ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
biz almanya'ya 4-1 yenilmiştik ya... güney kore'yi de 7-0 yenince... almanlarla eşit duruma gelmiştik. o tarihte gol averajı olmayışının ikinci cilvesiydi bu... ispanyolları öyle elememiş miydik? şimdi şans bir kez daha kapımızı çalıyordu. aslına bakarsanız, bize bu umudu hazırlayan... kim miydi? kupanın bir numaralı favorisi macaristan mıydı? yoksa macarları aldatarak, futbol tarihine "taktik zaferi'ni yaratan hoca" olarak geçecek alman teknik direktörü sepp herberger mi? hangisiyse... bizim için sonuç değişmeyecek, kore'ye attığımız yedi golü, bu kez kendi kalemizde görecektik. eski bir posta deyimiyle, o yedi gol "iadeli taahhütlü" gidip gelecekti.
bizi 4 golle yenen. almanlar, hemen herkesin favorisi macaristan'ın karşısında bizden beter oluyordu. ve tam 8 gol yiyordu. macaristan-almanya maçının sonucu, 8-3'tü. "basketbol maçı mı?" diye alaylı başlık atmıştı gazeteler... fakat dikkatle bakınca, alman takımının epey eksik çıktığı fark edilmişti
macarlara karşı... herberger, o maçta aslarını oynatmamıştı. böylece daha sahaya çıkılırken, sonucu rakiplerine hediye etmiş oluyordu. tabiî kurt hoca, takımının bizi tekrar maçında muhakkak yeneceğinden emin olarak böyle bir kumar oynamıştı.
şimdi bizi ilk maçta 4-1 yenen, ama arkasından macarlara 8-3 yenilen almanlarla bir daha karşılaşıyorduk. italyan teknik direktörümüz puppo sandro ile federasyon başkanı ulvi yenal baş başa vermiş, sonunda kaptandan, kaleciden başlayarak, ilk alman maçına oranla üç önemli değişiklik yapmışlardı. zürih'te sahaya çıkan onbirimiz şöyleydi:
almanlar maça öyle hızlı başlamıştı ki... bizimkiler daha ilk dakikalarda şaşkına dönmüştü. gerçekten çok geçmeden gol, hattâ goller gelmeye başladı. daha 7. dakika oynanıyordu ki, othmar walter topu filelerimizle kucaklaştırıyor, ondan üç dakika sonra da bu maçta sahanın yıldızı olacak schaefer, enfes bir golle durumu 2-0 yapıyordu.
ilk on dakikada iki gol yiyen takımımız büsbütün şaşıracak ve çok ağır bir fark olacak, diye korkarken... harika bir urnıt ışığı: mustafa ertan, mükemmel bir atakla topu alman kalesine sokuyordu. fakat fransız hakem "ofsayt" gerekçesiyle saymıyordu bu golümüzü... maçtan sonra kendileriyle konuştuğumuz, hakem ve yardımcı hakem, ofsayt konusunda birbirleriyle ters düşecek, basının önünde mustafa'nın golünün niye iptal edildiğini açıklayamayacaklardı. ertesi günkü isviçre gazeteleri "türklerin bir golü sayılmadı" diye yazacak, almanların yayınladığı bir dünya kupası kitabında da "türk takımının ilk golü niye sayılmadı? anlayamadık" yargısı yer alacaktı. fakat bizim mustafa'ya, durup dururken "beton" diye isim takmamışlardı. işte "beton" mustafa ertan'ımız, çok geçmeden şahane bir kafa vuruşuyla topu bir kez daha alman kalesine gönderiyor, fransız hakem de hiç ses çıkarmadan santrayı gösteriyordu. doğrusu, itiraf etmem gerek. durumu 2-1'e çevirince bir an çok umutlanmıştık. ne var ki bu kez de bir sakatlık, ama öyle böyle değil; bir futbolcumuzun bırakın topa vurmayı, sekmeden koşacak hali bile kalmıyordu. o günlerin kuralına göre oyuncu değiştirmek de yok. çaresiz ağır sakatlanan çetin zeybek, gitti sağaçıkta durdu. ara sıra top geldiğinde seke seke koşmaya çalıştı, o kadar... "mazeret", "tevil" denildi bu sakatlığın öne sürülmesine... ancak gerçeği çok yakından gören bir tanık olarak iddia ederim ki... o maçta çetin öylesine sakatlanmasa, yani takımımız fiilen on kişi kalmasa, sonuç 7-2 olmazdı. çünkü o günkü milli takımımız, birçok milli maçlarımıza oranla iyi oynamış sayılırdı. bu sakatlık konusunda daha sonra hem isviçre gazeteleri, hem de almanların çıkardığı dünya kupası kitaplarında aynen şu satırları okuyacaktık: "doğrusu türkler 4-1 yenildikleri maça oranla, 7-2 yenildiklerinde daha pozitif futbol oynamışlardı. ama büyük futbolun temel direği sayılan santrhaf oyuncusu zeybek'in sakatlanarak takımını gerçekte on kişi bırakması, çok iyi bir gününde olan alman takımının işini kolaylaştırdı. normal koşutlarda yedi gol yemezlerdi. buna kalecilerinin de morlock'un golünde sakatlanması ve o durumda maça devam etmek zorunda kalmasını da ekleyebiliriz."
kalecimiz şükrü'nün sakatlanmasıyla beraber gelen üçüncü gol, ilk devrenin sonucu oluyordu. ikinci yarıya 3-1 önde başlayan almanları durdurmak mümkün değildi artık. ilk yarının son golünü atan morlock, ikinci devrenin ilk golünü de imzalıyor, bunu kaptan fritz walter'in golü izliyordu. şimdi 5-1 yenik durumdaydık. alman atakları durmadan hızla gelirken, savunmamız da bütün gücüyle çalışıyor, fakat yeterli olamıyordu. böylece morlock tekrar sahneye çıkarak altıncıyı atıyor, schaefer de golleri "yedi"liyordu. perde kapanmadı ama... tüm ümitlerimizin tükendiği bir zamanda, bitime sekiz dakika kala lefter, ayağına geçirdiği topu mükemmel bir vuruşla ağlara takarak, şeref sayımızı ikiye çıkardı. maçın sonucu 7-2 idi.
halit kıvanç'ın aynı kupadaki diğer iki anısı için;
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
1954 dünya kupası serüveni sona ermiş, acısıyla tatlısıyla bir tarih olmuştu. futbol federasyonu başkanımız ulvi yenal'ın mükemmel fransızcasıyla toplantılarda, basınla konuşmada saygınlık görmesi güzeldi. kaptanımız turgay şeren'in de, aynı şekilde saha dışında yabancı gazetelere fransızca demeç vererek dikkati çekmesi de, ayrıca iyi bir izlenim bırakıyordu. federasyonumuzun yerinde bir kararla, roma'da oynanan üçüncü maç sonunda kurada bizim adımızı çeken italyan çocuğu franco'yu da, milli takımımızla birlikte, maskotumuz olarak isviçre'ye götürmesi hoş bir olaydı. benim için bir güzellik daha vardı. hayatımda ilk ve son defa, dünya futbolunun en büyük kuruluşu fifa'nın 50. yıldönümüne rastlayan büyük toplantıya başkan yenal'la birlikte katılmıştım. ulvi yenal beni bir köşeye çekmiş, fıfa toplantısında ülkemizi iki kişiyle temsil hakkımız bulunduğunu, ancak öteki federasyon üyemizin bu toplantıya gelemeyeceğini söyleyerek, kendisiyle beraber toplantıya gitmemi istemişti. benim yabancı dille çeşitli delegelerle konuşup, ülkemiz adına yakınlık kuracağıma inandığını da sözlerine eklemişti. gerçekten benim için çok önemli bir olaydı bu... fifa toplantısında "türkiye" diye ayrılmış yerde oturmak, konuşmaları izlemek, aralarda çeşitli ülke delegeleriyle görüş alışverişinde bulunmak büyük bir deneyimdi. tabiî bu tür uluslararası toplantılarda ne biçim ayak oyunları yapıldığını da, böylesine yakından görme fırsatını elde etmiştim. sabahın erken saatlerinden itibaren birçok delege, bizim başkan yenal'ın yanına gelmiş, kendisini bugün seçimi yapılacak ikinci başkanlık için aday olarak desteklediklerini söylemişlerdi.ama akşama doğru yapılan seçimde, o sabah fifa'ya kabul edilen hong-kong delegesi ikinci başkan seçilecek, yaptığımız kısa bir araştırma sonunda ulvi yenal'ı aday gösteren bilmem ne ülkesi delegesinin bile bize oy vermediğini, hem hayretle, hem de üzüntüyle öğrenecektik. o toplantıda bulunduktan sonradır ki, bu tür uluslararası toplantılara hep şüpheli gözle bakmaya başladım. haksız da değildim. ha, unutmadan kaydetmeliyim. bu toplantıda seçim sonucu açıklandıktan sonra, iki-üç ülkenin delegesiyle konuştuğumda, bana "biz çok istedik, çok çalıştık ama türkiye'nin başkenti ankara, asya kıtasında olduğu için, öteki delegeleri razı edemedik" demişlerdi. bu olay gerçekten çok önemliydi. yıllarca dünya çapındaki mücadelelerde avrupalı olduğumuzu kanıtlamak için az savaş vermemiştik. günümüzün sevgili gençleri. futbolda avrupalı oluşumuzu, pek çok alandan önce kabul ettirdiğimizi iyi bilin! ve hiç unutmayın!
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
rakamlar arasında dolaşırken, bu kez gol rakamları geliverdi aklıma... yıl, 1954... türk milli takımı ilk kez dünya kupası finallerinde oynamış... veee tam yedi gol yemişiz almanlardan... tek tesellimiz, daha sonra almanya'nın herkesi yenerek dünya kupası'nı kucaklamış olması. anlattım ya daha önce... işte o 7-2 kaybettiğimiz maçtan sonrası, tek kelime ile "perişan"dık. bir avuç gazeteci, milli takım'ın otobüsünde staddan otele giderken... ön sırada bir yanda futbol federasyonu başkanı ulvi yenal tek başına oturuyor. aynı hizada ön sırada öteki koltuklarda da ben varım, yanında kalecimiz şükrü ersoy fenerbahçeli şükrü, her zaman güleryüzlü, muzip, tatlı bir genç... otobüste çıt yok. herkesin başı önünde... ağlamıyoruz ama, hani dokunsanız, bir anda hepimizin gözlerinden yaşlar boşanacak... işte tam bu sırada şükrü bana eğildi, hafif sesle "halit ağabey, sen bilirsin" dedi ve bir şey sordu. eski milli maçlarımıza ait bir sonuç ve de eski kalecilerimizle ilgili bir soru... yanıtlamamla birlikte, eğildi, bu sefer herkesin duyacağı bir sesle ulvi yenal'a "sayın başkanım" dedi, "siz de vaktiyle milli takım kalesini korurken, mısır'dan yedi gol yemişsiniz... bugünkü maçta ben yedi tane yiyip sizin rekorunuzu egale ettim diye kızmadınız değil mi bana..." birden nasıl bir kahkaha koptu... başta saygıyla andığım, başkan, hepimiz nasıl gülüyoruz... dakikalarca sürdü bu gülme... başkan yenal, çok zarif, çok saygın ve çok olgun bir insandı. yüksek sesle konuştu: "arkadaşlar, şükrü'ye teşekkür ederim. ağlamaklı havamızı dağıttı. eee böyledir bu. kaleci oynadın mı, on kişinin yükü de o futbolcuya biner... biz şükrü ile golleri paylaşırız. ama hepimiz elele, gönül gönüle verirsek, bundan sonraki maçlarda o golleri atan, biz oluruz, bizim takım olur. haydi tatlı şeyler konuşalım da... unutalım bugünkü golleri..."