türk futbolunun ilk çalım kralı: kıvır alâ alaattin baydar, seri çalımlara başlayınca fenerbahçe tribünleri coşar, stat "kıvır alâ" tezahüratıyla inlerdi. 24 kasım 2011 perşembe 23:46
bazı futbolcuları seyretmek büyük keyiftir. maçı izlerken topu hep o alsın, hep o oynasın istersiniz. alattin baydar da işte bu tür futbolculardandı. top her ayağına geldiğinde, seyirciler coşar, adeta onunla birlikte oynar, koşar, çalımlar, pas verir, gol atardı.
alaattin baydar topla buluşup, şık ve seri çalımlara başladığında fenerbahçe tribünlerinden "kıvır alâ, kıvır alâ" tezahüratları yükselirdi. bu tezahürat zamanla lakabı da oldu. alaattin baydar için türkiye'nin ilk çalım ve asist kralı denilmesi abartılı olmaz. 1920'lerin başından itibaren, zeki rıza sporel ile oluşturdukları müthiş ikili, o dönemde "zeki-alâ kombinezonu" olarak efsaneleşmişti.
zeki rıza sporel'in ülkemizin gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden biri olmasında, alaattin baydar'ın çok önemli payı vardı kuşkusuz. ancak alâ, sadece bir çalım ve asist kralı değil, aynı zamanda iki ayağıyla da çok iyi vuruşlar yapabilen golcü bir oyuncuydu. fenerbahçe a takımı'nda oynadığı toplam 324 maçta, 362 kez fileleri havalandırmıştı. kariyeri boyunca oynadığı maç başına birden fazla golü olan santrfor sayısı bile oldukça azdır.
gol becerisine rağmen, atmaktan çok attırmaktan keyif alan alaattin, 1901 yılında istanbul'da doğmuştu. fenerbahçe'nin kurucularından ve ilk futbolcularından biri olan ağabeyi nasuhi esat, kardeşini küçük yaşta kulübe getirmişti. minik ve genç takımlarda pişen alaattin, henüz 15 yaşında fenerbahçe'nin a takımı'nda oynamaya başlamış ve 1934 yılına kadar, tam 18 yıl forma giymişti. romanya ile oynadığımız ilk milli maçımızda da görev yapan alaatin, 16 kez ay-yıldızlı takımda yer almıştı.
futbolu bıraktıktan sonra, fenerbahçe yönetimlerinde bulunan alaatin baydar, kömür işletmeleri'ndeki görevi nedeniyle ankara'ya tayin olunca, uzunca bir süre kulüpten uzak kaldı. ancak burada da boş durmadı ve ankara fenerbahçeliler cemiyeti'nin kurulmasını sağladı.
emekli olduktan sonra yeniden istanbul'a dönen baydar, 1989 (*) yılında yaşama veda etti. karacaahmet mezarlığı'nda ebedi uykusuna çekildi.
(*) not: alaattin baydar'ın ölüm tarihi, internetteki birçok kaynakta hatalı şekilde "1986" olarak yazılmaktadır. oysaki 1987 tarihli gazetelerde, o yıl a milli futbol takımı'nın romanya ile oynadığı maça, 1923'teki ilk maçımızda yer alan, hayattaki üç isimden alaattin baydar'ın da davetli olduğu yazılmaktadır. türk sporunun en önemli tarihçisi olan cem atabeyoğlu, alaattin baydar'ın 1989 yılında vefat ettiğini kaydetmiştir.
takvimlerin gösterdiği 26 ekim 1923 tarihi, türk futbolu adına dönüm noktalarından birisiydi. çünkü millî takım o gün ilk millî maçına çıkıyordu. ankara'da cumhuriyet'in ilânına daha 3 gün vardı ama istanbul'da şimdiden bir bayram havası yaşanıyordu.
öğleden sonra saatler tam 3'ü 25 geçerken tarihi taksim stadyumu'nda çekoslovak hakem cratky düdüğü ağzına götürdü ve millî takımımızın bazen sevinçlerin doruğuna tırmandığı, bazen hüzünlere, gözyaşlarına bulandığı nice 90 dakikalarla yüklü büyük yolculuğu resmen başlamış oldu. ilk millî takımımızın kalesinde nedim var, en geride iki bekimiz kaptan hasan kamil sporel ve cafer çağatay. önlerinde ismet uluğ, nihat bekdik. yamaçlarında baron feyzi, emin ile alaeddin baydar. for hattımız ateş gibi. zeki rıza sporel, sabih arca ve bedri gürsoy. rakip rumenler de hafife alınmayacak, okkalı bir rakip. nitekim 25'te ganze'yle ilk golü kalemizde görüyoruz. 7 dakika sonra, bir ceza vuruşunda meşin yuvarlağın arkasına geçen zeki rıza sporel müthiş bir şutla taksim stadı'na doluşan futbol düşkünlerimizi havalara zıplatıyor: gooolll... devre arasına 1-1 giriyoruz. ikinci yarının başlarında geliştirdiğimiz bir hücumda zeki rıza, millîlerimizi öne geçiren bir gol daha atıyor ve istanbul'un göbeği taksim'de sevinç fırtınaları estiriyor. bu sevincimiz ancak bir çeyrek saat kadar sürüyor. triç l'in vuruşunda bu kez golü kalemizde görüyoruz. bu, müsabakanın da son golü oluyor ve tarihi başlangıçta sayı tabelasında şu sonuç okunuyor: türkiye: 2 - romanya: 2.
dağhan ırak'ın "hükmen yenik!: türkiye'de ve ingiltere'de futbolun sosyo-politiği" kitabından;
erken cumhuriyet dönemi (1923-33): ilk adımlar
türkiye spor tarihiyle ilgili yazılmış en sağlam eserlerden biri olan gürbüz ve yağız evlatlarda, yiğit akm erken cumhuriyet dönemindeki spor politikalarının osmanlının son döneminde ittihat ve terakkinin politikalarının bir devamı niteliğini taşıdığını öne sürer2 ve merkezi spor organizasyonuyla beden sağlığının rekabetin önüne konduğunun altını çizer. akının bu hipotezinin doğruluğunu kanıtlayan pek çok örnek bulmak mümkündür. ancak futbolda bunun tam olarak böyle işlemediği söylenebilir. her ne kadar oluşturulan merkeziyetçi yapının olimpik sporlara futboldan daha çok önem verdiği görülse de, yeni cumhuriyetin kadrolarının futbolun siyasal gücünün farkında olmadığı iddia edilemez. futbolun popülaritesinden kaynaklanan özel politik bağlamı, onu bu dönemde de diğer sporlardan farklı bir yerde tutmuştur.
erken cumhuriyet döneminde, yönetici kadrolar futbolun benzersiz özelliklerinin ve bunun olası siyasi sonuçlarının farkındaydı. futbol belki devletin beden sağlığını öne koyan spor politikalarım yaymak için en ideal spor dalı olmayabilirdi, ancak dış dünyaya, yeni cumhuriyeti ve hatta türkiye halkının kendisine tanıtmak, benimsetmek için önemli bir araçtı. türkiye millî futbol takımının ilk uluslararası maçını romanya’yla cumhuriyetin ilanından üç gün önce oynaması kuşkusuz bir tesadüf değildi. futbol, türkiye’de halkın gönlünü baştan beri milliyetçilik üzerinden kazanmıştı. ulus inşa etmeye çalışan hiçbir hükümet bunu görmezden gelemezdi. ankara’daki ilk futbol sahası olan istiklâl sahası'nın açılışı ve muhafızgücü kulübü’nün kuruluşu göstermekteydi ki, cumhuriyet kadrolarının niyeti futbolu görmezden gelmek değil, onu kendi aktörlerini yaratarak kontrol altında tutmaktı. bu politika, başka nedenlerle de beraber, bu kadrolarla futbol dünyasının başat aktörlerini zaman zaman karşı karşıya getirecekti.
ittihat ve terakki destekli olduğu bilinen fenerbahçe, yeni elitle karşı karşıya gelen ilk futbol kulübü oldu. aslında problemi yaratan son derece basit bir olaydı. 15 ağustos 1924’te oynanan bir fenerbahçe-galatasaray maçında fenerbahçe aleyhine bir penaltı düdüğü çalınmış ve takımdan bir oyuncu hakem tarafından oyundan atılmıştı. bu olay, kısa sürede fenerbahçe’nin 1924-25 futbol sezonundan çekilmesine ve yeni kurulan türkiye futbol federasyonuyla ilişkilerini dondurmasına kadar gitti. sarı-lacivertli kulüp ayrıca soviyetler birliği'yle oynanacak maç için millî takıma oyuncu vermeyi de reddediyordu. fenerbahçe’nin bu protestosu yeni federasyonun otoritesini ciddi şekilde sarsmıştı. bir sezon sonra fenerbahçe lige geri döndüğünde herhangi bir cezaya çarptırılmadı.
öte yandan fenerbahçe’nin futbol sahalarındaki yokluğu, galatasaray’ın ülkenin yeni yöneticileriyle daha iyi ilişkiler kurması için bir vesile olmuştu. galatasaray’ın zaten ülke yönetiminde temsilcileri vardı. türkiye futbol federasyonu başkanı yusuf ziya öniş, galatasaray lisesi mezunuydu. yusuf ziya öniş döneminde ingiliz teknik direktör billy hunter, millî takımı 1924 olimpiyatı’na hazırlamak üzere türkiye’ye getirilmişti. hunter, galatasaray’ın başına geçti. böylece galatasaray, 1925-29 yılları arasında üst üste dört lig şampiyonluğu kazandı.
yeni yönetimin galatasaray’a karşı bir sempatisinin olması, yine de genel bir tarafsızlığın çok fazla ihlal edilmesine neden olmadı. bunun çok basit bir mantığı vardı; devlete en yakın gözüken galatasaray da dahil olmak üzere, futbolun büyük aktörlerinin tamamı hâlâ federasyonun ya da diğer spor birimlerinin boyunu aşıyordu. bu kulüpler cumhuriyetten eski, herhangi bir devlet kurumunun hayal edebileceğinden de popülerdi. kulüplerle yaşanabilecek açık bir restleşme, uluslaşma süreci içinde oluşturulan yeni kurumlara zarar verebilirdi. dolayısıyla, federasyon ve devlet kulüplerle çatışmaktan çok onları kontrol altında tutmayı hedefledi. fenerbahçe’nin ligden çekildikten sonra ceza almamasında da yine bu politikanın payı vardı.
cumhuriyetin kuruluş sürecinde kulüplerin en önemli ihtiyacı kuşkusuz stadyumlardı. zira istanbul’daki bütün büyük futbol sahaları yabancıların mülkiyetindeydi. istanbul’un işgalden kurtuluşunun ardından, taksim stadyumu millileştirildi ve galatasaray’ın kullanımına bırakıldı. fenerbahçe ise kendi stadyumuna ileride kulüp başkanı ve başbakan olacak şükrü saraçoğlu’nun 1929’da meclis’ten çıkarttığı “aynı semtte kurulmuş olan ve faaliyet gösteren spor kulüplerinin sayısı birden fazla ise, o semtte üye sayısı daha fazla olan kulüp faaliyetine devam eder” kararıyla kavuştu. bir zamanlar ironik bir şekilde ittihatçıların kulübü olan ittihatspor bu kararla tarihe karışıyor, sahası fenerbahçe’ye kalıyordu. beşiktaş da bu stadyum dağıtımından payını almakta gecikmedi. çırağan sarayı’nın yangından geçmiş arka bahçesi artık siyah-beyazlıların sahasıydı. üç istanbul kulübüne verilen stadyumlar, devletin popüler futbol kulüplerini kontrol etme çabasının ilk adımıydı. ikinci adım ise yeni dönemin yıldızı parlayan politikacılarının kulüp yönetimine girişiyle gerçekleşti. erken cumhuriyet kadroları, kulüplere sızarken ittihatçıların yöntemini uyguluyordu. kulüpler, tek parti döneminin etkili politikacıların yanlarında tutmanın çıkarlarına olacağını anlamıştı. kimse böyle bir desteği reddedip rakiplerinden geri kalmak niyetinde değildi. spor dünyasıyla siyaset arasındaki sıkı ilişki devam ediyordu.
mehmet yüce'nin, "idmancı ruhlar: futbol tarihimizin klasik devreleri: 1923-1952, türkiye futbol tarihi - ikinci cilt" kitabından;
1923 senesi güz mevsiminde teşrin-i evvel’in yirmi dokuzuncu günü cumhuriyet ilan edildi. tam o günlerde, yani cumhuriyet ilan olmadan birkaç gün önce romanyalı misafirlerimiz istanbul’a geldi ve bizimkilerle birkaç müsabaka yaptı. bu müsabakalardan kuşkusuz en önemlisi ilk milli maçımızdır.
istanbulluların daha bir ay öncesine kadar şehirlerindeki düşman işgali, ingilizlerin son balolarını verip, son futbol müsabakalarını da yaptıktan sonra şehri terk etmeleri ile fiili olarak hitama ermişti. sultân vâhidüddîn han hazretleri, ingiliz hms malaya zırhlısına binip gideli neredeyse bir sene olmuştu. halife abdülmecid efendi hazretleri, mevkii olan son osmanlı idi. ankara’da yeni bir hükümet vardı. memleket düşmandan temizlenmiş, mudanya’da, lozan’da antlaşmalar imzalanmıştı. artık herkes yeni kurulacak cumhuriyet’in ilanını bekliyordu.
işte, böyle bir havada geldi romanyalılar istanbul’a; kurulacak devletin milli takımı ile müsabaka yapmaya... bükreş’in en iyi futbolcularından oluşan on iki kişilik bir milli takım ile yine bükreş muhteliti’ni oluşturan ilâve yedi oyuncu gelmişti istanbul’a... aslına bakarsanız gelen, en güçlü romanya milli takımı değildi. profesyonel oyuncular ve bükreş dışındakiler getirilmemişti. romanya kafile başkanı bay mario kebauer getirilen oyuncuların hepsinin amatör olduklarını söylüyordu:1
“istanbul’a gelmek mevzu-i bahis olunca, hemen spor kulüplerine bir tamim göndererek tazminat falan gibi namlarla para istemeyen oyuncuların seyahate iştirâk edebileceklerini bildirdim. davete bu gençler icabet etti. ve nihayet buraya yalnız zevki için futbol oynayanları getirmiş olmakla bahtiyarım.”
her gazetenin bir milli takım yaptığı (o dönem böyle deniyordu), yapılan her milli takımın yerden yere vurulduğu, neredeyse herkesin futbol mütehassısı kesildiği bir vâdîde, kimselere çok da kulak asmadan ve kimselerin kolay kolay lafının üzerine laf söyleyemeyeceği ali sami bey kuruyordu milli takımı... ortalık kulüpçüden geçilmezken galatasaray, fenerbahçe ve altınordu birbirleriyle kavgalıyken, beşiktaş 1923-24 istanbul ligi’ni de protesto etmekle kalmayıp, bir de darüşşafaka ve idman yurdu’nu da müttefik tutup ligden çekilmişken yapıyordu ali sami bey bu milli takımı...
o, kulüpçülük yapmıyor; sadece bir oyuncu alıyordu kendi kulübünden... kalanı fenerbahçe ve altmordu’dan en iyi oyunculardı. o zamanki şartlar içinde yapılacak en iyi milli takımlardan birini yapıyordu.
müsabaka heyecanlı oldu. biz de kazanabilirdik onlar da. mağlup duruma da düştük, galip vaziyete de yükseldik. bizim de merkez muhacimimiz iki tane attı, onların da...
müsabakayı 6 teşrin-i evvel’de şehre giren şükrü naili paşa ile birlikte izleyen spor âlemi baş muharriri üstad burhanettin (felek) bey’e göre romenleri elimizden kaçırmıştık. yapılacak herhangi bir muhtelit takım bile bunlan kolaylıkla yenebilirdi.
türkiye idman mecmuası ise sonucun kritiğinden ziyade oyuncuların teknik yönlerine değinmişti. alâaddin ve sabih’in oyununu şâyân-ı takdir bulurken, nedense iki gol birden yapan zeki’yi pek beğenmemişti.
mamafih üzerinde haftalardır konuşulan, onlarca değişik takım tertip edilen, hiçbiri de beğenilmeyen türkiye ile romanya arasındaki beynelmilel futbol müsabakası istanbul taksim stadyumu’nda, yirmi altı teşrin-i evvel bin üç yüz otuz dokuz cuma öğleden sonra, istanbul-çekoslovak cemaatinden bay antonin kratky’nin hakemliğinde icra edildi. müsabakanın yirmi beşinci dakikasında romen merkez muhacimi gansl sert bir şut ile “kaleci nedim’in topa dokunmasına rağmen” takımını öne geçirdi. golü yiyen millilerimiz maneviyat kırıklığını üzerlerinden çabuk atarak topyekûn saldırdılar romen kalesine. nihayetinde 32. dakikada bir serbest vuruş kazandılar. cafer geçti topun başına, atış kullanıldı, top döndü dolaştı, ayaktan ayağa ve sonunda zeki bey’in önüne düştü. zeki de sert ve isabetli bir şut ile memleketin futbol tarihine geçti.
oyuncularımızın taşıdıkları formanın daha da yüceldiğini gördü müsabakayı izleyen yedi-sekiz bin istanbullu. “yaşa bravo” sesleriyle yüreklendiriyorlardı milli takımı. onlar da hâkimiyeti ele almışlardı yavaştan. tam bu esnada top fenerbahçeli bedri’ye geldi. bedri ilerlemek istedi ama romen müdafaası çok sert durdurdu onu. kıvranıyordu garibim yerde. çıkarttılar oyundan bedri’yi... ilk devrenin sonu gelmişti. bay kratky düdüğü sertçe öttürdü ve “tamam, ilk parti bitti,” dedi.
ikinci parti ibrahim girdi oyuna. romanya kaptanı itiraz etti. ancak romanya kafile başkanı centilmen bir zattı. müdahale ederek, ibrahim’in oyuna dâhil olmasını kabul etti. yeniden on bir kişi oldular. o devirde sakatlanıp müsabakayı terk eden oyuncunun yerine başkası giremezdi.
devre başladıktan hemen sonra bir romen atağını durduran merkez muavin galatasaraylı nihad bey topu kapıp fenerbahçeli sabih bey’e kadar gönderdi. sabih, kıvrak bir çalımdan sonra zeki bey’e yolladı. zeki bey çok zeki bir oyuncu... baktı önü kalabalık yeniden verdi sabih bey’e. sabih de topu alıp sürdü, iyice yaklaştı kaleye. seyirciler bağırıyor: “haydi sabih vur şu topa.” vurdu sabih. döndü kaleciden ve zeki bey’in önüne geldi top. eh, sonrası malûm...
mağlup durumdan galip duruma yükselen millilerimiz devam etseler cesur oyunlarına, belki daha da atacaklardı romenlere. ama yapamadılar. korumak istediler vaziyeti. öyle olunca da bu sefer bastıran romenler oldu. bir ara kaptan haşan kâmil bey öyle bunaldı ki; topa elle müdahale etmek mecburiyetinde kaldı. çekoslovak hakem hafifçe öttürdü düdüğünü... topun başına nedim’in belalısı gansl geçti ve nedim’i yine alt etti...
golden sonra milli takım yine bastırdı lâkin nafile. bay antonin kratky önce saatine gözünün ucuyla baktı, sonra da kaptanlara. sonra da düdüğü dudağına götürdü.
milli takımımız ilk müsabakasına çıktığı o gün, galip gelmeyi herkesten çok istemişti. lâkin muvaffak olmadı. ama oynadığı güzel oyun ve gösterdiği fedâkârlıkla seyircilerden kuvvetli bir alkış aldı. o gün sahada olan oyunculardan hiçbiri şimdi aramızda değil. hepsini teker teker saygı, hürmet ve rahmetle anıyorum efendim...
milli futbol takımımız ile beynelmilel bir müsabaka yapan romanya milli takımının istanbul seyahatini müsabakadan evvel, müsabakanın oynanacağı gün ve müsabakadan sonra istanbul’da yayınlanan gazete ve dergilerden inceledim.
bu gazetelerden birincisi akşam’dı... akşam, oyuncuların maneviyatlanmn düzgün olmasına ve mutlak bir galibiyete değiniyordu yazısında:
“yannki büyük milli maçta romanya takımını behemehâl (mutlaka) yeneciğiz! türkiye’nin on bir güzide oyuncusu yarın sahaya çıkacakları zaman maneviyatlannı tezelzüle (sarsıntıya) uğratmamalıdırlar. yukarıki cümle kendilerine düstur olmalıdır.” (akşam, 25 teşrin-i evvel 1339)
resimli gazete ise daha çok işin heyecan ve temâşâ yanına parmak basmış:
“futbol heyecanı yine istanbul’u sarmak üzere... romanya muhtelit takımı bir haftaya kadar şehrimize gelecek. milli takımımızla beynelmilel ehemmiyeti olan bir müsabaka yaptıktan sonra altınordu, galatasaray, fenerbahçe takımlarıyla da birer defa karşılaşacak...” (resimli gazete, 20 teşrin-i evvel 1339)
spor âlemi, milli takımın oluşturulması sırasında bazı kayırmaların yapıldığına değiniyor ve federasyonu daha maç oynanmadan neredeyse suçlu ilan ediyor:
“romanyalılar mecmûamız intişâr ettiği sıralarda şehrimizde bulunmuş olacaklardır. bu müsabakalarımız slavya’nın (slavia praha) avdetinden sonra milli takımımızın fazla methi duyulduğundan oldukça çetin bir kuvvette karşımıza çıkacaklardır. biz ise el’an milli takımımızı ikmâl edemedik. herkes bir türlü takım yapıyor ve bunlar da gazete üzerlerinde kalıyor. takım yapmaya biraz daha iltimas görür desek, yanılmadığımızı herkesin tasdik edeceğine hiç şüphe yoktur... bu maçta türkler bütün kuvvetiyle çarpışacaklardır. fakat mağlup olur ise kabahat federasyonun, galip gelir ise şeref oyum culann olduğunu bilelim...” (spor âlemi, 25 teşrin-i evvel 1339)
türkiye idman mecmuası ise “milli maç dolayısıyla istihzârat (hazırlıklar)” başlığı ile milli takım adaylarının kendi aralarında yapacakları antrenman maçını haber vermiş:
“milli takımımız’ın tecrübe müsabakası”... futbol heyet-i umûmîyesi’nden bildirilmiştir: 12 teşrin-i evvel 1339 cuma günü taksim’de oynayacak timler:
bu haberden, 1923 senesinin ekimi’nin yirmi altıncı cuma günü taksim stadyumu’nda, daha cumhuriyet ilan edilmemişken romanya ile bir beynelmilel müsabakaya çıkacak milli takımımız için asıl, ikinci ve ihtiyat hâlinde kullanılacak futbolcularımızı öğreniyoruz. müsabakadan iki gün önce romanya’dan bir vapurla memleketimize gelen misafirlerimizle ilgili türkiye idman mecmûası oldukça enteresan ve bilinmedik noktalara değinmiş:
“romanyalılar şehrimizde!
bundan evvelki nüshalarımızda teşrin-i evvel sonlarında şehrimize geleceğini bahsettiğimiz romanyalı futbolcular nihayet ayın yirmi dördüncü günü, romanya vapuru ile şehrimize vâsıl olmuşlardır. romanyalı misafirlerimiz buradaki alâkadar olanlan hareketlerinden bir gün evvel suret-i mahsûsada haberdar ettikleri için çarşamba sabahı vürûdlarına intizâr edilmiyordu.
sabahtan erkenden vapurun boğazlara vâsıl olduğu haberi alınmış ve sporculardan mürekkeb bir heyet ile misafirlerimizin istikbâli için ihzârata başlanmıştır. t.i.c.i. (türkiye idman cemiyederi ittifakı) futbol encümeni reisi yusuf ziya bey, a’zâdan nasuhi bey ve galatasaray kulübü a’zâsından sadık beyler’den mürekkeb bir heyet marifetiyle hususi bir istimbot (steamboat) romanyalı misafirlerin râkib oldukları vapura, kız kulesi açıklarında mülâki (karşılamış) olmuştur.
romanyalılar heyetimizi güverteden üç defa “hey hey hurra!” nidasıyla alkışlamışlar ve heyetimiz de buna “yaşa!” sadâsıyla mukâbele etmiştir. yusuf
ziya bey tarafından heyetin takdimini müteakib romanya futbol federasyonuu ve kafile reisi bay mario kebauer, romanyalı idmancıları heyetimize takdim etmiştir. romanyalılar içlerinde gazeteci ve idarecilerle birlikte toplam 31 zevattan mürekkeb bulunuyordu. kendilerine bir de alman madam refakat ediyordu. federasyon tarafından suret-i mahsûsada ihzar edilen kırmızı beyaz kurdelelerden mürekkeb rozetler misafirlerimizin yakasına takılmıştı. buna mukabil romanyalılar da romanya milli renklerini taşıyan mavi, sarı ve kırmızı rozetlerini idmancılanmızın göğüslerine iliştirmişlerdi.”
türkiye idman mecmuası makalenin devamında misafirlerimizi beyoğlu’nda londra otel’de ikamet ettirildiğinden ve maçın oynanacağı gün kısa bir yürüyüşün ardından stadyumda hafif bir egzersiz yaptıklarını yazıyor ve ilâve ediyor: “tıpkı slavyalılar gibi onlar da sahayı beğenmediler.”
yazıdaki enteresan bilgilerden biri de romanyalılar içinde alman ve macar futbolcuların olduğunun yazılmasıydı. bu aslında çok normaldi. büyük harp’ten sonra sınırlar değişmiş, avusturya macaristan imparatorluğu topraklarının bir kısmı, romanya’ya geçmişti. almanlar (prusyalılar) zaten her yerde vardı.
müsabaka oynandı ve hitam buldu. o günün akşamı t.i.c.i., romanyalı misafirlerimiz şerefine büyük bir ziyâfet verdi. bu ziyafetten önce otelde gazeteci fazıl adnan bey ile mülakat yapan romanya federasyon reisi, beraberliğin normal bir sonuç olduğunu, kendilerinin çayırda oynamaya alışık olduğunu ve stadyumun sert sathının oyunlarına menfi yönde nüfuz ettiğini söylemiştir.
işte bu hava içinde ilk milli müsabakayı beklemiştik ve bu vaziyet içinde oynadık ilk müsabakamızı. anadolu gazetelerine de göz atma şansı buldum. istanbul’un ötesinde izmir’de ankara’da hattâ daha da doğuda, karadeniz’de milli heyecan nasıl teneffüs ediliyordu? cihan harbinin ve devamında milli mücadelenin cereyan ettiği, yüzbinlerce kişinin can verdiği topraklarda, savaş yüzü görmemiş, tek kurşun atılmadan bir günde işgal edilmiş istanbul’daki gibi maçın heyecanına mı kapılmışlardı? doğrusu bunu bilmek istedim. bunun için ankara’da neşredilen hâkimiyet-i milliye ile izmir’de yayınlanan ahenk gazetelerinin milli müsabakanın oynandığı tarihlerdeki nüshalannı inceledim. doğrusunu söylemek gerekirse milli müsabaka ile ilgili pek bir habere rastlamadım. bu sanki milli takımımızın değil de istanbul muhteliti’nin bir maçı gibi algılanmış olabilir. öyle ya, oyuncuların tamamı istanbul’dan, takımı yapan federasyon başkanı da istanbul’dan, yalnızca formaları değişik...