu sloganın seçilme sebebi diktatörlük tarafından katledilen fransız vatandaşı ve milli takım kadrosundaki oyuncu sayısının aynı olmasıydı.
johan cruyff seyahat etmemesine politik sebepler göstermiş fakat daha sonra turnuvaya katılmama sebebinin barcelona'daki evine hırsız girdiği ve bu nedenle ailesinin yanında kalmak istemesi olduğunu belirtmişti. finalin ardından hollanda milli takımı generallerin de bulunacağı resmi yemeğe katılmayı reddetti.
turnuva sırasında ülkenin dört bir yanındaki toplama kamplarında işkence ve cinayetler devam ederken 63 kişi daha ortadan kayboldu ama maçlar sırasında bir ateşkes havası hâkimdi. o kamplarda alıkonulan insanlardan hayatta kalanlar arjantin maç yaptığı sırada askerlerin her şeye ara verdiklerini söylüyorlar. hatta sierra chica'daki kampta, yasal ve yasa dışı gerekçelerle gözaltına alman kişiler de duyabilsin diye radyo hoparlöre bağlanırmış. finalin olduğu gece işkenceden sorumlu şef jorge "kaplan" acosta, 5.000 kişinin kaybolduğu düşünülen river plate yakınlarındaki esma (bir donanma okulu) toplama kampında sevinçli bir şekilde odaya girmiş. kamptan kurtulan graciela daleo o geceyi şöyle anlatıyor: "bize sarıldı ve 'kazandık! kazandık!' diye bağırmaya başladı. içimden 'eğer o kazandıysa, o zaman biz kaybettik' dediğimi hatırlıyorum. eğer bu onun için bir zaferse, bizim için bir hezimetti." raul cubas da esma'dan kurtulmayı başaran 200 kişiden biri. orada geçirdiği süre boyunca, kaçırılan insanların makale yazarak veya çevirisini yaparak donanma yararına çalıştırıldığı "akvaryum" adlı bölümde o da görev almış.
deniz kuvvetleri komutam emilio massera ülke demokrasiye döndükten sonra başkanlığa aday olmayı umuyordu ve dünya kupası hazırlıkları sırasında cesar luis menotti'den gelecek güzide bir iltifatın bu isteğinde ona yardıma olacağına inanıyordu. cubas'ın menotti'nin basın toplantılarından birine katılmasına ve milli takım teknik direktörüyle röportaj yapmasına karar verildi. ayrıca, ona massera hakkında menotti'den bir yorum alması da emredildi. cubas'm cebinde esma'da esir tutulan hatırlayabildiği herkesin isminin bulunduğu bir üste vardı: "çok korkuyordum, dizlerim titriyordu" diyor. cubas o listeyi menotti'ye vermedi veya massera hakkında güzide bir yorum alamadı ama teknik direktöre yakın oturmayı başardı. ertesi gün, kimsenin aylardır görmediği raul cubas ulusal gazetelerin ön sayfalarına çıkmıştı. "en azından orada olduğumun, hayatta olduğumun bir kanıtı vardı." arjantin dünya kupası'nı ilk defa kazandıktan 30 yıl sonra, ricky villa ve rene houseman, esma'dan monumental'a, 1978'de arjantin'in hollanda'yı yendiği stada yürüyenler arasındaydı. kurbanların akrabaları kaybettikleri yakınların anısına diğer final adıyla bir maç düzenlemişlerdi ve bu karşılaşma ülke televizyonlarında yayınlandı. "beni çağırdıklarında hiç tereddüt etmedim" diyor houseman. villa ise kendisine sorulmasından endişe duyduğu bazı zor sorulardan bahsediyor: 'annelerden bazıları bana 'ricky, neler olduğunu nasıl fark edemedin? biz ağlarken sen gol atıyordun!' diyebilirdi. bunlar benim için kaldırması zor sözlerdi."
claudio morresi de oradaydı. "oraya hükümeti temsilen gitmedim. kendi adıma, o kadar insanın hayatlarını ne için kaybettiklerini hatırlamaya gittim. ayrıca işlere karışmayan çoğu insanın adını 'temizlemek' de istiyordum." moressi, arjantin'in 1978'deki kadrosundan bahsediyordu. bu kadrodan çok az kişi "diğer final" için stada gitmişti. neden bilmiyorum" diyor ricky villa. 22 kişiyi aynı konuda ikna etmek zor. bu oyunculardan çoğu yanlış bir şey yapmadığımız ve gizleyecek bir şeyimiz olmadığı için herhangi bir açıklamada bulunmak zorunda olmadıklarını düşünüyor. ben şahsen insan haklan örgütleriyle oturup neler olduğunu konuşmak konusunda bir sorun görmüyorum. o zaman olanları birileriyle paylaşmak istiyorum."
cesar menotti'nin oyunculara maça gitmemelerini söylediği yönünde söylentiler vardı. şimdi 70 yaşında olan menotti bir zamanlar komünist parti üyesiydi. polonya'da olduğu sırada darbe yapıldığını duyunca "bu darbeler arjantin'i 100 yıl geriye götürdü" demişti. yine de sesini fazla yükseltmedi ve cuntaya iktidarda kalmasında (istemeden de olsa) yaptığı yardımlar yüzünden sürekli eleştirildi.
ardiles bir keresinde yabancı gazetecilerin dünya kupası sırasında insan haklan konularında sorduğu sorular yüzünden oldukça sinirlendiğini itiraf ediyor; bu soruların o sıralar komünist propaganda yapmak amacıyla sorulduğunu düşünmüş o zamandan beri de pişmanlığı devam edi yor: "hoşlansak da hoşlanmasak da, turnuvayı kazanarak soykırım yapan bir cuntanın iktidarda kalmasını sağladık."
kupa kazanıldıktan sonraki kutlamada sol bek oyuncusu alberto tarantini, videla'ya yaklaşıp kaybolan üç arkadaşına ne olduğunu sormuş. ancak askerler tarafından ona sesini kesmesi söylenmiş.
30 yıl geçti ama villa o zamanlar sesini çıkarmadığına hâlâ pişman: "gençtim ve aptaldım. neler olup bittiğini bilmiyordum. ama şimdi kendimi bütün o yaşananlar konusunda bir şeyler söylemek zorunda hissediyorum." "diğer final" için esma'dan el monumental'e yürürken villa, defensores de belgrano'nun stadının yanından da geçmişti. 9.000 kişilik marcos zucker tribünü diktatörlüğün yarattığı baskının adeta sembolü haline gelmiş olan esma'yı tam karşıdan görüyor. tribüne adı verilen 25 yaşındaki defensores taraftan zucker ise 1980 yılında kaybolmuş.
rene houseman kariyerine dönüp baktığında hüzünlenmeden edemiyor: "eğer şu anda bildiklerimi o zaman biliyor olsaydım, dünya kupası'nda oynamazdım."
tüm bunlara rağmen, dünya kupası'nda oynamama karan alan bir oyuncu vardı. jorge carrascosa, 1970'lerde arjantin'e kaptanlık yapmıştı ve cesar luis menotti teknik direktörlüğundeki huracan'ın 1973 yılında lig şampiyonluğunu kazanan kadrosunun da kaptanı oydu.
carrascosa, menotti'den kendisini 1978 kadrosundan çıkarmasını istedi. huracan'ın tarihini kaleme alan gazeteci gustavo catalano'yla konuşurken, aldığı karan şöyle anlatmıştı: "bulunduğum her yerde hep pozitif bir etki yaratmak istemişimdir. ancak o zamanlar zor bir süreçten geçiyorduk. dışarıdan bakılınca kararımı anlamak zor gelebilir ama bu karar benim hayat felsefemle alâkalı. hayatta futboldan daha önemli şeyler var." eminiz mayıs meydanı anneleri de onunla aynı fikirdeler.
futbol "kayıp" çocukların ailelerin birbirlerine tekrar kavuşabilmeleri için düzenlenen kampanyaya nasıl yardım ediyor?
"adım leonardo ponzio. bunu söyleyebiliyorum çünkü kim olduğumu biliyorum. eğer kimliğiniz hakkında şüpheleriniz varsa, büyükannelerle irtibata geçin." ponzio, arjantin futbolunun en önemli ismi olmayabilir ama o, diktatörlük sırasında sözde "isyancı" ailelerinden zorla alınan 500"kayıp" çocuğun aileleriyle tekrar bir araya gelebilmeleri için mayıs meydanı anneannelerine tv aracılığıyla yardım eden birkaç profesyonel futbolcudan biri. desteğini sakınmayan diğer bir profesyonel futbolcu olan osmar ferreyra pek tanınan bir isim olmasa da, konuyla ilgili ses getiren birkaç girişim daha bulunuyor. 1998 dünya kupası eleme maçlarında kolombiya'yla karşılaşan arjantin milli takımı sahaya üzerinde "şüphe duymayın, büyükanneleri arayın!" yazan bir pankartla çıkmıştı. şimdiye kadar 96 kişinin yeri tespit edildi.
hani bazı kentler vardır; uzaktan büyülüdür, ismi bile sizi çağırır. işte buenos aires onlardan biri. güzel havalar diyarı buenos aires denince, hemen herkesin aklına tango ezgileri, dünyanın en güzel biftekleri, güzel kafeler, şık insanlar, futbol ve ille de maradona, eva peron, che guevera gelir; ki bu beklentilerde hiç düş kırıklığı yaşanmaz.
buenos aires'in konumuna baktığınızda, atlantik okyanusu kıyısında rio parana ve rio uruguay nehirlerinin oluşturduğu huni biçimindeki rio de la plata adı verilen ağızda kurulduğunu görürsünüz. rio de la plata'ya, dünyanın en geniş akarsu yatağını oluşturmasından ve renginden ötürü gümüş ırmağı denir. 16. yüzyılın başlarında ispanyol gemilerinden biri, rio de la plata'dan geçip kıyıya demirlediğinde heyecanlanan kaşif kaptan, "ciudad de la santisima trinidad y puerto de santa maria de los buenos aires ismi verir o topraklara; yani, "en kutsal ruhun şehri ve güzel havalı, meryem anamızın limanı". şükür ki aklıselim insanlar bu ismi kısaltıyorlar ve güzel havalar yani buenos aires işte böyle doğuyor...
ne fena şey cahillik
dedik ya bazı kentlerin ismi bile size çağırır. bu çağrıya iki yıl önce ekim ayında kulak verdik. yılların hayalini gerçekleştirmiştik ve deyim yerindeyse havalarda uçuyorduk.
kente ayak basar basmaz, kentin büyüsü bizi öyle bir sarıp sarmaladı ki, uyuyamadık heyecandan. uykuda geçen zamana acıdık ve yürüdük hiç durmadan...
ülkenin bağımsızlığının ilan edildiği (25 mayıs 1810) ve arjantin cuntasının (1976) sekiz yıllık iktidarının başlangıç noktasındayız: plaza de mayo meydanı. tarih boyunca protestoların kalbi olmuş bir meydan. öyle bir meydan düşleyin ki, her bir köşesine tarih, acı, hüzün sinmiş. rehberimiz, yıllar önceki bir protestoya katılanlara güvenlik güçlerinin saldırısı sırasında, meydanda bulunan katedralin, kapılarını yardım çığlıklarına rağmen kapattığından söz ediyor. ve o günden bu yana katedralin bu ayıbının hiç unutulmadığını, duvarlarına "katil kilise" yazılmaktan vazgeçilmediğini anlatıyor. hikâye dinler gibi dinliyoruz. ne meydanın öneminden haberimiz var, ne de dökülen kan ve gözyaşından... dedim ya, cahillik fena şey...
bir kitap ve utançlarım
yıl 2009... temmuz ayında kızıl nehirler, taş meclisi, leyleklerin uçuşu, kurtlar imparatorluğu kitaplarından tanıdığımız jean christophe grange'ın son kitabı koloni (miserere), raflardaki yerini alıyor. uzun zamandır beklediğim kitap çıkar çıkmaz soluk soluğa okuyorum. öyle bir okuyorum ki, her gün bilgisayar başına oturup kâh kitapta adı geçen siyasi olayları araştırıyor kâh kitaba adını veren ilahiyi ve müzikleri dinliyorum. öyle bir okuyorum ki, kendimden geçiyorum ve sürekli kitaptan söz ediyorum karşıma her geçene...
romanın orijinal adı "miserere". yani kiliselerde makamla okunan davut peygamber mezmurlarının ellincisi. mezmur, zebur surelerine verilen ad. (dinlemek isterseniz gregorio allegri-miserere mei deus.) "koloni", paris'te bir ermeni kilisesinde koro şefinin esrarengiz şekilde ölümüyle başlıyor. tarihsel bir fonu olan bu güçlü hikâye içinde kirli siyaset, condor planı, çocuk katiller, işkenceler, çığlıklar, şili yakın tarihi, naziler, fransa'nın kirli çamaşırları bir bir boy gösteriyor. anlıyoruz ki, dünyadaki tüm kötülükler akraba ve birbirini besliyor. condor planı... beni en etkileyeni ve utandıranı. çünkü bilmiyorum. öğreniyorum tabii. hem de internetteki tüm bilgileri yalayıp yutuyorum. ancak ne yazık ki condor planı'yla ilgili türkçe bilgiye ulaşmak çok zor.
condor planı ve anılar denizinde boğulma
ne mi condor (akbaba) planı? 1970'li yılların ortalarında cla'nin desteğiyle arjantin, bolivya, brezilya, şili, uruguay ve paraguay'daki diktatörlük yönetimleri sol muhalif avına çıkıyor. latin ülkelerindeki diktatörlere karşı seslerini yükseltenleri yok etmeyi amaçlayan ortak operasyonun adı condor planı...
bu planla 400 bin kişi tutuklanıyor, 50 bin kişi öldürülüyor ve 30 bin kişi kayboluyor.
adı niye mi condor planı? çünkü iki yıl boyunca cezaevlerindeki hücrelerde yer kalmayınca, tutsaklar uyuşturulup her çarşamba uçaklara dolduruluyor ve okyanusa atılıyor, işte bunları öğrenirken plaza de mayo gözümün önünde tüm görkemiyle beliriyor. o zaman anlıyorum ki, buenos aires'teki rehber bize bir şeyler anlatmak istemiş ancak biz anlamamışız.
buenos aires gezisinden iki yıl sonra kafamdaki tüm resimler ve sözler yerine oturuyor. anlıyorum ki, plaza de mayo yalnızca bir meydan değil. tüm dünya ülkelerine ilham kaynağı olan mayıs anneleri'nin acılarını, umutlarını, gözyaşlarını ve kanlarını her bir taşına akıttıkları bir alan...
1976-1982 yılları arası iktidar, elinde tutan darbeci generaller, ulusal uzlaşma süreci adı altında 30 bin insanın kaybolduğu (cezaevine giren 5 bin kişinin dışında) bir döneme imza atıyorlar. arjantin'de tüm bu yapılanlar, hiristiyan değerleri korumak ve komünizmi engellemek adına gerçekleştiriliyor. 1977 yılına gelindiğinde bir grup anne her şeyi göze alarak, (iki kişiden fazlasının bir araya gelmesi suçtu) kayıplara karışan çocuklarının, torunlarının, kardeşlerinin ve eşlerinin bulunması için pembe ev anlamına gelen casa rosada'nın bulunduğu plaza de mayo'da (mayıs meydanı) ilk defa 30 nisan 1977'de bir araya gelmeye başlıyorlar.
direnişin adı: mayıs anneleri
bir araya geldiler ve yıllar boyu hiç vazgeçmediler. başkanlık sarayı'nın (casa rosada) önünde, her perşembe saat 17.17'de, bu meydanda, toplandılar. kaybettikleri yakınlarını bu meydanda beklediler. torunlarının, çocuklarının, kardeşlerinin, dostlarının fotoğraflarını ya ellerinde tuttular ya boyunlarına astılar. ama ille de beyaz başörtüsü taktılar. bu eylem karşıtı olanlar perşembenin delileri dediler onlara... ilk başlarda sayılar, yalnızca 14 idi... 1977 yılının sonlarına doğru 300, çok geçmeden 2 bin oldular. darbecilerin korkulu rüyası, hâline geldiklerinde, bu mücadelenin ateşini yakanlardan bir anne evinden alındı ve kaybedildi". bu kayıplara başka anneler de eklendi. ama her geçen gün bilinçlenen ve politikleşen anneler yılmadılar. yine meydandaki yerlerini aldılar. tam 25 yıl boyunca hem de.
tüm dünya tanıdı onları... "mayıs anneleri", "plaza de mayo anneleri", "perşembe anneleri", "mayıs meydanı anneleri" olarak biliniyorlar. demokrasi tarihinde yerlerini aldılar. farklı kıtalarda, denizaşırı ülkelerde, tüm kayıp annelerine (türkiye'de cumartesi anneleri) ilham kaynağı oldular.
yaşanan bu destansı eylemin duygusunu anlatabilmek için ancak o coğrafyada doğmuş, büyümüş, aynı acıları yaşamış olmak gerekiyor. tıpkı "latin amerika'nın kesik damarları" kitabıyla tanıdığımız eduardo galeano gibi...
"plaza de mayo'dan toplayıp kırılan dişlerini yeniden geldiler yerlerde sürüklenen ak saçlarını tarayıp yeniden yüzlerindeki morluklarla, çürüyen etleriyle, sızılarıyla oğul kokan umutlarla, onlardan bir eşyayla onların dudaklarında susmuş bir şarkıyla geldiler. uykusuz geceleriyle ağırlaşan kirpikleriyle, kanla kırık bilekleriyle dik tutmaya çalışarak o fotoğrafları. (...) o parke taşı döşeli meydan eskitti taşlarını, diktatörlükleri eskitti asla eskitmedi plaza de mayo analarının yüreğini"
"bir daha olmasın"
ülke cunta yönetiminden kurtulduktan sonra kayıpların çoktan öldüğü ortaya çıktı.
ancak anneler generallerden hesap sorulması için eylemlerine devam ettiler. devlet arşivlerinin açılmasını, çocuklarına ve torunlarına ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
30 bin kayıptan yüzde 40'ı kadındı; bu kadınların yüzde 10'u ise hamile... sonunda arşivler açıldı ve kızlarından, gelinlerinden alınan 500 bebekten 90'a yakınının izine ulaşıldı. sahte doğum belgeleriyle bebekler cuntayla bağlantısı olan ailelere evlatlık olarak verilmiş ve yetiştirilmişti.
onlar nefret ettirilerek büyütüldükleri insanların çocukları olduklarını öğrendiler.
darbe görmüş tüm ülkelerdeki gibi arjantinli darbeciler de dokunulmazlık zırhını taşıyorlardı. ancak bu zırh, onlar, uzun süre koruyamadı. yaşları 80'i bulan mayıs anneleri'nin kararlı mücadelesi yakınlarını geri getirmedi ama arjantin anayasası, darbecilerin üzerindeki dokunulmazlığı kaldıracak şekilde değiştirildi. anneler sonunda amacına ulaştı ve 30 bin kişinin kaybolmasıyla ilgili, sayıları 3 bini bulan asker ve rütbeli yargılandı.
yeni anayasanın sevincini arjantin halkı, "affetmiyoruz, unutmuyoruz" pankartlarıyla meydanları doldurarak kutladı. bir slogan daha vardı: "bir daha olmasın."
ilk izledigim veya izlemeye calıştıgım,dünya kupası final macı, annem evin ortasına bir lehen koydu beni yıkıyacaktı anneme ihtiraz etme şansım yok. kafamı sabunluyor gözlerimi acamıyordum lehenin icinde evin ortasında annem beni yıkamaya calışıyor ara sıra gözümü acıp televizyona bakmaya calışıyordum annemde kafama banyo tasını geciriyordu,cok net hatırlıyorum mac 1-1 devam ederken hollandanın şutu direkten dönmüştü ve ben lehenin icinde pozisyonun tekrarına bakayım derken kafama bir tas daha yemiştim, annem,e gecenlerde sordum anne dedim cok eskiden bir gün ben maca bakmaya calışırken beni yıkıyordun kafama tası yerleştiriyordun hatırlıyormusun dedim o yıl 1978 senesiydi anne dedim,fakat daha sonraki yıllarda ögrenmiştimki o an benim kafama vurulan tas sadece bir anne şefkatinden kaynaklanıyormuş oysaki ben kafama tası yerken, arjantin,de faşizm aba altından sopa gösteriyormuş arjantinde zindanlarda insanlar inim inim inliyormuş,faşizm acımasız yüzünü arjantinde dünya kupası varken bile dünya seyirci kalıyormuş ve zindanlarda insanlar işkencelerle katlediliyormuş ne zaman aklıma faşizm gelirse 1978 yılı annemin beni yıkamsaı ve bu final gelir oysaki bu durumun aynısı 2 yıl sonra sıra ülkemize geldiginde daha iyi anlamıştık,1980 yılından sonra artık her şey bir tuhaftı,herkes sindirilmiş ve işkence tezgahlarından gecirilmişti biz ufaktık fakat bu degişimi bayagı fark ediyorduk insanlar artık bir biriyle eskisi kadar muhabbet etmiyor ve komşular bile bir birini ziyarete gitmiyordu 12 eylülde nasıl bir felaket yaşandıgını yıllar sonra 18 li yaşlara geldigimizde cok daha iyi anlamıştık, annem o tası kafama vurmasıyla başlamıştı sanki her şey, ve o gonden sonra hic bir şey eskisi gibi olmamıştı..
yardımcı hakemler: ramon i. barreto ruiz (uru), erich linemayr (aut)
argentina: ubaldo fillol (gk), osvaldo ardiles (dk. 65 omar larrosa), daniel bertoni, americo gallego, luis galvan, mario kempes, leopoldo luque, jorge olguin, oscar ortiz (dk. 74 rene houseman), daniel passarella (c), alberto tarantini
yedekler: norberto alonso, hector baley, ruben galvan, daniel killer, ricardo la volpe, miguel oviedo, ruben pagnanini, jose valencia, ricardo villa
teknik direktör: cesar luis menotti (arg)
netherlands: jan jongbloed (gk), jan poortvliet, ruud krol (c), wim jansen (dk. 72 wim suurbier), arie haan, rene van de kerkhof, willy van de kerkhof, rob rensenbrink, johan neeskens, johnny rep (dk. 59 dick nanninga), ernie brandts
yedekler: piet schrijvers, dirk schoenaker, adri van kraay, pieter wildschut, johan boskamp, hugo hovenkamp, wim rijsbergen, pim doesburg, harry lubse
teknik direktör: ernst happel (aut)
goller: 1-0 mario kempes (arg) 38' 1-1 dick nanninga (ned) 82' 2-1 mario kempes (arg) 105' 3-1 daniel bertoni (arg) 115'