fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
seyirciye yakın olmanın getirisi
1996-97 sezonunda beşiktaş tarihinde ilk defa avrupa kupalarında arka arkaya üç takımı elemeyi başarmıştı. takımın genç oyuncularından serdar topraktepe, sivrilen isimlerin başında geliyordu. fakat ne yazık ki, ilerleyen zamanlarda düşüşe geçecek, takımında kök salamayacaktı... nedeni seyircinin hoşgörüsüzlüğüydü.
genç oyuncunun formu biraz düştüğünde anlayış göstermek yerine bağırıp çağırarak onu motive edeceğini düşünen kapalı tribün seyircisi yüzünden, serdar maçın her iki yarısında da farklı oynamaya başladı. şeref tribünü önündeki kalede varlık gösterirken, kapalı tribün önünde deyim yerindeyse çuvallıyor, eli ayağına dolaşıyordu.
kalecilerin seyirciye en yakın oyuncu olduğu hatırlandığında akla hemen şu soru gelir: gerçekten azgın, hiç susmayan seyirci bir kaleciyi etkileyebilir mi? bu sorunun cevabı hem "evet"tir hem de "hayır".
öncelikle verdiğim örneğe dikkat çekmek isterim; orada rakip seyirciden değil kendi seyircinizden gelen aleyhte tezahürattan bahsediyorum. kendi seyircisinin sürekli protestosuyla karşılaşan bir kalecinin bundan olumsuz yönde etkilenmemesi mümkün olabilir mi?
tecrübe ve özgüveni yerinde olan file bekçileri için rakip taraftan gelen kötü tezahüratlar, tacizler, bağırtı çağırtılar filan, hepsi de rüzgârın kayadan aldığı toz hükmündedir, onlara vız gelir. bilakis bunlar kalecinin motivasyonunu yükseltebilir bile. kaleciler için sürekli yaygara koparan seyirci önünde oynamanın yalnızca bir mahzuru olabilir; verdiği direktiflerin takım arkadaşlarınca duyulamaması.
genç bir file bekçisi, yeterli tecrübeye sahip olmadığı için, oyunun gidişatına göre dış faktörlerden etkilenir veya etkilenmez. yaşı önemli değil, yeter ki, yaptığı birkaç iyi kurtarışın ardından moral motivasyonunu yüksekte tutmayı basarsın; 1 numaralar hangi büyüklükte stadyumda oynarsa oynasın hata yapmadığı müddetçe kimseyi kendine dert edinmez.
seyircinin rakip kaleciler üzerinde kötü etki bırakması göreceli bir konudur. eğer gerçekten öyle olsa maracana, azte-ca, barnebeu, wembley ve camp nou gibi dev kapasiteye sahip stadyumlarda rakip kalecilerin bırakın gol kurtarmayı, su dahi içemeyip korkudan dillerinin tutulması gerekirdi. 1950 finalini hatırlayalım ve o maçtaki rekor seyirciye rağmen uruguay kalecisi maspoli'nin değil de turnuvanın en iyisi olarak dahi içemeyip korkudan dillerinin tutulması gerekirâi.' 1950 finalini hatırlayalım ve o maçtaki rekor seyirciye rağmen uruguay kalecisi maspoli'nin değil de turnuvanın en iyisi olarak gösterilen brezilya kalecisi barbosa'nın hata yaptığım unutmayalım.
sahaya atılan patlayıcıların, meşalelerin, içi dolu pet şişelerin ve metal paraların kaleciyi huzursuz etmesi normaldir. ancak sanıldığı üzere, öyle derinden korkutucu ve yıldırıcı etkisi yoktur. bir keresinde bundesliga'da oliver kahn'nın kafasına golf topu isabet etmiş ve alman kalecinin yüzü gözü kan içinde kalmıştı. yine de kahn'ın performansında en küçük bir azalma emaresi görülmedi ve maçı alnının akıyla bitirmeyi başardı.
(...)
1982-83 sezonunda oynadığım düzcespor-sıtespor maçında, gol yemediğim ve penaltı kurtardığım için onlarca kişiden yediğim dayağı unutmuş değilim. asıl bu dayağı atanların yıllar sonra benden dilediği özür nedeniyle onları affettiğim o anı hayatım boyunca unutmayacağım. epiktetos ne diyor: "sana tekme atabilirim, zarar verebilirim diyorsan, bil ki insana değil hayvana ait bir özellikle övünüyorsun!"
anlaşılacağı üzere kalecileri tedirgin etmek bazen mümkün görünse bile onları korkutmak gerçekten kolay değil. kalecilerin sahada tek başlarına ve seyirciye yakın olmaları kimseyi yanıltmasın, sonuçta onlara saçma da atsanız dayak da fark etmiyor. onlara maçı bıraktırmak mümkün değil.