tribün dergi sayı 3'de yer alan volkan eser'in "kopenhag hacıları" başlıklı yazısından;
aslında her şey hertha berlin maçı ile başlamıştı, bu maçtan sonra mailing list’te yanılmıyorsam ilk bendim, “11 maç yenilmeden uefa kupasını alacağız” diyen. bunu dedikten sonra uefa’nın sitesine girip maç tarihine bakmıştım: 17 mayıs 2000... hertha maçından sonra mucizevi milan maçı, peşinden gelen bologna maçı (ki kendisi ilk avrupa deplasman maçım olur, sağolasın patron) ve devamındaki dortmund, mallorca, ve leeds maçları...
20 nisan gecesi hep birlikte seyrettiğimiz maçtan sonra barış haseski ile sarılmıştık, o ağlayarak “allah’ım ne olur beni bu rüyadan uyandırma” diyor, ben rüyada olmadığımızı, 17 mayıs’ta finali oynayacağımızı anlatmaya çalışıyordum.
o günden başlayarak kopenhag’a nasıl gideceğimizi konuşmaya başladık, gidilecek tur şirketinin adı belli olmuştu, ama fiyat daha belli değildi. ben havacılık camiasıyla yakın olduğumdan fiyat tahminleri yapıyordum, fakat sonuçta “oha” dediğim bir fiyat çıktı ortaya: günübirlik tur, maç bileti hariç: 450 $. eh, kulüp de 25 dolarlık bileti bize 150 dolara satınca, kopenhag uefa kupası teslim alma operasyonu’nun maliyeti 600 dolara çıkıverdi. ama feda olsundu cim bom’a...
maçtan bir hafta öncesine kadar benim için her şey normaldi. bir hafta kala hafif heyecanlanma belirtileri çıktı ortaya. sonra 15 mayıs’a, yani maçtan iki gün öncesine geldik. uykusuzluğum o gece başladı, yatağa ilk yattığımda gözümün önüne galiba 6 yaşındayken seyrettiğim ilk uefa final maçı geldi, juventus’la bir takım oynuyordu sanırım, boniek ve platini’yi ilk o zaman duymuştum. ulan dedim, şimdi biz orada olacağız ha? hay demez olaydım... sabaha kadar uyku girmedi gözüme.
ertesi gün işyerinden erken kaçtım, biraz istanbul turu falan, ı-ıh zaman geçmiyor. saat 9 gibi kadıköy’e ailemin yanına gittim. yemek falan derken saat 12 oldu. ben 12’de ev ahalisine “hakkınızı helal edin, ben gidiyorum” deyip kalktım. çıkarken annemin “nereye gidiyorsun oğlum manyak mısın?” sorusunu, babamın “e manyak tabii, ta kopenhag’a maça gidiyor adam” yanıtını duydum.
uçak sabah 5’te, bu kadar saat ne yapayım ben diye kara kara düşünürken aklıma nedense bana dahiyane görünen bir fikir geliverdi. hemen tekirdağ’daki yazlığa doğru yola çıktım. yazlığa ulaştım, eve girdim, bir bardak su içtim (galiba suydu) ve tekrar istanbul’a döndüm.
saat gece 3,5. zaman geçmiyor, bir baktım ki bilal’in elinde bir şişe metaxa var, hemen dalıverdim şişeye, o da fazla direnmedi. yarım şişe kadar kanyağı orada halletmişim...uçak saati geldi ve biz tezahüratlarla uçağa bindik, kaptandan sigara ve içki için izin aldıktan sonra (ki buna bile laf edenler vardı ama 310 kişiden 250’si bir anda sigara yakınca susmak zorunda kaldılar) yerlerimize geçtik.
biz uçağın ön tarafındayız... bir anda alp özgör yanındaki poşetleri açmaya başladı, ben de dumura uğramaya... manzara öyle böyle değildi, bir büyük rakı, beyaz peynir, domates, ahmet çakar (hıyar), kavun ve pilaki getirmişti...
uçak yolculuğunda maçtan çok mehmet şenol’la beraber galatasaray’ın geleceğini konuştuk, bundan sonra ne yapılması gerektiğini falan...
uçak kopenhag’a indiğinde henüz kargalar kahvaltı etmemiş, ancak biz çakırkeyif olmuştuk. havaalanında otobüslerimizi beklerken gördüğümüz ingilizlerin “hassikkkttiiiiirrrrr” diyen bakışları, bizim onlara ilişmememizle “ulan bunlar barbar değilmiş be, aynı bizim gibiler, sarhoş” bakışlarına döndü. otobüslerimize bindik, yaşlıca bir teyzemiz bize kopenhag’ı anlatıyor, işte şurası kral bilmemneyin çükü, burası kraliçenin tacını giydiği yer falan... bu arada otobüsten, “hoop yenge, bizi meydana bırakıver, bana ne lan danimarka tarihinden” sesleri yükselince otobüs mevcudu dörtte bire indirilerek kopenhag turuna devam edildi. ünlü denizkızı heykeli’ne gittiğimizde ise şoka uğradık, zira bizim devasa diye bildiğimiz heykel meğer yarı boyumda imiş, tabii deniz kızının boynuna atkı takıp fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik. oradan tivoli’ye doğru yola koyulduk...
tivoli’ye vardığımızda büyük meydanın türkler, karşısında bulunan barlar bölümünün ise ingilizlerle dolu olduğunu, aradaki birkaç bağrışmadan öte bir şey çıkmadığını öğrendik ve kopenhag meydan turuna başladık... ingilizlerle burun buruna bağırıyoruz, tezahürat yapıyoruz, ama olay çıkmıyor... bayağı eğlenceli ortamdı.
sonra meydandan ayrılarak yakınlarda yatacak bir yer aramaya başladık, zira saat bir anda 2 olmuştu, üzerimize bir yorgunluk çöktü. sonunda şahane bir parkta yattık ve sohbete başladık. bu sırada bilal’in ve benim telefonlar zırıldamaya başladı (kek gibi telefon götüren sadece ikimizdik sanırım), ilk duyduğum annemin çığlığıydı: “nerdesin sen?”, “ya anne kopenhag’dayım, nerede olacam...” “kopenhag’da nerdesin?” ulan, annemi tanımasam “aha arkamdan o da kopenhag’a geldi” ya da “daha önce çok kere kopenhag’a gelmişti, o yüzden soruyor” diyeceğim. “anne parkta yatıyoruz, ne oldu ki?” dedim, “yalan söyleme, televizyon veriyor her şeyi, kavga ediyorsunuz” diye bağırdı. biz de az önce cengiz’le çimenlerin üzerinde şöyle bi güreşmiştik, ama bunu televizyonların vermesi garip geldi bana. “yok anne,ne kavgası ya” falan diyince anlaşıldı ki, tivoli meydan muharebesi çoktan başlamıştı... ama biz geç kalmıştık...e, madem geç kalmışız, bari yatalım deyip yatmaya devam ettik. saat 5’te otobüslerle buluşacağımız yere gittiğimizde kavga ortamında bulunan arkadaşların durumunu gördük... kiminin gözü kan çanağı olmuş atılan gözyaşartıcı bombadan, kiminin rengi atmış, ama kayıp yok.
stada girdiğimizde bir an her şey kayboldu, yemyeşil çimler, etraf sarı kırmızı (daha arsenal’liler gelmemişti)... ve tezahürat başladı, “kapalı buraya!..” hah, şimdi tamam oldu, sebahatin, savaş, hepsi oradaydı işte. hemen o tarafta yerimizi aldık, sesler kısılmasın fazla bağırmamaya dikkat ediyoruz.
ve galatasaray sahayı incelemek üzere sahaya çıktı... aman allahım... “burası sami yen, buradan çıkış yok!” tezahüratı başladı, her yer inliyor, bu arada yasin’le beraber asacak yer bulamadığımız pankartlarımızı açmaya başladık, “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, ağlayacağım ama daha erken. sonra arsenal geldi sahaya “welcome arse” pankartını açıverdik hemen. sahaya ponpon kızlar da çıkınca iyice neşelendik. şarkılar, türküler derken maç saati geldi.
maç başladı... aslında maça dair çok şey hatırlayamıyorum. arifin kaçan pozisyonu vardı, arsenal’in 18 içinden kaçırdığı pozisyon, hakan’ın yere çakılısı, direkten dönen top, hagi’nin attığı ve bergkamp’ın hâlâ etkisinden kurtulamadığı çalım. 80. dakikadan sonra tribünler coşmaya başladı. zaten coşkuluydu aslında, delirmeye başladı diyeyim, daha doğru olur.
bildiğiniz gibi, normal süre 0-0 bitti, uzatmalar başladı. bir kırmızı kart geldi, hagi artık yok. biz tempoyu hiç bozmuyoruz, hem ağlamaya hem dağ başını’ya devam. henry 1 metreden inanılmaz bir gol kaçırıyor, daha doğrusu tafi kurtarıyor. 115. dakikada fatih terim’i görüyoruz, takıma var gücüyle “ileri” diye bağırırken. uzatmalarda da bozulmuyor eşitlik. sıra penaltılarda. kale arkası tribünde ağlamayan yok gibi, hem ağlıyoruz hem bağırıyoruz. penaltılara gelince... pozitif enerji olgusuna ister inanın ister inanmayın, ama o gün viera ve suker’e penaltı kaçırtan şey o taraftarın pozitif enerjisidir... anlatılamaz bir şey bu... onlar kaçırıyor biz “kaçırdı kaçırdııııııı” diye bağırıyoruz. aklıma annemler geliyor, arıyorum ve telefonu havaya kaldırıyorum dinlesinler diye. zaten televizyon başındalar ama... ve sonra popescu geliyor, benim ömrümün her 5 yılı popescu’nun her adımında gidiyor, pope geliyor, o anda zaman duruyor sanki... bizim tribünde tıss sesi bile yok, sadece ağlayanların iç çekişleri var, gözüm yedek kulübesine ilişiyor, emre yere çökmüş, tahminen ağlıyor, fatih terim’den malzemeciye kadar herkes birbirine sarılmış, sahanın ortasındada bütün futbolcular yumak olmuşlar, e gel artık popescu ya, geliyor, vuruyor veeeee...
o an kayıp bende... ne yaptım, nasıl yaptım, nasıl sevindim bilemiyorum.ben kendime geldiğimde maç bitmiş, futbolcular seremoni için hazırlanıyordu. annemin anlattığına göre hayatında gözünün yaşardığını bile görmediğim babam ve hatta dedem bile gözlerini siliyorlarmış o anda...
stattan çıkarken hemen yanımızdaki tv kabininde bulunan hıncal’a tezahürat yapıyoruz, ulan o da gözünü siliyor, herkes mi ağlamış ne? stattan çıkıyoruz ve otobüslerimize biniyoruz... 0 anda bilal ve benim aklıma o günü ölümsüzleştirecek bir laf geliveriyor... “bu maça gelenler dünyanın en şanslı insanları diyor” bilal, ben de ekliyorum, “ne şansı be, hacı olduk ulan hacı”. o günden sonra maça gelmeyenler için söylenen “hacıların kalkan parmaa girsin ...in gözüne” tezahüratı başlıyor...
havaalanındayız, bağırmak istiyoruz ama ses yok ki... bir anda aklımıza ıslıklar geliyor, başlıyoruz “kalplerde yıldız/ gönüllerde ay/ şampiyonsun galatasaray”ı ıslıklarla söylemeye... dönüşü hatırlamıyorum. 1 şişe absolut içtikten sonra sızmışım galiba. istanbul’a iniyoruz... havaalanında alkışlarla karşılanıyoruz resmen, e manyakça geliyor insana, ama pek değil tabii...