ahmet çakır'ın "taçlı kral metin oktay" kitabından;
taçsız ve tek kral metin oktay mustafa bayka galatasaray dergisi, eylül 2002
"yumuşacık, yusyuvarlak... hareketli... ele-avuca sığmaz... zıp zıp zıplar, yerinde durmaz. onunla ilk tanıştığım gün, ayakkabısının bağlarını bile kendi bağlayamayan, yürümeyi yeni yeni öğrenmiş minicik bir çocuktum... 'sen de nereden çıktın?' der gibi vurdum ona... o ilk vuruşla birlikte, yolum da değişti, hayatımda. (...) çaresiz, kader bağlamıştı bizi... ondan ayrılamıyordum... benim en iyi arkadaşım olmuştu."
metin oktay meşin yuvarlakla bir yaşam boyu süren ilişkisini bu benzersiz satırlarla anlatıyor. galatasaray kimlik ve ruhunun yaratılmasında leblebi mehmet, aslan nihat, berlin panteri turgay seren, eşfak aykaç, baba gündüz, coşkun özarı ve adını sayamadığımız nice futbolcunun yanında metin oktay'ın apayrı bir yeri vardır. yarım yüzyıldır süren metin oktay efsanesinin canlı tutulması amacıyla üzerimize düşen görevi yerine getirmeye çalıştık.
galatasaraylılık ruhu ve metin oktay
ali kırca'nın dediği gibi,"galatasaraylılık ruhu, yalnızca galatasaray'a ait bir kimlik tanımıydı." spor yazarlığında bir duayen olarak gördüğüm eski fenerbahçeli futbolcu halit deringör de yazılarından birinde galatasaray'ın bu özelliğine değinmişti: "(...) ama galatasaray'da paradan da kuvvetli olan bir şey var. o da galatasaraylılık ruhu."
1961 yılının yazı benim için tam bir kabusa dönüşmüştü. ligi 36 golle kral olarak bitiren metin, italya'nın palermo takımına transfer olmuştu. inanmak istemiyordum ama gerçekti, metin gidiyordu.
ayrılık acısı daha o gitmeden çocuk kalbime çökmüş, sanki galatasaray'a küsmüştüm. futbolla bütün bağımı koparacaktım nerdeyse. sonra gerçekten, başımı iki elimin arasına alarak düşündüm, düşündüm. evet metin ilahımdı ama galatasaray'a olan sevgim daha büyüktü ve bu sevgi acımı hafifletecekti. artık metin'i gazetelerdeki haber ve fotoğraflarından izliyor, özlemimi bir nebze olsun dindirmeye çalışıyordum.
mithatpaşanın bir gecelik tribünleri
belleğim beni yanıltmıyorsa, 1962'nin şubat ayıydı (daha sonra, doğru ayın nisan olduğunu sayın servet oktay ve rıfat pala'mn bana hediye ettikleri "top ve ben" adlı kitaptan öğrendim). bir mucize gerçekleşiyor ve palermo galatasaray'la bir dostluk maçı oynamak için istanbul'a geliyordu. aylarda yanılabilirim ama maçın bir sah gecesi oynandığına eminim. salı sabahı okul yolunda mithat paşa'nın önünden geçerken bayraklan görmüş ve içim içime sığmamıştı. bu maça mutlaka gitmeliydim ve metinimi seyretmeliydim. ama bir problem vardı. o dönemde gece maçlarına yalnız gitmeme izin yoktu. babam da anadolu'da görevde olduğundan liseli dayımı (boru zeki-1244) razı etmek ve birlikte maça gitmek tek çözüm olarak görünüyordu. o gün ders mi dinledim yoksa saatleri mi saydım, hiç bilmiyorum. okulun bitiş saati 16'da fırladım ve olabildiğince çabuk eve geldim (bu arada "hastane" durağının oldukça kalabalık olduğunu da gözlemiştim). bereket dayım evdeydi ve teklifimi yineletmedi. o da metin'i özlemişti. ama bir sorun daha vardı. sağolsun dayım biraz ağırkanlıydı. maç saat 20'deydi. bütün 'hadilemelerime' karşın evden ancak saat 19'da çıkabildik. kapalı tribünün önüne geldiğimizde tüm kapıların kapalı olduğunu ve hatırı sayılır bir taraftar grubunun, ana demir kapıyı kırmaya çalıştığını endişeyle gördüm. istanbul sanki bir sel olmuş ve metin sevgisiyle 'stadyum'a akmıştı. alt tarafı özel bir karşılaşma, bir dostluk maçıydı. ama işin içine metin oktay faktörü girmişti. bu arada duyduğum endişe, tabii ki kapının kırılacağı değil, kırılamayıp bizim dışarıda kalacağımız yönündeydi. doğal olarak kapı kınlamadı ve biz son bir umutla şimdiki yeni açık tarafına gittik. o tarihte zannediyorum yeni açığın inşaatına yeni başlanmıştı ve 'gazhane' tarafındaki tepeden sahanın tümü görünüyordu. karanlıkta hemen bir imece çalışması gerçekleştirildi. inşaatta kullanılan bidonlar belli bir mesafe uzaklığında, kayalarla desteklenerek sabitlendi ve her iki bidon arasına olabildiğince sağlam iki kalas yerleştirilerek, yeni açığın üst gecekondu tribünleri tamamlanmış oldu. her 'mini tribün' yaklaşık 8 kişiyi taşıyordu ve bunların sayısı tahminen 50'lere ulaşıyordu.
"sayı yap metin, sayı yap"
takımlar sahaya çıkmıştı ve ortalık "metin, metin" sesleriyle inliyordu. metin galatasaray formasını yeniden giymişti. "sayı yap metin, sayı yap" tezahüratına sallanan kalasların üzerinden biz de katılıyor ve bu arada istenmeyen kazalar da oluyordu. ama ne gam. metin oradaydı ve biz onu bağrımıza basıyorduk. metin, eski metin değildi. goller kaçırıyor ve üzerindeki durgunluğu atamıyordu. devreyi 1-0 yenik kapadık, ikinci devre iş çığırından çıkmış, maç tam bir final maçına dönüşmüştü. tüm takım metin için oynuyor, ona bir galibiyet armağan etmek istiyordu, önce beraberlik, sonra da beşiktaşlı büyük futbolcu baba recep'in (recep adanır) unutulmaz frikik golü geldi. o gece, statdaki tüm seyirci (stat dışındaki bizler de!) ve oyuncular görevimizi yerine getirmiş ve metin'i mahcup etmemiştik. (...)