(nice'deki fenerbahçe - nice maçını tâkip eden milliyet ekibinden halit kıvanç yazıyor)
4
österreicher'in ikazı
fenerbahçeliler içinde heyecanlı görünmeyen yahut da heyecanını gizlemeğe muvaffak olan ender futbolcuların başında naci geliyordu. belki de kaptan olmanın verdiği mes'uliyet, onu bu şekilde iradesine hükmetmeğe zorluyordu. naci ayni zamanda çok iyimserdi de.. «yeneceğiz, inşallahdiyordu. iyi oynayacağız.»
molnar saat 18 de çocukları aşağıda salonda toplarken «akgün, akgün» diye bağırmağa başladı. akgün neredeydi acaba? molnar amerikan barın bulunduğu tarafa yürüdü ve akgünü buldu: «sen ne yapmak burada? var ben çağırmak sizi» diyen antrenöre akgün'ün cevabı, molnar'ı hayli memnun etti. çünkü akgün, pazar günü rennesee karşı oynayan ve bir gün sonra kendisinin marke etmeğe mecbur olacağı nice'li alba hakkında türk gazetecilerinden bilgi alıyordu. futbolcusunun maça gösterdiği ilgi, molnarı hakikaten sevindirmişti. akgünün omuzunu okşadı.
bu sırada fenerbahçe idarecileri otelin yüz metre kadar ilerisindeki heybetli bir binaya yürüyorlardı. burası nice şehrinin sportif teşkilatının bulunduğu bina idi. nice kulübü idarecileri ve uefa temsilcisi dancousse ile buluşacak, üçüncü maç ihtimali üzerinde görüşeceklerdi. toplantıda çekoslovak hakemler de hazırdı. nice idarecileri son derece dostane davranıyor ve adeta «türklerin istediğ bizim de kabulümüz» diyorlardı. bu samimi hava içinde «eğer üçüncü maç olursa, bunun 8 aralık salı veya 9 aralık çarşamba gübü barselona'da yapılması» hususunda mutabakata varıldı. anlaşma şerefine nefis fransız şampanyaları açılmıştı. ama çekoslovak hakemler «şimdi değil, maçtan sonra içeriz» diyerek kadehlerini bırakıyor ve bir yandan da «hava açıldı. maç oynanacak» diyorlardı yağmur saat 14 den sonra tamamen durmuş, güneş ilk defa sıcak yüzünü yüzünü göstermişti. işte akşam olurken de gökyüzü yıldızlarla kaplanıyordu.
kimbilirdi ki, bu toptantı sadece bir formalite olarak sayılacak ve varılan karar aradan 21 saat geçince unutulacaktı. herhalde fransızlar «üçüncü maç» ihtimali üzerinde sadece bir «fantezi» olarak durmuş ve «haydi, türklerin ümidi kırılmasın, gönlü olsun» diye üçüncü maç konusunda bir tarih ve yer tesbitine rıza göstermişlerdi. fakat bir gece, bir gün sonra...
real madrid meneceri otele geliyor
toplantı biterken, kapıdan uzun boylu, kabarık kıvırcık saçlı, kibar bir adam giriyor ve herkes tarafından büyük alâka ile karşılanıyordu. itibarlı bir şahsiyetti bu... real madrid gibi dört yıl üstüste «şampiyonlar şampiyonu» ünvanını kazanan bir takımın menaceri olmak, futbol dünyasında «takım yaratan adam» olarak şöhret yapmak, österreicher'i bu mertebeye yükseltmişti.
österreicher üçüncü maçın barselona'da yapılacağını öğrenince memnuın oldu. «iyi. dedi. ispanyollar futbolu çok sever. hele fenerbahçe ile nice'den biri real madrid'in veya barcelonanın rakibi olabileceği için, ilgileri daha büyür. iyi gelir sağlanır bu maçta...»
österreicher'in fenerbahçe-nice maçını seyre gelmesi, kendisini yakın tanıyanlar için normaldi. şampiyon kulüpler turnuvasında hemen her maçı takip etmek, bu ünlü futbol adamı için bir vazife idi. nitekim nice'e gelmeden almanya'ya gitmiş eintracht frankfurt - young boys maçını seyretmiş, oradan ispanyaya dönüp, takımı real madrid'in barselona'yı 2-0 yenişinde hazır bulunmuştu: «bugün 45 yaşına bastım, takımım bana en güzel yaş günü hediyesini verdi.» diyordu. fakat österreicher fenerbahçelilerin kaldığı hotel royale inince, yalnız türk değil, fransız gazetecileri de kuşkulanmağa başladılar. yoksa??? kısa zamanda avrupa piyasasında adını geöirten, hele hele istanbuldaki nice maçında çıkardığı oyunla fransız gazetelerinde özel röportajları çıkan can için bir şeyler mi düşünüyordu österreicher? şöhretli menacer royal otelinin lokantasında müzik dinlerken, kendisine sorulan bu yoldaki suale gülerek cevap verdi: «her şey mümkündür, ama şu anda real madrid'in oyuncu alması imkânına sahip değilim. iki yabancı futbolcumuz var. bu kontenjanı aşamayız. fakat bşr menecer olarak hemen her takımı görmek, her takımın istidatlarını tanımak isterim. bu, daimi ilimdir. yoksa bu gelişimi bir tek oyuncu ile bağlamak doğru olmaz. ben fenerbahçe - nice maçını seyre geldim.»
österreicher maç hakkındaki tahminini belirtirken, ileri görüşünün kudretini de bir kere daha gösttermiş oluyordu. çünkü maçtan tam 20 saat önce elini burnunun ucuna getirmiş ve «burnuma üçüncü maç kokusu geliyor.» demişti. maçtan 30 saat sonra bu kokunun gerçek olduğu anlaşılacaktı. real madrid'in meneceri bunun dışında türk futbolcularına inanılmaz derecede yakınlık göstermiş ve «istanbulda gördüğüm samimiyete mukabele etmekten acizim, bize o kadar candan davranmıştınız ki» diyerek yanına gelmiş olan naci, gürcan ve ömzcan'a tavsiyeyi nakletmemizi istemişti: «heyecanlanmasınlar... her zaman karşılaştıkları bir rakiple oynuyormuş gibi hazırlasınlar kendilerini... ve bir an dahi soğukkanlılığı elden bırakmasınlar. hâttâ oyunun başında gol yeseler dahi. bu maçlarda heyecanını frenlemek, sinirlerine hâkim olmak, bir takımı başarıya götürecek tek yoldur. tecrübeme istinaden söylüyorum bunu...»
bu arada antrenör molnar bir kenarda sessiz sedasız oturuyordu. yanına yaklaşmış ve «takımı kuruyorsunuz galiba» demiştik. emektar hoca gülmüş «ya, ya» diye tasdik etmişti. fransız gazetecileri ise salonun içinde ve molnarın etrafında dönüyorlar, kimin sağiç oynayacağını öğrenmek istiyorlardı. son dakikaya kadar gürcan'ın sağiç. akgünün sağhaf oynayacağı bilinirken, molnar sırrı açıklamış, «hayır, demişti. gürcan 4, akgün 8 numaralı formaları giyecekler...»
(nice'deki fenerbahçe - nice maçını tâkip eden milliyet ekibinden halit kıvanç yazıyor)
5
fenerliler nice stadında
2 aralığı 3 aralığa bağlayan gece, hotel royal'de gayet sâkin geçti. fenerbahçeli futbolcular erkenden yattılar. hepsi de ertesi günkü maçın önemini biliyor ve bu heyecan içinde uyumağa çalışıyordu. nice futbolcuları ise evlerinde ve daha da sâkindiler. yağmur durmuş en büyük endişeleri kısmen kaybolmuştu. hava açık olduğu için stada fazlaca nice'li de toplanacaktı artık. evet, nice futbolcuları yağmurun sadece kendi oyunlarını bozacağından değil aynı zamanda stada arzuladıkları kadar taraftar gelmesini önleyeceğinden de korkuyorlardı. şimdi bu çifte korukuları büyük ölçüde azalmıştıç meselâ kaleci lamia'nın kayınpederi m. paoli'nin 15 gün evveline kadar sahibi bulunduğu lokantada nice'li taraftarlar toplanmış «tamam, diye konuşuyorlardı, yarın yeneceğiz... sadece yenecek değil elimine de edeceğiz fenerbahçeyi... bir kere kalede bizim aslan gibi lamia'mız var... tribünde de bizler olacağız... forvetimiz fırtına gibi... tutunamaz türk müdafaası... hem burası istanbul değil...
doğruydu. burası istanbul değil, nice idi. ve bazısının «favl» diye iddia edeceği golle değil, ancak herkesin, hattâ bizzat nice'li futbolcuların dahi kabul edeceği derece aşikar «ofsayt» pozisyonunda gol atarak kazanmak vardı. ve eğer çekoslovak hakem macko iki anda gafil davranmış olsa, elle veya avuttan çevirip gol atmak da vardı hesapta...
jacqueline richler 3 aralık sabahı uyanıp da perdeyi açınca, parlak bir güneşin cote d'azur'u aydınlattığını görmüştü. nice'in istanbuldaki zoraki maskotu. nice'deki maçta kapalı tribünün birinci sırasındaki herhangi bir seyirci olacaktı. hani istanbuldaki zoraki maskotluğu aramıyor değildi. bugün leo -lagrange stadının kapalı tribününde bir maskot daha bulunacaktı. kısa boylu,şişmanca, siyah saçlı bir erkek. türklerin olduğu kadar, fransızların da tanıdığı bir sima... şarkıcı darlo moreno. paris'ten nice'e fenerbahçeye maskotluk etmek için gelmişti. ama onun maskotluğunu yakınındakilerden başka bilen yoktu. ne milli kıyafette sahaya çıkıp dansediyor, ne de rakip takımın kaptanını öpüyordu. sadece tribünde heyecan çeken bir maskottu fdario moreno... hattâ yanında oturan seyircinin dahi «maskot» olduğunu bilmediği bir «maskot»... ama fenerbahçeli futbolculara gelip yakınlık göstermiş, fransada kazanan bir sanatkar olduğu halde, türkiyeye bağlılığını belirtmeğe çalışmıştı. fransadaki bazı yetkili, nüfuzlu türklerin lâkaydisi yanında, dario moreno'nun jesti umumiyetle hoşa gitmişti.
saat 12'yi birkaç dakika geçerken, leo - lagrange stadına doğru insan akını başladı. ellerinde kırmızı-siyah bayraklar, başlarında aynı renkte kağıttan şapkalar bulunan gençler bilhassa göze çarpıyordu. iki saat sonra ise ayni yollardan ellerinde türk bayrakları ile sarı - lacivertli bayraklar bulunan bir grup geçecekti. bunlardan büyük çoğunluğu (46 kişi) istanbuldan otobüsle yola çıkmış ve meşakketli bir yolculuktan sonra maçtan bir akşam önce nice'e varmıştı.
(nice'deki fenerbahçe - nice maçını tâkip eden milliyet ekibinden halit kıvanç yazıyor)
6
hak oyunu üçtür
ve işte hazırlıklarını yaparak stada koşuyorlardı. almanyada, isviçrede tahsilde bulunan türk talebelerinden bâzıları da nice'e maça gelmişlerdi. bunları o içinde gögsünde galatasaray rozeti bulunanlar da vardı. fakat stada girer girmez, bu, goğsü galatasaray rozetli gençler de sesleri kısılıncaya kadar «fenerbahçe çok yaşa» diye bağırarak ve bir milli birlik örneği vereceklerdi. maç hakikaten her cephesiyle bir «milli karşılaşma» hüviyetine bürünmüştü. hele stadın hoparlörlerinden milli marşlar yükselince... açık tribünün bir köşesine hem de tâ en uç köşesine sıkışmış (yahut da kendilerine ancak buraların bileti verildiğinden, nice kulübü tarafından en uca sıkıştırılmış) bu yüz kişiği aşmayan grup bir ağızdan istiklâl marşını söylüyor, oyun sırasında da mithatpaşa stadının alışık olduğu tempolu tezahhürata teşehhüs ediyordu: «sen oyna lamia, sen oyna!... bir baba hindi.. heeey allah!» fakat nice seyircisi istanbul seyircisi kadar misafirperver değildi. bir avuç türk en meşru ve medeni şekilde takımı lehinde tezahürata başlayınca, öbür tribünlerden bir ağızdan korkunç bir uğultu yükseliyordu. bunların arasında «yuha» da eksik değildi. öylesine eksik değildi ki, maçın birinci yarısı bittiğin de, nice'in şehri kadar zarif olmayan bâzı hemşehrileri misafir takıma da «yuha» çekeceklerdi. bu sırada yanımızda oturan iki fransız gazetecisi hatâyı tevile çalışıyor, biri nice kulübü taraftarları biraz ateşlidir, ama fransanın diğer yerlerinde futbol seyircileri böyle değildir, nâziktir» derken, diğer gazeteci de «yanlış anlıyorsunuz. denerbahçeye değil, hakeme yuha çekiyorlar» izahına girişiyordu. fakat maçtan sonra nice'in istanbul'daki maskotu jacqueline dahi (doğrusu bugün bâzı nice'lilerin yaptığından utandım. zira siz istanbulda bize çok büyük yakınlık, misafirperverlik, nezaket göstermiştiniz. bizimkiler ise hiç böyle yapmadı» diyecekti.
doğruydu jacqueline'in söyledikleri... istanbul'daki maçta bir nice oyuncusu sakatlandığı anda türk seyircileri tribünden sahaya mantar tabancası patlatmışlar mıydı? bir başka nice futbolcusu sakatlandığı anda yuha çekmişler miydi? haydi seyirci bir yana. istanbuldaki maçta bir nice futbolcusu sakatlandığı anda antrenör molnar sahaya hücum edip de yerde ıstırap içinde kıvranan o oyuncuyu sahadan atmak için kavgaya girişmiş miydi? hepsine «hayır» cevabı vereceğiniz bu soruların nice'deki cevapları ise «evet» ten başkası değildi. can tam arızalı ayak bileğine tekmeyi yiyip de yere yatınca, tribünlerden «yuha» yükselmiş, özxan'ın ilk devredeki sakatlanması tribünlerde mantar tabancaları patlatılarak kutlanmış. fenerbahçe kalecisinin ikinci devredeki sakatlanmasında da antrenör luciano sahaya ve hâttâ tek günahı, sakatlanmak olan özcan'a hücum etmişti.
ama bütün bunları lefter günlerce evvel haber vermiş «nice seyircisi başka seyirciye benzemez. çok sıkıntı çekeceğiz» demişti.
nice seyircisi maçın bitimine 7 dakika kalıncaya kadar büyük tezahüratını kesmemişti. iki farklı galibiyet istiyorlardı. ve işte 2-0 galip durumdaydılar. onlar sevinmeyecek de kim sevinecekti? fakat tam bu anda iki nice futbolcusu tribündeki taraftarlarını sutturmaya kâfi geldiler. bunlardan biri topu hatalı geri pasla şerefe kaptırdı, diğeri de bu topla gole giden şerefi kale önünde biçmişti. kitaplar bunu «penaltı» diye yazıyorlardı. ve hakem macko da hu kitabı okumuştu: derhal penaltıyı işaret etti. artık butun iş lefterin ustalığına kalmıştı ve lefter de bu ustalığını gösteriyordu. nice seyircini artık susmuştu. hayalinden bile geçirmediği «üçüncü maç» artık bir gerçek olmuştu.
stadın önünden bir otomobilk diğerlerini sıyırarak uzaklaştı. içinde jacqueline vardı. istanbul'daki nice maskotu hızla evine dönüyordu. üzüldüğünü, kızdığını zannedebilirdiniz. ama, hayır, az önce bize «neticeden hiç de şikayetci olmadığını» söylemişti. çünki onun için yeni bir seyahat çıkmıştı. «hiç olmazsa üçüncü maç vesilesiyle barselona'ya gideceğim. hani fenerhahçe ile nice her hafta ayrı bir şehirde maç yapsalar da ben de gitsem» diyordu. ama, nice idarecileri jacqueline gibi düşünmüyordu. onlar da taraftarları kadar tahmin etmedikleri «üçüncü maç» ın hakikat olduğunu görünce etekleri tutulmuş halde her çâreyi düşünüyorlardı. ve meselâ ilk olarak bir gece evvel verdikleri sözden dönmüşlerdi. bir akşam önce üçüncü maçın 8 veya 9 aralık'ta barselona da oynanması kararlaştırılmıştı. ama ertesi gün nice'liler, tarihin ileri atılmasını isteyecek. fenerbahçe de buna karşı «o halde barselona olmaz, uzak.» diyeceklerdi. saatlerce, hatta günlerce süren müzakereler netice vermiyecek, nihayet iş, uefa'ya düşecelti. uefa, maçın 23 aralık'ta cenevre'de oynanmasına karar verdi artık. meşin yuvarlak bir bize gülmüştü, bir onlara... ama hep biliriz. hak oyunu üçtür.
tarih 3 aralık 1959… şampiyon kulüpler kupası’nın 2. tur rövanş maçında fenerbahçe fransa şampiyonu nice ile karşı karşıya geliyor. ilk maçta muhteşem bir oyun ortaya koyan can’ı arjantin’e götürmek isteyen ünlü bir menajer de tribünlerde yerini almış maçın başlamasını bekliyor. sakat olarak sahaya çıkan can ve lefter maça damgasını vuruyor. fenerbahçe maçı 2-1 kaybediyor ama play-off maçı oynamaya hak kazanıyor. maçtan sonra milliyet gazetesi can’a “tek ayağına” diye not düşerek 3 yıldız veriyor!
tarih 17 aralık 1959. milli lig ikincisi galatasaray ile avrupa’da başarılı sonuçlara imza atan lig üçüncüsü fenerbahçe mithatpaşa’da karşı karşıya geliyorlar. beşiktaş’a yenilen ve akabinde yönetimi istifa eden, peş peşe alınan kötü sonuçlar yüzünden moralsiz ve formsuz galatasaray bir yandan da sakatlıkla cebelleşiyor. 7 oyuncusu sakat olan galatasaray’ın rakibi fenerbahçe özellikle avrupa’da aldığı iyi sonuçlarla formda fakat onların da başları sakatlıkla dertte. kaleci özcan sakat, can sakat, lefter sakat… akılda 6 gün sonra cenevre’de oynanacak hayati önem taşıyan nice maçı var…
sağ ayağı sakat olan can, sahaya çıkarken tribünden atılan bir portakal kabuğuna basıp sakat ayağını burkuyor… seke seke maça başlıyor can. 12. dakikada galatasaray kalecisi turgay’ın blokajı ile can yerlere seriliyor. kenara alınıyor tedavi ediliyor ve maça tekrar dönüyor. fakat şansızlık can’ın yakasını bir türlü bırakmıyor. 25. dakikada bir kere daha sakatlanıyor can. tedavi edilirken “beni çıkarın” diyor ama günün koşullarında oyuncu değişikliği olmadığından fenerbahçe maça 10 kişi devam etmek istemiyor. can tekrar oyuna dönüyor. seke seke elinden geleni yapmaya çalışıyor. taraftarlar can’ın “kötü oyununa” sürekli laf atıyorlar tribünden. “ölü müsün be can. oyna biraz!”
maçın 77. dakikasında havadan gelen topa yükselen şeref bir yandan da “caaan” diye bağırıyor. şeref’in topu indirdiği yerdeki can, sağlam olan sol ayağıyla şahane bir vole atıyor ve turgay’ı avlıyor. bu golle fenerbahçe çok önemli bir maçı kazanıyor.
galatasaraylı bir taraftar yanındaki fenerbahçeli arkadaşına, “can, aleyhinde konuştuklarınızı duysa, sağlam kalan ayağını yerinden kaldırmaz ve o golü atmazdı.” diyor. fenerbahçeli taraftar ise sadece susuyor…
nice: georges lamia (gk), alphonse martinez, césar gonzales, alain cornu, andré chorda, françois milazzo, jacques foix, jacques faivre, jean-pierre alba, héctor de bourgoing, victor nurenberg (c)
nice: georges lamia, alain cornu, alphonse martinez, andre chorda, cesar gonzales, jean-pierre alba, françois milazzo, jacques foix, jacques faivre, victor nurenberg, hector de bourgoing