iletişim yayınları tarafından 2007'de yayınlanan "piknikte dömivole" kitabında, bağış erten'in "antepspor'um benim, mazide kalmış sevgilim..." başlıklı yazısında bu maçla ilgili şöyle bir anı geçiyor;
"memuriyet hayatının zorunlu kaderi olarak tayini çıkıyor pederin. istikamet gaziantep. daha doğrusu antep, hatta ayıntap (doğru telaffuz için ilk ‘a' harfi genizde patlamalıdır. konuyu dağıtmak pahasına bir de şunu söylemeli: bilmiyorum, orada yaşayıp da zorda kalmadıkça, ya da hamaset yapmaya teşne olmadıkça antep'e, gaziantep diyen var mı acep?) neyse, "antep'teyikh, antepliyikh" artık. zaten aslımı inkar eden bir haramzade olsaydım, sonradan olunabiliyorsa en çok antepli, biraz da adanalı olmak isterdim. işbu yüzden hâlâ biraz keyfim gelince k'larım ‘kh' sesi ile ‘g' sesi arasında gidip gelir. bir de çakırkeyifsem nazal ‘n' kullanırım.
neyse, dağıtmayalım konuya dönelim. evet, antep'teyiz. bir klişeye sığınarak söylemeli: güneyin bir incisinden diğerine transfer olmuşuz. ilkokul yaşımız geliyor yavaştan ve hayatın anlamını anlamaya başlıyoruz. kızlar değil tabii ki! iki taştan kale, bir yuvarlaktan toptan bahsediyorum. kader bizi o toprak sahaların ortasına bırakıyor, biz de mest oluyoruz. mesaiye erkenden başlıyor, gece inerken eve dönüyoruz. yaşıtlarımın maçında forvet, biraz büyüklerin maçında orta saha ya da defans, koca koca adamların maçında ise kaledeyim. bitmek bilmeyen bir maratonun ardından, dizler yaralı bir vaziyette eve giriliyor. giriliyor lafın gelişi. önce annemin schengen'den sadece birazcık daha kolay alınabildiğini anladığım eve giriş vizesini almam lazım. kapıda bekliyorum, annem kirpiklerime kadar oturmuş olan üzerimdeki tozun kabasını alıyor ve tuttuğu gibi banyoya.
sabah akşam futbol oynuyoruz oynamasına da, o zaman seyretmek oynamak kadar zevkli gelmiyor. misal 10 yaşındayken 4-4 biten efsane fenerbahçe-galatasaray maçlarından birini de mahalle maçı gerekçesiyle izlememiştim. hala yanarım. yine de takip ediyoruz olabildiğince. ama gerçekliğe, oyunun bizatihi kendisine tutkunuz o dönem. seyretmek pek çekmiyor. oynamak, özne olmak asıl dert.
sonra bir gün, ileride en büyük çocukları eniştem olacak bir tanıdığımız, beni oğluna emanet ediyor ve o da elimden tutup beni antep'teki ilk maçıma götürüyor. sanırım orada bir kırılma yaşıyorum. oyunun tribünden görünen haline ilk tutulduğum gün o gündür. o basamaklardan çıkıp yeşil alanı ilk görme anını ben hep kâmil ocak stadı'na eşlerim. yeşil hakikaten muratmış. ben o gün anladım bunu.
yine de maç öncesinden başlayayım anlatmaya. antep daha ikinci ligde o zamanlar. ama stat her maç hıncahınç doluyor. üstelik bu kitle maçtan saatler önce yerini alıyor. ben halimden memnunum. erken ya da geç, ilk defa maça gidiyorum, sonraları bitmek bilmeyen dakikalar o zaman bana son derece zevkli anlar vaat ediyor. "gitçem, oturcam, seyretçem her bi şeyleri." fakat ortada bir gariplik var. stadı, o anıtsal yapıyı ilk defa gördüğümde resmen şoke oluyorum. çünkü kâmil ocak stadı yanıyor! en azından bana öyle geliyor. bu kadar duman ancak bir yangından çıkar. niye girdiğimizi anlamadığım yangın mahallinde, çok geçmeden olayın ayırdına varıyorum ve rahatlıyorum. başka şehirlerde piknik tabir edilen şeyin bol kebaplı ve bol törenli haline antep'te sahra denir. meğer sahrayla tribünler arasında tereddüt edenler tercihlerini orta bir yerde buluşturuyorlarmış. mangalını, rakısını, patlıcan kebabını alan kâmil ocak'ın yolunu tutarmış. yani maçı böyle seyrederlermiş. şaşırıyorum haliyle. rakının tadını ilk o günden hatırlıyorum. şuncacık çocuğa anasonlu mutluluğu tattırmakla övünen adamlarla dolu etrafım. tabii patlıcan kebabın yeri başka. yiyoruz, içiyoruz, eğleniyoruz velhasıl. maç mı? ohoo, daha başlamasına birkaç saat var. neyse ki zaman rakı gibi akıp gidiyor. antep'in sıcağı iniyor, biraz olsun esinti başlıyor, bu demektir ki oyun saati yaklaşıyor. şişler, mangallar, ızgaralar, rakı ve bira şişeleri yavaştan toplanıyor. kutsal malzemenin ritüel gereği bir an önce derlenip toparlanması gerek. çünkü herkes şunun farkında: eğer maç başladığında bu alet edevat ‘sahaya atılan yabancı madde' grubuna dahil olmaya heveslenirse bir daha giriş vizesi alamayacak. bu yüzden hiçbir iz bırakılmayacak şeklinde tedavülden kalkıyor sahra envanterleri. artık maç moduna geçiyoruz. burası piknik, sahra değil diye bağırsak yeridir; olay yeri ekibi gelse hiçbir iz bulamaz, o kadar temiz her yer. tabii yine de ortalık güllük gülistanlık değil. antep seyircisi güney insanının futbolla genetik ilişkisi gereği her daim memnuniyetsiz. gol p eşinen verilsin, sonra maçı seyredelim havası var. toplu tezahürat o günlerde pek moda değil. bireysel performanslar söz konusu. bazıları bienallik bir kalitede. adana'dan da bildiğim bir ortaklık keşfediyorum orada. tamam sahaya, şişler, kömür neyin atılmıyor ama ayakkabı atılabiliyor. ama benim asıl ilgimi çeken, sonradan bir ortaokuldan müdür olacağını öğrendiğim ve o yıllarda öğretmen okulunda okuyan bir tanıdığımız her maç için özel anahtarlık yaptırıyor olması. evet, o anahtarlar her maçta gerekli görünen anda sahaya doğru yolculuk yapıyor ve her hafta yenileniyor! "takım doğru oynasa, atmam" diyerek açıklıyor durumu. her hafta bir tomar anahtar parası vermekten o da sıkkın aslında. yanda mısırcı emir abi de keyifsiz. tamam, takım bu sene kesin birinci lige çıkacak ama ondan sonrası n'olacak? sahra'ya birinci lig'de izin vermezler ki, derdinde. o zaman patlamış mısır mangalı da dışarıda kalacak çünkü.
neyse ben hikayeye, daha doğrusu kendi hikayeme döneyim. o gün damardan futbol maçı keyfini aldıktan sonra doğal olarak müptela olmam pek zaman almıyor. artık her hafta beni maça götüren müstakbel eniştemin kapısındayım. önce kedi salıyorum odasına, sonra içeri girip gürültü çıkarıyorum ki uyansın. uyan da maça gidelim hesabı. gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz... önce kendi elimizle antep'i birinci lig'e çıkarıyoruz. sonra düşe kalka da olsa ligde kalıyoruz. eh, kolay değil. birinci lig'e alışmak lazım.
sonra ‘o sene' başlıyor. ben yumurtalık'tan tatilden dönmüşüm yeni. daha doğrusu henüz otogardan eve yeni yol almışız. taksiyi zorla durduruyorum. mahalle maçı var ve tatil yüzünden haberdar olamamışım! eve 100 metre kala iniyorum. koşa koşa maça. ama daha ilk pozisyon, bir çelme yiyorum, ayağım takılıyor ve tak! kolumu kırıyorum! olsun maça gitmeme engel değil. hakeme alçımdan bir parça koparıp atmaya çalışanlarla uğraşmak dışında pek bir sorun yok. tersine antep o sene tarihinin en güzel yıllarından birini yaşıyor, ben de her anını beynime kaydedip o yılların keyfine varıyorum.
antep'in içerideki hiçbir maçı kaçırmamaya yeminliyim. sokaklarda tankların arabalardan daha fazla göründüğü bir dönemdeyiz. bir ara bizim müstakbel enişte rahatsızlanıyor, ya da bana öyle söylüyorlar. zaten askerler de zırt pırt apartman ziyaretinde o aralar. misal, teyzemin kocası futbolu sevmez, zırt pırt bana haktan, özgürlükten bahseder, hiç değilse ona yalvarsam diyorum... ama o da ortalarda yok. bir akrabalarını ziyarete gitmişmiş meğer! babam da pek huzursuz. adliyede pek keyif yok diyor. bense adliye hemen yakınındaki kebap 69'a gidemeyecek olmanın üzüntüsü içindeyim. adamcağızın neden onca müşterisi varken bırakıp gittiğini anlayamıyorum. evimize sürekli kitap hediye eden tanıdıklar var. ama hiçbirini okutmuyorlar. hepsi ambalajlanıp kaldırılıyor. kral marx'ın ülkesini de, altıncı lenin'in maceralarını da dinleyemiyorum diye üzülüyorum. futbola dönmekten başka çare yok. mahallede arjantin formalarımız var. iyi durumdayız. maradona bile 1982 dünya kupası'nda daha boy göstermemiş. futbolun uluslararası boyutunu daha yavaş yavaş keşfediyoruz. lakin maça gitmek bambaşka bir tat. hele de antepspor bu kadar iyiyken. bu yüzden madem enişte yok, beni maça götürecek başkalarının peşine düşüyorum. bir tanıdığın oğlu, komşunun ağabeyleri, kim varsa artık. nihayet annem olaya el koyuyor. evhamsporun forveti olarak beni elalemin oğlunun eline bırakamayacaklarını ama maçsız da eve bağlamanın imkânsız olduğunu babama sarih bir dille anlatıyor. artık babamla gidiyoruz maça. futbolu sever peder bey. ama öyle antepspor ‘konsepti' yoktur, mutedil fenerlidir. ki o da gerçekleştirmesi pek zor bir hal olduğundan futbolseverlikle sınırlı kalmıştır. zaten futbolu da uzun bir süredir protokol gözlükleriyle izler ve fair play kazansın iser. yani bir kırmızı-siyah diye bağırmışlığı yoktur. yine de maça gitmeme vesile olduğu için borçlu sayılırım, pek mızmızlanmamayı tercih ediyorum. fakat protokol tribünü eziyeti de bir yere kadar. antep'im orada takır takır futbol oynuyor, ben fair play alkışlıyorum! içim su oldu olacak! neyse ki çok geçmeden bizim eniştenin kardeşi dayanamıyor da beni yeniden burnumda tüten maraton tribüne götürüyor.
aslında boşa değil tutkum. antep'in hakikaten antep olduğu bir takım var sahada. arap ismailli, küçük hüseyinli, kova yaşarlı, ayı tuğrullu kadro herkese kafa tutuyor her takımı evirip çevirip yeniyor. dönem anadolu'nun şaha kalktığı dönem. adanaspor utanmasa şampiyon olacak, es-es eski günlerdeki gibi. zonguldak futbol hayatının baharını yaşıyor. üç büyüklerin en iyisi galatasaray zar zor üçüncü. antepspor da dörtnala giden taifeden. zaten asıl sorun da bu. mahallede fenerbahçeli geçiniyoruz ama ikinci takım mertebesine çoktan ulaşmış durumda antepspor ve zirveyi zorluyoruz. yavaş yavaş mavi hap mı, kırmızı hap mı birini seçmenin zamanının geldiğini ben de hissediyorum. çünkü fener maçı yaklaşıyor. sabah erkenden kalkıyorum. içimde bir sıkıntı var. antep'i tutacağız, fener'i mi? daha 3 yaşındayken adana 5 ocak'ı durduk yere ‘yaşşa fenerbahçe' diye inleten birinin öyle ha deyince takım değiştirmesi kolay değil. kötü günde fener'i bırakmaya kıyamıyorum bir türlü. alta lacivert, üste sarı tişörtü çekip gidiyorum maça. yolda her gören bir farklı bakıyor. tribündeki ağabeyler sitemkâr: "bütün sezon gazi-antep diye bağırıp durdun. şimdi oluyor mu böyle takımını satmak!" aklım karışıyor. tribünler kıpır kıpır. onlar kırmızı siyah diye bağırdıkça dayanamayıp katılıyorum. takımlar sahaya çıktığında ise gönlüm iyice çatallanmış durumda. beyaz üzerine kırmızı siyah şeritli antepspor çok daha şirin geliyor bana. zaten maçın ağırlık noktası da evsahibinden yana. saldırdıkça saldırıyor takım ve gol geliyor. fırlıyorum ayağa. herkes hem gole seviniyor hem de bana gülüyor. umurumda değil. bir gol, bir gol daha. maç 3-1 bitiyor. ben her antepspor golünde havaya fırlıyorum. maçın sonunda herkes beni tebrik ediyor. ama bende bir burukluk var. birden ağlamaya başlıyorum. bir sevgiliden diğerine geçişin efkarı mı, yoksa aldatmanın vahşi tadından kalan burukluk mu?
uzun süre gittim geldim ben. iki sezon daha antepspor maçlarını takip ettim. fenerbahçe'ye de yan gözle bakmıyor da değildim. 1984'te istanbul'a düştü yolumuz. işte o gün başka dünyaların insanı olduk antepspor'la ben. gözden uzaklaşınca gönülden de silinmeye yüz tuttu. lakin biliyorum, eğer antep'te kalmaya devam etsem, ben fenerbahçe'yi unuturdum. olmadı. şimdi antepspor'u sahada görünce bir hoş oluyorum. eski bir sevgiliye rastgelir gibi..."