halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
fenerbahçe-nice üçüncü maçı isviçre'nin cenevre kentinde... bir süre paris'te kalıp cennevre'ye geçtik. bu kez ekibe istanbul'dan gelen necmi tanyolaç katıldı. ilk işimiz, maçı organize eden servette kulübüne gitmek, kulüp sekreteri, bastıracakları broşür için fenerbahçe oyuncularının listesini istedi. necmi tanyolaç, sami önemli, bir de hürriyet'ten erol kayaloğlu, beraberiz. erol kayalıoğlu döneminin başarılı gazetecisi, spor yazarı, sekreteri, yazı işleri müdürü... sonraları da başarılı bir turizmci olacak. "eti seyahat" adlı turizm kuruluşunu yaratacak ve babıâli'nin bu daldaki temsilciliğini yapacak. fransızcası mükemmel erol'un... bizde de öbür diller... servette kulübü sekreteriyle anlaşamıyoruz. o ufacık tefecik fenerbahçeli futbolcu yüzünden... mikro mustafa'nın soyadını istiyor adam. bilen yok içimizde. hep "mikro" deyip geçmişiz. hattâ onun yüzünden laf bile işitmişim maç spikerliğine yeni başladığım günlerde...
(kısaca nakledeyim: ilk maçlarımdan birini anlattığımın ertesi gün radyodan çağırdılar. gittim, adnan akın ağabey, "bu hatayı sen de yaparsan" dedi. şaşırmıştım. "hangi hata?" dîye sordum. "daha ne olsun?" dedi, "golde mikro mustafa, dedin." hemen diklendim: "iyi ama golü mikro atmadı mı?" o zaman adnan ağabey güldü: "bak halit, golü doğru söyledin ama... mustafa'nın takma adını radyoda söylemezsin. mikro zararsız bir ad... ama bir futbolcunun takma adi çirkin bir kelimyese kötü bir sözse, onu da mı söyleyecektin? bu bakımdan takma ad söylenmez." hak vermiş o günden sonra da bu tür takma adları resmi bir naklen yayında kullanmamıştım.)
servette kulübü sekreterini memnun etmek için, istanbul'a telefon açtık. fenerbahçe kulübende de bilen çıkmadı. ya da bilen yoktu o sırada orada... sonunda broşüre "mikro" diye geçti soyadı... oraya gelişinde sorup öğrendik "güven"di mustafa'nın gerçek soyadı... ama resmi kayıtlar dışında kullanan yoktu.
bu arada servette kulübü sekreteriyle konuşurken adam bir garipti. fransızcayı erol kayalıoğlu bildiği halde, benimle fransızca konuşmakta ısrar ediyor, ona da almanca hitap ediyordu. mustafa güvenin mikro olması da garip sayılmayabilirdi.
yağmurlu maçta
yağmur arkamızdan geliyordu sanki... nice şehrinde yıllardır görülmemiş su baskınları yaratan sağnak, şimdi cenevre'deydi. isviçre'de de seller gidiyordu. ikinci nice maçından önce yağmur durmuştu. burada ise durmak bilmiyordu. herkes maçın erteleneceği görüşündeydi. fakat bizimkiler "aman oynansın" diye can atıyorlardı. başta başkan agah erozan, yöneticiler ve futbolcular, hepsi "bizim havamız bu. fransızları perişan ederiz" diyor da başka şey demiyorlardı. fransızlar! iyice ıslatacaktık yani... ama sonunda fena halde ıslanan biz oluyorduk.
üçüncü maçın ilk dakikalarında gerçekten çok ümitliydi fenerbahçeliler. çünkü fransızlan sahiden kendi alanlarına sokmuş, sindirmiş gibiydiler. gerçekten fransız futbolcuları kendi yarı alanlarından sadece 5 kez çıktılar. ve 5 gol attılar. geriden bir top uzatıyorlardı. topu alan nice futbolcusu o çamurda topu kaleye götürüp golü atıyordu. kaleci özcan arkoç son adam olarak çaresizdi. arada şeref'in uzaktan bomba şutuyla bir şeref sayısı kazanmıştı fenerbahçe... onun ötesinde ağlarımızda 5 gol vardı. ve 5-1'le elenmişti türk temsilcisi... yenilgimizin gerçek nedeni, koşulları gereği gibi değerlendirmemiş olmamızdı. "tam bizim havamız" diye düşünen çağının yıldız futbolcuları o batakta, o gölcüklerde çalımla top sürmeye kalkışmışlardı. fransız futbolcuları ise, uzun vuruşlarla topu ilerde bekleyen adamlarına yollamış ve golleri sıralamışlardı. doğrusu nice maçından, bu cenevre dramından alınacak çok dersler vardı.
maçın sonrası da ızdırap olmuştu. gene necml tanyolaç'la otelden maçın kritiğimi gazeteye verirken, hatlar öylesine bozuktu ki, bütün oteli ayağa kaldırmıştık bağırışımızla... hele bitişiğimizdeki odada bir amerikalı vardı, gürültüden uyuyamadığı için önceleri duvara vurmuş, daha sonra gelip karşımıza dikilmişti. zor kullanmak istiyor, telefonu elimizden almaya yelteniyordu. biz ise necmi ile sesimizi istanbul'a duyurabilmek için avazımız çıktığı kadar bağırmaya devam ediyorduk. vakit gece yarısını çoktan geçmişti. amerikalı'nın müdahalesi karşısında tanyolaç'la bir önlem düşündük ve hemen uygulamaya başladık. bir süre necmi telefonla konuşuyor, ben amerikalıyı meşgul ediyordum. kah tatlı dille yalvararak, kâh sert çıkarak... sonra ben telefon ahizesini alıyordum. adamı meşgul edip yumuşatma nöbeti necmi'ye geçiyordu. telefon konuşmamız da bitmek bilmiyordu. eeee kolay değildi. bitecek gibi değildi. beşi kalemize giren altı golü anlatıyorduk.