halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
bir milli maçımızı anlatacağım şimdi size... aaaah ah, hep böyle milli maçlar anlatabilmiş olsaydım yıllar boyunca... maç sonunda gazetelerin çoğunda yer alan ortak görüş şuydu: "en tyi oyuncu, türk milli takımı'ydı."
başarılı bir "takım oyunu" ile, "futbolun beşiği"nden gelenleri ezmiş, geçmiştik, ingiliz ligi'nin ünlü profesyonellerlyle dolu iskoçya milli takımı'nı 4-2 gibi farklı bir sonuçla yenmiştik.
ancak bu maçın öncesinde benim öyküm biraz garip başlamıştı. o güne dek bunca karşılaşmayı nakletmiştim ama... hiçbirinde de devlet yetkilileri "maça kaçta gideceğimi, kaçta spiker kulübesine yerleşeceğimi, nerede kalacağımı, nerede oturacağımı" belirlememişti. hatta ilgilenmemişti bile... ama şimdi devlet güçleri beni istanbul'dan alıp ankara'ya götürüyordu. hem de bir akşam önceden... maç sabahı ankara radyosu'nda bir odada sanki tecrit ediliyordum. kapalı kapılar ardında saatler geçirdikten sonra. ankara radyosu'nun yetkililerinden bir albay geliyor, "durumu anlayışla karşılamamı" rica ediyordu, çok nazik, çok kibardı. "şu anda daha fazla bilgi istemeyin benden. fakat sizin gözümüzün önünde olmanız gerek" demekle yetiniyordu albay... başka seçeneğim yoktu zaten. çaresiz bekleyecektim. sonra bir askeri araçla radyoevi'nden 19 mayıs stadına getirildim. spiker kulübesine geldiğimde alınan önlemler dikkatimi çekti. bir kez, spikerin bulunduğu bölümde -rütbelerini yanlış hatırlamıyorsam- biri binbaşı, öteki yüzbaşı, iki subay vardı. ayakta da otomatik tüfekleri mikrofona doğru çevrili iki asker. teknik elemanların bulunduğu bölümde de yine bir subay oraya konmuş radyonun başındaydı. hiç alışmadığım durumlardı bunlar... maç yayını için yerime oturduğumda, ayaktaki silahlı nöbetçilerin soluğunu ensemde hissediyordum, öylesine yakındılar. kimseye bir şey sormadım. söyleyecek olsalar zaten açıklarlardı. şeref tribününe devlet başkanı cemal gürsel'in geleceğini ve önlemlerin bu nedenle alındığını düşündüm. olay, ancak maçtan sonra aydınlığa çıkacak, radyoevi'ndeki o babacan albay aynı nezaket ve şefkatle durumu kulağıma açıklayacaktı: "bakın halit bey, bugünkü yayın canlı bir naklen yayındı. 27 mayıs'tan bu yana radyoda hep biz, harekatın başındakiler görevliydik. bugün ise komite dışında, hatta devrim yöneticileri dışında ilk kez bir sivil olarak siz mikrofon başına geçtiniz. sizi tanıyorduk. namuslu bir vatandaş olduğunuza güveniyorduk. ama takdir edersiniz ki, bizler de bu hareketi kellemizi ortaya koyarak yaptık. sizi başıboş bırakırsak, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek belki de istemeyerek bir hata yapabileceğinizi düşündük. maçtan önce birileriyle temas edebilirdiniz. kısacası, söyleyeceğiniz bir sözle ülkede kargaşa yaratabilirdiniz. sizden çekinmedik. fakat önlem almamız da normaldi. bütün bu önlemleri sizin şahsının karşı değil, ama bir sivilin askeri harekât ertesinde mikrofonda millete hitap edişindeki davranışına karşı aldık. bizi mazur gördüğünüzü umarım. anlayışınız için de çok teşekkürler."
halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
8 haziran 1960'dı günün tarihi... ankara 19 mayıs stadı'nda türk milli takımı şu onbirle çıkmıştı oyun alanına: turgay (gs) - naci (fb), basri (fb) - suat (gs) ergun (gs), kaya (bjk) - lefter (fb), can (fb), metin (gs), birol (bjk), şenol (bjk).
avusturyalı hakem steiner'in düdüğüyle başlayan oyunda öylesine hızlıydık ki... golümüz de bu hızın sonucunda çabuk geldi. daha 9'uncu dakikadaydık. yalnız ben değil, yanımdaki subaylar ve arkamdaki silahlı askerler de, hep birden fırladık, "gooool" diye... naci'nin uzun vuruşuyla gelen top metln'i bulmuştu. metin'in karşısında maçtan önce "ıskoçların aşılmaz kayası "diye tanıtılan evans vardı. işte metin o "aşılmaz"ı bir hamlede geçmiş, şutunu patlatmıştı. top, hem de kalecinin kapadığı yahut kapadığını sandığı köşeden ıskoçya ağlarını buluyordu. 1-0 öndeydik hemen başlarda... ne yazık ki, sevincimiz 4 dakikadan fazla sürmüyor, bir penaltı durumu 1-1 'e getiriyordu. söz yoktu. penaltı penaltıydı. iskoçların hızlı adamı herd'i faulle durdurmuştuk kalemiz önünde... caldow'un nefis vuruşuyla penaltı gole dönüşüyordu.
ancak o gün öyle bir milli takım vardı ki oyun alanında. bir yese iki atmaya azmetmiş, o güçte, o inançta... gerçekten bu güven verici oyunla çok geçmeden yine galip duruma yükseldik. soldan korner... gelen topu metin kafayla aşırdı. iskoç kalesinin önü, tam deyimiyle, ana-baba günü... o hengamede gol atmak değil, topu bulmak bile marifet... kurt futbolcu lefter ikisini de başarıyor, önce topu buluyor, sonra da kaleci brown'un boşluğunu... 2-1 galibiz şimdi...
iskoçlar futbolu müthiş oynar. gidip seyredelim" diye 19 mayıs stadı'na gelmiş olanlar, türk futbolcularının şahane oyununu seyrediyor. ikinci golden iki dakika ya geçiyor geçmiyor. sahnede yine lefter var. büyük futbolcu, kaleye otuz metre uzaktan bir vurdu ki... daha doğrusu önce durdu. şenol'dan aldığı pasla topu bir an tuttu. kaleye baktı. ve vurdu. füzeydi bu... kaleci de uçuyor ama lefter'in füzesine yetişebilmesi mümkün değil... bağırıyorum gücüm yettiğince "gooooool diye... ilk yarıyı 3-1 önde bitiriyoruz. ve rakip: iskoçya...
ikinci yarı...basri kestiği topu uzatıyor ileriye... birol'a kadar... birol bekletmeden ortaladı. metin'e geliyor. metin de müthiş kafalarından birini... gol mü? hayır direk direk... top direkten dönüyor... ben mikrofonda "ah büyük şansızlık. top üst direkten döndü" derken şenol yetişiyor. vuruyor. ve gol... evet dördüncü türk golü... türkiye 4-lskoçya 1 ... inanılmayacak şey!.. fakat inanın, bastırsak, gevşemesek, 4-1 e "yeter" demesek, beşe gitmemiz iş değil... bu gevşeme iskoçlara bir ikinci gol şansı veriyor. sonra yeniden bastırıyoruz. hakemin son düdüğü: türkiye: 4-lskoçya: 2...
maçtan sonra soyunma odalarındayız. iskoç milli takım menajeri andrew beattle şaşkın: "böyle bir türk takımı, böyle bir türk futbolu beklemiyordum, iyi oynayan kazandı. hak eden, kazandı. yenilgimizin mazereti yok. başta lefter olmak üzere, bu fırtına takımınız önünde kazanamazdık."
avusturyalı hakem steiner de "bugün karşınızda kim olsa tutunamazdı" diyor ve ekliyor. "hele o profesör yok mu, profesör... profesör lefter..." ne dersiniz, yıllar yılı tribünde sadece "profesör" diye değil, aynı zamanda "ordinaryüs" diye lefter'e seslenen sevimli sporsever manol tayları haklıymış demek... maçlarda fenerbahçe ya da milli takım gol atınca etrafına şeker saçan burgazlı manol taylan hem de yerden göğe haklıymış. lefter'in profesörlüğünü avrupalılardan önce keşfetmiş.