fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
zorunlu bir başlık: hezimetler
"ingiltere önünde neden elimiz ayağımıza dolaşıyor, polonya bile fark yiyebileceği bir maçtan puan çıkarırken biz neden wembley'de hezimete uğruyoruz?" diye soranlar olacaktır. gol yollarını bulamayan, hücum yapmayı beceremeyen, çabuk organize olamayan, mağlup duruma düşer düşmez oyun disiplinini unutan, teslim bayrağı çekmeye hazır bir takımın bozguna uğraması kaçınılmazdır. polonya 1-1 biten o mucizevi maçta gol atmakla kalmamış 3 tane de gol pozisyonu yakalamıştı. bize gelince, pozisyon yaratmayı bir yana bırakın, dişli rakipler karşısında orta sahayı bile geçemediğimiz zamanları hatırlıyorum.
garrincha dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sağ açıklarından biridir (1933 -1983 yılları arasında yaşamış olan garrincha'nın gerçek adı manuel francioso dos santos'dur. brezilyalılar uzun adlara sahip olanları kısaltmaya mecbur kalmışlar, tıpkı edson arantes do nascimento'yu pele diye çağırmaları gibi). özelikleri rakip defanslar tarafından iyi bilinmesine karşın nedense kimse onu durdurmayı başaramamıştı. rakip defansı hallaç pamuğu gibi bir o yana bir bu yana yatırdığı bir gün, hakemin onu yanına çağırdığı ve oyundan atmakla tehdit ettiği halen anlatılır brezilya'da. driplingleriyle parmak ısırtan, kornerden goller atan, toplara menzil tanımaksızın vurarak herkesi mest eden garrincha hakkında bir gazetecinin ağzından şaşkınlıkla dökülen "bu adam hangi gezegenden?" sorusu sanırım onu ifade eden en doğru sözlerdir. garrincha örneğini vermemin sebebi oyun esnasında ne yapacağının bilinmesine karşın rakiplerinin buna çare yaratmakta aciz kalmış olmasıdır.
beşiktaş'ın liverpool'a 8-0 yenildiği maçı seyrederken ikinci golden sonra 1987'deki wembley hezimetini anımsadım. uzaktan iyi seçemememe rağmen oyuncuların yüz ifadelerini tahmin edebiliyordum, sanki skor 2-0 olduktan sonra bizim oyuncuların hal ve hareketleri felaketin gelişini bas bas bağırıyordu.
mücadele esnasında en kötü şey insanın kendini çaresiz hissettiği andır. bu his rakibin üstünlüğünü kabul ettiğiniz, artık maçı leyhe çevirmenin imkânsız olduğunu kabullendiğiniz anlarda hasıl olur. böyle zamanlarda sadece hırsınızı değil, top oynama arzunuzu ve direnme gücünüzü de kaybedersiniz. hatta an gelir, bencilce bir hisle, sadece kendinizi kurtarmak adına çareler aramaya başlarsınız. tanrı'dan ve maçın bitiş düdüğünü üileyecek hakemden başka yardım edecek kimse kalmamıştır artık size.
wembley'de ingilizler dalga dalga gelirken, tek istediğim şey maçın bir an önce bitmesiydi gerçekten. bir pozisyonu hiç unutamam, bir ara bizim takım hücuma kalkmış gibi olmuştu. herkes topyekûn rakip yarı alana gittiğinde ne göreyim? lineker orta saha çizgisinin üzerinde libero erhan'ın arkasına sinmiş, orada avcı bir hayvan gibi beklemiyor mu? avazım çıktığı kadar bağırıp çağırmıştım, lakin duyan yoktu ki!
maç yemeğinde takım arkadaşlarıma "bu akşam ilk dakikalarda gol yemeyelim de..." diye başlayan endişe yüklü bazı cümleler sarf etmiştim. oysa daha elimi bile değdirmeden o topu iki kez ağlarımda görmek nasıl da içimi acıtmıştı, anlatamam. buna neden olan şey neydi gerçekten? kaderin cilvesi mi, yoksa yeteneksizliğimiz miydi burada etkin olan şey ya da bizi "ingiltere'yi yenmeye gidiyoruz" diye safdilce bir hayalperestlik içine sokan hocamızın kifayetsizliği mi? belki hepsi, belki de hiçbiriydi. ancak elektrik direklerini dahi deviren bir fırtına ve yağmurun olduğu o gecenin devre arasında kaleci kazağımın hali ortadaydı ve ben onu değiştirememe nedenini iyi biliyordum- ortalıkta ikinci bir kaleci kazağı yoktu çünkü.
insan cesaretini ve moralini kaybettikten sonra ne yazık ki şans faktörü de devreden çıkıveriyor! bırakın karşı takım forvetlerinin çektiği şutları, yaptığı ortalan, geri pasları bile kaleciye ecel terleri döktürüyor. beşiktaş kalecisi hakan'ın ileriye doğru vurmak istediği topun babel'in sırtına çarparak gol olmasında yaşandığı gibi; aynı babel'in bir de topuğuna çarpan top gol olmuştu!
wembley bozgununa rağmen 6 ay sonra yeniden milli takıma dönmüş ve macaristan maçını gol yemeden tamamlamıştım. kariyerimi sonlandıran o meşum trafik kazasına kadar oynamayı sürdürdüğüm için şanslı sayılırım aslında. dikkat ederseniz her hezimet sonrasında öncelikli olarak kalecilerin bileti kesilir ve başka adlara şans verilir. dev kaleci ali artuner 8-0'lık polonya mağlubiyetine takılıp kalmadan milli takım kariyerini sürdürürken yaşar ile zafer hezimet enkazının altından çıkamadı. dünyanın en iyi kalecilerinden biri kabul edilen zamora'nın kariyerinde bile yine ingilizler'den yenilen 7 gol bulunurken demek ki, şu hisseyi hatırlamak ve hatırlamakta her daim fayda var: evet, yere düşünce kalkmasını bilmek meşakkatli de olsa bir sanatmış.
kaleci olmanın zorluğuna verilecek örnekler bakımından zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. mesela ankaragücü kalecisi arif peçenek'i ele alalım... romanya-türkiye maçında sırtı dönük oyuncusuna verdiği el pasının gol olmasından sonra bir daha milli takım yüzü görmemiştir. yine '80'li yılların başında, 1. lig'de henüz iki maç oynamış cengiz adında genç bir kaleci vardı. çıktığı üçüncü maçın son dakikasında orta sahadan kendisine verilen geri pası ayağının altından kaçırdıktan sonra bir daha kendisinden haber alınabilmiş değildir.
farklı mağlubiyetler ve şans eseri yenen goller avrupa ülkelerinde "iş kazası" olarak adlandırılırken ülkemizde istihzayla anılır ve kalecilerin ipi çekilir. daha da kötüsü bu olayın dünya durdukça hatırlanması ve geyik muhabbetlerinde masaya getirilecek oluşudur.
benimle aynı dönemde oynamış olan gençlerbirliği'nin file bekçisi okan da bu kazazedelerden biridir. iyi niyetli ama acemi bir hocanın kurbanı olduğu için daha 27 yaşında milli takımdan kopmuş ve hızla zirveden aşağı yuvarlanmıştır.
1988 yılında macaristan-türkiye maçı oynanmaktadır. 0-0 devam eden mücadelede hakemin bitiş düdüğüne ramak kala tınaz tırpan kulübemde oynamayan futbolcu kalmasın temennisine gömülür ve kendisi istemediği halde okan'ı sahaya sürer. tınaz hoca iyi niyetli olduğu için sayılı saniyeler sonra gol yeme bahtsızlığına uğrayacak bu genç kalecinin geleceğini kararttığını bilmiyordu elbette ama şurası da bir gerçek ki, "cehenneme giden yollar çoğu zaman iyi niyet taşlarıyla örülüdür."