atilla türker'in 2003 yılında ümit yayıncılık tarafından yayınlanan, "ah şu futbolcular" kitabında yer alan hakan kutlu biyografisi ve bu maçla ilgili hakan kutlu'nun anısı şöyle;
10 yaşında ankaragücü’ne geldi. minik, yıldız, genç takım derken, a takıma kadar yükseldi. düz ama istikrarlı oyunu ile beğenildi. çok teklif aldı. gitmedi. kaptanlığa getirildi. futbol hayatının tamamı ankaragücü’nde geçti. arkadaşları ona hep “takoz” olarak seslendi... güzel kişiliği ile camiada çok sevildi... 1 kez ordu milli takım formasını giydi.
bizim deli cafer'i çok severim... iyi futbolcudur... iyi golcüdür... iyi adamdır. ama işte biraz delidir. 95 - 96 sezonunun son haftalarıydı... sıkıntıyı bir türlü atlatamadık... istediğimiz sonuçları alamadık. küme düşme potasından çıkamadık. işte böylesine kritik bir ortamda antalyaspor ile kendi sahamızda karşılaşacaktık. antalyaspor'un hiç bir iddiası yoktu... bizim ise mutlaka üç puan almamız gerekiyordu. otobüse bindik, kendi tesislerimizden 19 mayıs stadı'na hareket ettik. herkes stres içindeydi... düşünceliydi... konuşan pek yoktu... kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. ama biri vardı ki?.. tam delirmiş vaziyetteydi... tabii cafer’di bu... sevgili arkadaşım köpürüyordu... neye kızmış, kime kızmış, bilmiyorduk ama... köpürüyordu... çok ciddi, çok sinirli bir şekilde olanca gücü ile otobüsün içinde bağırıyordu: "kimse boşuna uğraşmasın... bizim takım küme düşer..." haydaaaa... şimdi söylenecek laf mıydı bu... haliyle sakinleştirmeye çalıştık kendisini... ama o devam etti: "ankaragücü'nü kimse kurtaramaz..." ne de olsa cafer... canımız, ciğerimiz... sözlerini dikkate almadık... almamaya çalıştık... ama o artık taarruza geçmişti bir kere: "arkadaşlar... ben bu maçta gol falan atmam... kimseye de atmasını tavsiye etmem..." hey allah'ım... sus be cafer... şimdi sırası mı bunların?.. susturamadık... hatta öfkesi daha da arttı: "arkadaşlar bana pas mas vermeyin... verenin canını yakarım... isteyen, istediği gibi oynasın... nasıl olsa yenileceğiz bu maçta, takım da küme düşecek..." yarabbim sen bize sabır ver... şu maç bir an önce başlasa da... kazasız belasız bir bitse...
stada geldik... soyunma odasına girdik... cafer yine aynı cafer... herkese sallıyor, saldırıyordu... bir türlü susmak bilmiyordu. sahaya çıktık... cafer tahmin edileceği gibi... öyle pek etkili olamıyordu... koşmuyor, kendini oyuna vermiyordu. takım olarak da iyi oynayamıyorduk... pas yapamıyorduk, üstünlük sağlayamıyorduk... haliyle pozisyona da giremiyorduk. artık dakikalar iyice ilerledi... golsüzlük bozulmadı. ümidimiz iyice azaldı. son bir gayret ile bastırmaya başladık... sağ kanatta yusuf topla buluştu... bizden önce beşiktaş’ta forma giyen bu arkadaşımız, nefis hareketlerle ceza alanına girdi... başını kaldırdı... baktı... cafer bomboştu... dokunsa, cafer’in önüne yuvarlasa... işlem tamam olacak... cafer fileleri havalandıracak... yusuf vermedi... üstelik topu ezdi... pozisyonu kaybetti. neyse ki daha sonra allah yüzümüze güldü... attığımız bir golle maçı kazandık. hakemin bitiş düdüğü ile havalara sıçradık. dünyalar bizim oldu. sevinçle soyunma odasının yolunu tuttuk... birbirimizi kutladık, galibiyetin tadını çıkarmaya başladık... ama biri vardı ki... suratından düşen bin parçaydı... yine sağa sola bağırıyordu, yine herkese saldırıyordu. tabi cafer’di bu... öfkesi dinmek bilmiyordu... susmuyordu. cafer birden durdu... döndü... yusuf’a baktı... sonra da hışımla üzerine gitti... bağırmaya başladı: "pası niye vermedin be... ne biçim adamsın sen..." yusuf şöyle bir başını kaldırdı... baktı... sesini çıkarmadı... cafer’in öfkesi daha da arttı: “cevap versene kardeşim... senin bana garezin mi var?.. takımı niye sabote ediyorsun?.. beni niye golden ediyorsun?..” yusuf bu kez sert baktı... baktı baktı... sonra da hatırlattı: "sen maçtan önce demedin mi, bana pas vermeyin, verenin canına yakarım diye... ben de işte onun için vermedim..." cafer afalladı... konuşmadı... konuşamadı... sessiz kaldı... yusuf'un yanından uzaklaştı... öyle ya... haklıydı yusuf!..