halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
avrupa kupa galipleri turnuvası finali 16 mayıs 1979 günü basel'de oynanıyor, ispanyol barcelona ile federal alman fortuna düsseldorf takımları karşılaşıyordu. baştan sona heyecan kasırgası halinde geçen oyunda yedi gol, bir de gol olmayan penaltı vardı, ne yazık ki, bizim naklen yayın geç başlamıştı. halk televizyonları başında, ben de basel'in st. jakob stadı'ndaki mikrofonun başında, çileden çıkıyorduk. "neden yayına girmiyoruz?" diye bağırıyordum mikrofonda ankara'ya. halk da ekranlan karşısında bağırıyordu: "neden yayına başlamıyorlar?"
karşımdaki görevli arkadaş da benim kadar üzgündü. o da sinir küpüne dönmüş, "yarın millet yine bize, spor servisi'ne küfür edecek," diyordu. ben, "hayır" karşılığını veriyordum. "bana söverler. spiker maçı niye geç anlattı, diye..." o kızgınlık içinde gülüşüyorduk. hesapsızlık kitapsızlıktı olayın nedeni... bir avrupa kupası finalinin yayınlanması planlanmış, fakat o yayın öncesi reklamlar uzamış, anonslar uzamış, program altüst olmuştu. aksine maç da gollerle başlamamış mıydı? deli oluyordum, "goller oluyor burada... anlatamıyorum" diye...ertesi gün bu gecikmeyi basın ağır dille eleştirecekti. haklıydı da... ne var ki, bir gün önceki tahminim doğru çıkmıştı. bu arada beni, maçın spikeri olarak suçlayanlar da vardı. meslekte gerçek büyüklerimden çok saydığım, çok sevdiğim, babıali'yi girdiğim gündenberi ağabeyliğiyle gurur duyduğum, sevgili tahsin öztin bile eleştirenler arasındaydı. oysa ben ve ankara'daki spor görevlisi, olayın masum kurbanlarıydık. maç naklen yayınını başlatmayan gerçek kusurlulara hesap soran yoktu. ne basından, ne trt'den...kabak, çoğu kez olduğu gibi bizim başımıza patlamıştı.
fakat o maç için kim ne derse desin, değerdi. şahane bir futbol mücadelesiydi. işte milyonların önüne çıkan kişi, tüm eleştirilerin boy hedefi olmaktan kurtulamaz. sunuculuk yapmak güzeldir. programı bazen sizin adınızla anarlar. programın ismi söylenmez de, "falancanın programı" derler. ama bunun karşılığında o programda veya o yayında ne aksaklık olursa, onu da size yüklerler. böyledir bu... hatta lig maçlarını birkaç şehirden naklen yayınladığımızda, bulunduğumuz şehirdeki maç henüz yayına girmemişse veya az bölümü nakledilmişse, staddaki seyirci spiker kulübesine döner ve spikeri protesto etmeye başlar: "niçin buradaki bizim maçı vermiyorsun?" diye... sanki yayına girmek oradaki spikerin elindey-miş gibi...merkez bağlamazsa, oradaki spikerin bir şey yapamayacağını düşünmez kimse... neyse basel olayında da sineye çekmiştik. başka çaremiz yoktu.
biz yayına girdiğimizde durum 1-1 olmuştu. geciktiğimiz dakikaları özetleyeyim derken... birde penaltı... çok özendiğim, hazırlandığım bir maç anlatımına tepeden inme girmiştim. moralim epey bozulmuştu. bu yüzden ilk cümlelerimin hiç de derli toplu olmadığını bugün bile hatırlıyorum. neyse çabuk toparlandım. sanches'le öne geçen barcelona, kiaus allofs'tan yediği golle 1-1'e düşmüştü. sonra ispanyollara ikinci gol şansı gelmiş, fakat rexach bu şansı harcamıştı. penaltıyı kaleci daniel'e nişanlayarak... ama ikinci gol kısmetinde vardı barcelona'nın ve asensi durumu 2-1 yapıyordu. almanlar bırakmıyordu maçı... işte fortuna düsseldorf bir kez daha beraberliği yakalıyordu. gol, seel'dendi.
ilk yarısı 2-2 kapanan maçın 90'ıncı dakikasında da durum 2-2'ydi. yani, ikinci 45 dakikayı iki taraf da kullanamamıştı. oyun yine hızını korumuştu, fakat gol getirmemişti. yarım saatlik uzatmayla birlikte futbolun güzeli de başladı. bu 30 dakikada birçok 90 dakikalarda görülmeyen nefis bir futbol seyredildi. bu arada barcelona'nın hollandalı yıldızı neeskens'in şahane pasını rexach gole çeviriyor, penaltıyı kaçırma hatasını afettiriyordu. sonra da barcelona'nın avustaryalısı krankl harika bir golle takımını 4-2 öne geçiriyordu. sonrasında seel'den gelen gol, sadece 4-3'lük sonucu sağlayacak, almanlar beraberliği kurtaramayacaktı.
barcelona avrupa kupa galipleri kupası'nı kazandığında, ispanya'dan gelmiş, ya da isviçre'de veya almanya'da çalışan ispanyol gurbetçileri stadı doldurmuştu. maçtan çok önce st. jakop stadı'nın etrafındaki çimlere yayılan ispanyollar, onların yanısıra yine ülkelerinden gelmiş almanlar, orayı bir panayıra çevirmişlerdi. seyyar satıcılar, bisikletle tur atanlar rengârenk kulüp bayraklarıyla gösteriye erken başlayanlar... kalabalık bir piknikti bu... merakımdan aralarına karışıp konuşmuştum bir kısmıyla... bir türk futbolseverinin kendi oyuncularını isim isim bilmesine şaşmışlardı. söyleyemezdim ya "türk spikeriyim" diye... çünkü onların spikerleri, radyo-tv kurumlarının özel ve lüks otomobilleriyle geliyorlardı stada... kalabalık ekipleri vardı. benim gibi, sınırlı döviziyle maça zürich'te kalıp da tramvayla, trenle, otobüsle gidip gelme zorunlukları yoktu ki onların spikerlerinin...