bizim emre’nin babası, konya’dan döndüğümüzden beri bu parma maçına taktı kafayı... biletlerin tükenmesinden korkuyor: “usta, bu maça rağbet çok fazla olacak. bir an önce şu biletleri alalım da açıkta kalmayalım. bizim gibi tecrübeli taraftarlara dışarıda kalıp maçı televizyondan izlemek yakışmaz. çocukların desteğe ihtiyacı var. böylesine önemli bir günde sonuna kadar yanlarında olduğumuzu göstermeliyiz” dedikten sonra cep telefonuna davrandı ve birilerini aramaya başladı. sonunda stadyumdaki gişelerden bir arkadaş vasıtasıyla biletlerimizi aldırttı. şapkalarımız da dükkandan çıkmadan yarım saat önce geldi. dükkanı erken kapatıp, birer şapkayı kafalarımıza geçirip, büyük bir poşet dolusu alkaralar şapkası ve atkısını da yanımıza alıp bizimkinin yarı otomatik arabasına atladığımız gibi soluğu maltepe’de bizim dükkanın şubesinin otoparkında aldık.
arabayı otoparka bırakıp emanetlerle (yanlış anlamayın, şapka ve atkıları kastediyorum) birlikte gar üzerinden 19 mayıs stadı’nın yolunu tuttuk. bu arada, maç için istanbul’dan kalkıp gelen neokupitavivo’dan (ki bundan böyle adını söylemeye dilimizin dönmediği bu arkadaş kısaca neo diye anılacaktır) ilk telefon geldi: “abi acele gelin, burası iyice dolmaya başladı. ayırdığım yerleri muhafaza etmekte zorlanıyorum!…” neo’yu gayrete getirmek için hemen cevap verdim: “tamam neo, geliyoruz. gar’ın oradayız. ha gayret!...”
iyi ki stada arabayla gitmemişiz. çünkü stadın önüne geldiğimizde ortalık ana-baba günüydü. öyle ki iğne atsan yere düşmez... insanlar birbirine sürtünerek yürümeye çalışıyorlardı. arabayı bırakacak park yeri bulmak ise sayısal lotoda altı tutturmak kadar zor bir işti. bizim tesislerin otoparkının gözünü seveyim.
neyse…
biz stada geldiğimizde maraton biletleri tükenmiş; gecekondu, saatli ve kapalı’da ise çok az bilet kalmıştı. bizim emre’nin babası’nın sırtına önce vurdum, sonra da sıvazladım: “bravo babadostu!... valla büyük adamsın usta be!... gerçekten de bugün biletleri gişeden aldırmasaydın bu hengamede kesinlikle içeri giremezdik. helal olsun sana, helal olsun!...” bizimki çok keyifliydi, hemen gevşedi: “hop, hop yağcılarda inecek var. sana kalsa saat 15.00’de biletimizi alıp paşa paşa girecektik içeri, öyle değil mi? bak gördün mü, dediğim çıktı işte. gardaşım, hele şu parma’yı da bir elersek, var ya tadından yenmez. bu sefer biletler karaborsaya düşer valla!...” bu arada telefonum yine acı acı çaldı. arayan yine bizim neo’ydu: “abi neredesiniz yaa!... maraton doldu, yerleri kapacaklar şimdi. çabuk gelin. siz bana yer ayıracağınıza ben istanbul’dan gelip, size yer ayırıp burada milletle kafa kafaya geliyorum yaa!...” onu cesaretlendirmek için: “tamam neo’cuğum, sen bizim yerleri bir beş dakika daha arslanlar gibi muhafaza et. biz şimdi tam gecekondu’nun önündeyiz…” diyerek bir ara gazı verdim. neo: “oldu abi, çabuk ama…” diye üsteledi. ben: “tamam neo’cuğum, ha gayret!...” deyip telefonu kapattıktan sonra emre’nin babası’na çıkıştım: “hadi usta, çabuk ol biraz. neo kendisine verilen bu gerçekten ağır görevin altında ezilmeye başladı. biraz daha geç kalırsak birileriyle karakolluk olabilir. bir şey değil, sonra maçı seyredemez. koş, koş!...” bizimki müstehzi bir ifadeyle güldü: “yaa teyzeminoğlu, çok alemsin valla! nereye koşacağız kardeşim? zaten kapının önündeyiz. hadi yürü de girelim içeri…”
neşe içinde turnikeden geçip, literatürde maraton girişi olarak tabir edilen 9 numaralı kapıdan stada girdik. tabii ki her zaman olduğu gibi kamil bey arama prosedürünü uygularken üstümüzde emanet ve sallama olup olmadığını sorunca bizim emre’nin babası çok bozuldu: “size teessüf ederim memur bey, ne emaneti, ne sallaması! biz bilmeyiz emanet, memanet, sallama, mallama. biz centilmen taraftarız. işimiz yok öyle şeylerle!...” gibisinden çok ağır bir cevap verdi. kamil bey: “peki o koca poşetin içindeki nedir beyefendi, bari bunu sormama izin verir misiniz acaba?” diyerek bizi sıkıştırmaya çalıştı. ben hemen devreye girdim ve gururla cevap verdim: “bakınız sayın memur bey!... şu elimde gördüğünüz kimyanın, pardon poşetin içinde şapkalar ve atkılar vardır ki onlar alkaralar’a aittir. bakın şu örnekte olduğu gibi şapkanın bir kenarında gençlerbirliği kulübü’nün amblemi, diğer kenarında ise alkaralar’ın sembolü olan sevimli bir keçi başı figürü yer almaktadır. şapkalarımız, genç taraftarlar için genç işi, ihtiyar taraftarlar için de ihtiyar işi olmak üzere iki tipte tasarlanmış olup, benim kafamda görmekte olduğunuz şapka ihtiyar işi sınıfına girmektedir ki bazı mektep-medrese görüp mürekkep yalamış arkadaşlarımız bu şapkanın daha çok amerikan deniz subaylarının şapkası olduğunu ısrarla belirtmektedirler. ben ise bu şapka ile ilk kez karşılaştığımdan bir fikir beyan edebilmem mümkün değildir. öte yandan şapka otoriteleri, genç işi olarak adlandırdığımız şapkanın beyzbol şapkası olduğunu söylemektedirler ki ben de şahsen onlara katılmakta olup, bu şapkayı bazı amerikan filmlerindeki beyzbol sahnelerinde gördüğüm şapkalara benzetmekte ve gerçekten de gençlere çok yakıştığını düşünmekteyim!…”
bu tanıtım işi beni çok heyecanlandırmıştı: “bu arada, şu elimde gördüğünüz atkılar…” diye devam ediyordum ki kamil bey araya girdi: “tamam beyefendi, çok güzel anlattınız ve sayenizde bir şapkacı dükkanı açabilecek kadar bilgilendim. atkıları da sonra anlatırsanız memnun olurum. zira gördüğünüz gibi, sizi dinleyeceğim diye arama işini boşlamış bulunuyorum. lütfen bir devlet memurunun kutsal görevini yerine getirmesine engel olmayınız. buradan sağa doğru giderseniz maraton’un sağına, sola doğru giderseniz maraton’un soluna, direkman merdivenlerden çıkmayı tercih ederseniz maraton’un ortasına oturabilirsiniz. ben şahsen maraton’un ortasına oturmanızı tavsiye ederim. çünkü buradan sahanın her iki tarafına da hakim olacağınız için seyir zevkinin de tabii ki daha fazla olacağını belirtmeye dahi gerek görmüyorum!…”
kamil bey’in bu görev aşkı bizi o kadar duygulandırmıştı ki sarılıp öpmemek için kendimizi zor tuttuk ve maraton’un ortasının tepesinde kollarını açıp kucaklamak için bekleyen neo’nun yanına ulaşmak için ağır ağır merdivenlerden çıkmaya (ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden!) başladık. biz yerimize oturduktan sonra da diğer arkadaşlarımız sökün etmeye başladılar: sırf bu maç için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak istanbul’dan gelen clumsy, çok değerli patronlarım ve sitemizin yürütücüleri sayın barış karacasu ile sayın bülent atlas, tanıl bora, night fall, genç taraftar ile babası ve nihayetinde barbaros ve diğer arkadaşlar…
saat 16.00 olduğunda maraton, merdivenler de dahil olmak üzere tıklım tıklımdı. öyle ki ihtiyaç görmek için tuvalete gitmek bile her babayiğitin cesaret edebileceği bir iş olmaktan çıkmıştı. ama kimse bu durumdan şikayetçi değildi. aksine herkes neşe içinde sohbet ederek heyecanla maçı bekliyordu…
saat 17.00’ye dayandığında tribünler tamamen dolmuş, 19 mayıs stadı o özlediğimiz görüntüsüne kavuşmuştu. çok mutluyduk! önümdeki koltukta oturan bizim emre’nin babası’nı dürttüm: “şu stada bak be babadostu! takımı parma maçında desteklemeye gelen ankaralı futbolseverler lig maçlarında da gelip bir destekleseler var ya altını üstüne getiririz ligin öyle değil mi?” dedim. bizimkinin ağzı kulaklarındaydı: “ne diyorsun usta? şampiyon oluruz, şampiyon!…” diye neşe içinde cevap verdi.
bu arada bizim genç alkaralar, modern pazarlama tekniklerini de uygulayarak birer tasarım harikası olan şapka ve atkıların büyük bir kısmını futbolseverlere dağıtmayı başarmışlardı.
allegro maçetto – işte maç başlıyor
ve saat 17.45… işte hepimizin heyecanla beklediği o an geldi! orta hakemliğini, pozisyonlara fransız kalmamasını dilediğimiz fransız mösyö eric poulat, yancılıklarını ise mösyö bruno faye (bizim önümüzdeki yancı) ve matmazel nelly viennot (karşıdaki yancı, kendisi bekarmış, onun için matmazel oluyor) adlı arkadaşların üstlendiği gençlerbirliği-parma maçında kale seçimi için para atışı yapılırken, fransız hakem, uefa tarafından geçen hafta yürürlüğe konulan yeni reglemanın kendisine yüklediği görevin bir gereği olarak her iki takımın kaptanına birbirlerine avans vermek isteyip istemediklerini, üç korner bir penaltı ve altıda haftayım on ikide bitme gibi ekstra kuralların uygulanıp uygulanmayacağı konusundaki görüşlerinin ne olduğunu duru bir fransızcayla sordu. ancak kaptanlar fransızca bilmediklerinden hakemin ne söylediğini anlayamayıp birbirlerinin yüzüne bakınca, mösyö poula bu durumda ekstrasız standard bir maç idare edeceğini belirtti ve maç mecburen 0-0 başladı.
gençlerbirliği, maçın başlamasıyla birlikte muhteşem seyircinin desteğini de arkasına alarak parma üzerinde müthiş bir baskı kurdu. youla, arka arkaya üç gol pozisyonundan yararlanamadıktan sonra, yine orta sahadan ileri doğru atılan bir topu önüne alarak ceza sahasında parma kalecisi frey ile karşı karşıya kaldığı anda topu geçirdi ama kendini geçiremeyip frey’e takılarak yere düştü. binlerce seyirci penaltı diye ayağa fırladı ama fransız hakem aynı kanaatte değildi ve hakemin dediği dedik, çaldığı düdüktü! tabii biz de hakemin bu kararına hiçbir şekilde katılmadığımızı şiddetli bir şekilde çaldığımız ıslıklarımızla çok net bir biçimde ifade etmekten geri kalmadık…
adagio penaltetto – matmazel nelly’nin bayrağı
işte bu olaydan hemen sonra, youla benzer bir pozisyonda yine frey ile karşı karşıya kaldı ve bu kez frey ceza sahası çizgisinde yere yatarak youla’ya bir çelme taktı. koşmakta olan bir insana -ki hele bu insan bir futbolcuysa- çelme takılırsa ne olur? tabii ki yere yuvarlanır öyle değil mi? bu tabiat kuralı yine işledi ve youla bu çelmeyle yere yuvarlandı. pozisyon, erman hoca’nın “çok net bir biçimde penaltı” diyebileceği bir kıvamda değildi ama matmazel nelly o zarif bayrağını çekerek orta hakemi uyardı ve pozisyonun penaltı olduğunu deklare etti. fransız hakem de bu bayrağa rağmen pozisyona fransız kalamadı ve bir yandan düdüğünü öttürüp penaltı noktasını gösterirken diğer yandan da kaleci frey’e tereddütsüz bir şekilde kırmızıyı çekti. zavallı frey bu kırmızıyı hiç beklemiyordu ve tabiatıyla çok bozuldu. saha bir anda karıştı ve başta frey olmak üzere yakındaki parmalı futbolcular hakemin etrafını sararken, uzaktaki futbolcular da bu konudaki tartışmalara katılmak üzere olay mahalline doğru seğirttiler. fakat hakem çok kararlıydı. parmalı futbolcuların yoğun baskısına ve karaciğer yoklamalarına kahramanca direndi ve hiçbir yılgınlık belirtisi göstermedi. frey, başı önde soyunma odasının yolunu tutarken, parma teknik direktörü sinyor cesare prandelli bu duruma çok üzüldü. neden? çünkü o bir profesyoneldi ve böyle durumlarda üzülmesi gerekiyordu da ondan! ersun hoca ise çok sevindi ve sevincinden havalara zıplayıp yedek futbolcularıyla kucaklaştı. neden? çünkü o da bir profesyoneldi ve böyle durumlarda sevinip havalara zıplaması gerekiyordu da ondan! eğer tersi bir durum söz konusu olsaydı ne olacaktı? tabii ki profesyonelliğin bir gereği olarak sinyor cesare prandelli çok sevinip havalara zıplayacak, ersun hoca ise çok üzülüp yüzünü ekşitecekti. işte bu durum, literatürde "futbolun cilvesi" olarak adlandırılıyordu! neyse, bu kısa psikolojik çözümlemeden sonra biz kaldığımız yerden devam edelim... evet, kaleci frey kırmızı kart görünce sinyor cesare prandelli hoca, ileride oynayan carbone’yi oyundan çıkarıp yedek kaleci amelia’yı oyuna almak zorunda kaldı. o anda neler yaşandı, hakemle parmalı futbolcular pozisyona ilişkin olarak hangi fikirleri ileri sürdüler, neler söylediler? maalesef tıklım tıklım dolu staddaki seyircilerin uğultusu ve fransız hakem ile italyan futbolcuların uzmanlık alanıma girmeyen kıta avrupası ingilizcesiyle konuşmalarından dolayı aralarındaki konuşmalardan ben de bir şey anlayamadığım için sizlere aktaramıyorum…
neyse, her penaltı pozisyonunda olduğu gibi ortalık sonradan yatıştı ve filip topu penaltı noktasına dikti. kaleci amelia da iki kale direğinin tam ortasında ve kale çizgisinin üzerinde yerini alıp, sağ elini sağ dizine, sol elini de sol dizine dayayıp hafifçe öne eğilerek endişe içinde penaltının atılmasını beklemeye başladı. bu sırada içinden de kör talihine isyan ediyordu. penaltıya sebep olan frey'di ama nedense faturayı amelia ödüyordu. bu açık bir adaletsizlikti ve amelia bir kez daha yaşayarak gördü ki futbolun adaleti yoktu! şimdi penaltıyı kurtaramazsa sinyor cesare hoca'nın bıyık altından gülüp: "bak gördün mü amelia, frey'i neden kesemediğini ve seni neden yedek bıraktığımı şimdi anladın mı? bir penaltıyı bile kurtaramadın!" diyerek alay edeceğinden adı gibi emindi.
hemen önümüzdeki barış ise böyle durumlarda sahaya bakamadığından, her zaman yaptığı gibi arkasını sahaya, önünü de bize dönerek ve emre’nin babası ile benim ellerimi tutarak heyecanla gözlerini kapattı. aslında itiraf edeyim ki ben de böyle anlarda çok heyecanlanırım ve maçı televizyonda seyrediyorsam kanal değiştirip, radyoda dinliyorsam atış tamamlanıncaya kadar radyoyu kapatıp uğur yapmaya çalışırım. ama stadyumda maalesef yapılacak fazla bir şey yok. atışı çaresizce ve heyecanla izlemekten başka bir şey gelmez elimden…
nerede kalmıştık? evet, filip topu penaltı noktasına dikip gerildi. o anda kaleciyle filip göz göze geldiler ve bir an için gözlerini kısarak birbirlerine baktılar. heyecandan ikisinin de kalp atışları aşırı derecede hızlanmış, “küt… küt… küt… küt…” diye atıyordu! staddaki seyirciler de tezahürat yapıp yapmama konusunda kararsız kalmışlardı. bazı seyirciler sessiz olunmasını isterken bazı seyirciler de tezahürat yaparak filip’e cesaret verebileceklerini düşünüyorlardı. işte bu ahval ve şerait içinde hakemin düdüğünü öttürmesiyle filip topa doğru hareketlendi ve sol ayağı ile kalecinin soluna sert bir vuruş yaptı. kaleci amelia köşeyi doğru tahmin etmişti ve oraya çok spektaküler bir hareketle uçarak atladı ama top biraz havadan, yan direğe yakın bir yerden ağlara takıldı ve futbol literatüründe “gol” diye adlandırılan bir durum meydana geldi.
bizim “goooool” diye havaya fırlamamızla birlikte barış da “goooool” diye havaya fırladı ve hepimiz o anda bir sevinç yumağı haline geldik!...
allegro folluqetto – malın batıya kayması
bu penaltı golüyle birlikte stadda muhteşem bir atmosfer oluştu. seyirciler daha da artan bir coşkuyla takımı desteklemeye başladılar: top parmalı futbolculara geçtiğinde ya da parma korner, frikik atarken durmaksızın çalınan şiddetli ıslıklar, top bize geçtiğinde yükselen alkış ve uğultular, gecekondu’nun “kırmızı”, maraton’un “siyah”, saatli’nin “en büyük” ve kapalı’nın “gençler” diye her seferinde karşılıklı olarak dört-beş defa tezahürat yapması, arkasından staddaki tüm seyircilerin büyük bir keyifle defalarca tekrarladığı o doyulmaz mexico hareketi…
as kalecisini ve önemli bir oyuncusunu kaybedip on kişi kalan parma’nın da oyun düzeni bozulmuş, gardı düşmüştü artık. bizim çocuklar özellikle skoko’nun aldığı topları adrese teslim mükemmel paslara dönüştürmesiyle coştukça coştular, coştukça coştular! youla’nın gol alanlarındaki isabetsizliğine karşın yaptığı bitirici hücumlar parma defansını çok zor durumlarda bıraktı ve bir türlü istediği gibi ileri çıkamamasına neden oldu.
nihayet maçın sonları yaklaşmıştı ve ikinci yarı da bitmek üzereydi. 81. dakikada parmalı ferrari, bizim damir’in uzun degajına kendi ceza sahası çizgisinde vurduğu mükemmel ters bir kafa ile topu kaleci amelia’nın üstünden aşırıp ağlara gönderince literatürde “gol” olarak adlandırılan olay bir kez daha gerçekleşti ve durum 2-0 oldu! zavallı amelia bu beklenmeyen golle bir kez daha yıkılmıştı. bir an için başı döndü ve midesi bulandı. kendini ihanete uğramış gibi hissediyordu. zaten uzun zamandan beri antrenmanlarda ve maçlarda takım arkadaşlarının kendisine karşı davranışlarından kuşkulanıyordu ama bu kadarı da fazlaydı doğrusu!... kayahan’ın bir zamanlar hit olan -ki ben en çok kompela’nın o kendine has yorumunu beğenirim- “allahım neydi günahım? günahım neydi allahım?” şarkısını söyler gibi yakarırcasına iki elini havaya kaldırıp yana açtı. işte tam o anda yedek kulübesindeki sinyor cesare hoca ile göz göze geldiler. hoca, elleri belinde, başını umutsuzca iki yana sallayarak: “hayır amelia, senden kaleci olmaz. seni frey’in yedeğine almam bile bir hataydı aslında!” der gibi bakıyordu sanki… amelia, bir an için maçı bırakıp, hemen arkasındaki çıkış tünelinden soyunma odasına tüymeyi geçirdi aklından ama sonra vazgeçti. neden? çünkü o bir profesyoneldi de ondan! böyle durumlarda maçı bırakıp soyunma odasına gidemezdi. “keşke amatör olsaydım” diye düşündü. o zaman isterse maçı rahatlıkla bırakabilir, buna da kimse engel olamazdı…
artık iş bitmiş, mal batıya kaymıştı! futbolcular sahada, seyirciler tribünde coşmuş ve adeta dizginlerinden boşanmışlardı. bu sırada benim maç öykülerinin notlarını yazdığım markasız güzel kalemim cebimden fırlamış yerlerde sürünüyordu. neyse ki arkadaşlar bana ait olduğunu anlayıp verdiler de kalemime kavuşmuş oldum.
ama bu arada bizim de tribünde bu olaya tanık olduktan sonra: “üzülme amelia, sen aslında iyi bir kalecisin ama takım arkadaşının kendi kalesine gönderdiği topa senin yapabileceğin fazla bir şey yok. bunu her kaleci yer” diyerek teselli etmek yerine, böyle bir gole sevinip havalara zıplayarak üstüne bir de “damir gol gol gol!...” diye tezahürat yapmamızı sonradan kendimize pek yakıştıramadım doğrusu. bu hatamızdan dolayı kendimizi açıkça kınamaktan kendimi alamıyorum!…
ve 90+4’de aslında bir sağ kanat adamı olan ali tandoğan, sağdan topu yirmi metre kadar taşıyıp adrese teslim mükemmel bir pas verdikten sonra, demarke vaziyette olmamasına rağmen şahsi gayretiyle sol kanada deplase olarak demarke vaziyette kalmak suretiyle zaten morali bozuk olduğu için topa isteksizce atlayan kaleci amelia’dan seken topa hakim olup klas bir vuruşla ağlara gönderince literatür yine konuştu: bunun adına da “gol” diyorlardı!…
maçın bitmesiyle birlikte stadyumdaki tüm seyirciler zafer çığlıklarıyla havalara fırlayıp galibiyeti kutlamaya başladılar. futbolcular da tüm tribünleri tek tek dolaşarak büyük bir neşe içinde bu sevinci paylaştılar. her şey çok güzeldi, herkes çok mutluydu.
çünkü artık biliyorduk ki hep birlikte yazmakta olduğumuz tarihin aynı zamanda tanıklarıydık!
allegro tesisetto – tesislerde kutlama
staddan çıkınca emre’nin babası, night fall, bülent atlas, neo ve ben beş kişilik dev bir taraftar topluluğu oluşturarak galibiyeti ve turu kutlamak üzere tesislere gittik. tesislerin en sevdiğim yeri… neyse, biz kutlamaya gelelim. evet, tesislerde yetkiner mayda’nın odasında filip, youla, ali tandoğan ve skoko ile ayrı ayrı hatıra fotoğrafı çektirdik. bu arada, hep barış futbolcularla röportaj yapacak değil ya, biz de youla ile kısa bir röportaj yapma fırsatı bulduk. işte o kısa röportajın tam metni:
biz: hey youla, tebrikler! ne haber?
youla: teşekkür… iyi yaa, iyi!
biz: o ilk pozisyon penaltı mıydı?
youla: evet yaa penalti, vermedi. hakem problem!
biz: peki ikinci pozisyon da mı penaltıydı?
youla: evet yaa o da penalti ama verdi. yok hakem problem!
filip ve skoko ile de bizim emre’nin babası, neo ve night fall ingilizce konuştular ve tabii ki bu dil benim uzmanlık alanıma girmediği için hiç lafa girmedim ve konuşulanları anlıyormuş gibi yaparak mal mal bakıp ve kafamı sallayıp gülümsemekle yetindim!
“hangi takımı tutuyorsun şef?”
“parma sinyor…”
“nasıl yendik ama sizi ha?”
“si sinyor!”
tur camiamıza hayırlı olsun!
ben bu öyküyü yazarken uefa kupasındaki yeni rakibimiz belli olmuştu: valencia!
haydi gençler!
hem tarih yazmaya hem de tarihe tanıklık etmeye devam…